Türkiye’nin Kültür Atlası'nda neler var?
Kenan Mortay ve İbrahim Atalay’ın ortak bir çalışmasının semeresi olan ve yedi bölgenin kültürel, iktisadi ve insani yanlarıyla ayrı ayrı resmedildiği Türkiye’nin Kültür Atlası, Türkiye İş Bankası Yayınları tarafından yayımlandı. Çalışmayı, bu topraklara yazılmış uzun bir mektup gibi okumak mümkün...
DUVAR - Türkiye’nin Kültür Atlası’nın arka planını iktisat profesörü Kenan Mortan’ın, 40 yılı aşkın bir süredir Türkiye’nin dört bir köşesine il il, kasaba kasaba, köy köy yaptığı geziler oluşturuyor. Seminerler, kamu kurumları için saha raporlamaları, sektörel toplantılar ve “Anadolu Sohbetleri” çerçevesinde yapılan bu geziler zamanla bir tutkuya dönüşerek araştırma ve inceleme sınırlarını aşıyor. Her bir yolculuk, o yöre insanın kişisel hikâyelerine, hayat mücadelelerine ve yaşadıkları bölgesel sorunlara dair sohbetlere, yöresel lezzetlerin ve fiziki güzelliklerin ancak gidilip görülerek mümkün olabilecek keşfine dönüşüyor. Fiziki coğrafya profesörü İbrahim Atalay’ın kaleme aldığı, her bir bölgenin jeomorfolojisi, iklimi, akarsu ve gölleri, bitki örtüsü, tarımsal ve ekonomik durumu ile nüfus yapısını içeren metinler bu keşifleri perçinleyerek Türkiye’nin genel durumunu başka bir gözle de ortaya koyuyor. Ortak bir çalışmanın semeresi olan ve yedi bölgenin kültürel, iktisadi ve insani yanlarıyla ayrı ayrı resmedildiği Türkiye’nin Kültür Atlası’nı bu topraklardan bu topraklara yazılmış uzun bir mektup gibi okumak da mümkün.
Kenan Mortan'la bir araya geldik ve Türkiye’nin Kültür Atlası’nı, bu atlası ortaya çıkaran dinamikleri ve kitabın ortaya çıkışını konuştuk.
Kenan Mortan bir ekonomist, İbrahim Atalay ise coğrafya hususunda uzmanlaşmış bir bilim insanı… İkinizi, “kültür” başlığı altında buluşturan, bu konuda bir çalışma yapmanızı sağlayan şey nedir?
Fransız Cumhurbaşkanı De Gaulle, 1958'te hükümetini açıklayamıyormuş. Gazeteciler gecikme nedenini sorduğunda aldıkları yanıt şu olmuş: Kültür Bakanını bulamıyorum...(Sonradan bulunan kişi yazar Andre Malraux olur). Bu anekdotun anlattığı gibi “kültür” olgusu olmaksızın hiç bir olayı anlatmak mümkün değil. Örneğin, bir Antep ekonomisindeki farklılaşmayı girişimcisi olan insanın sosyo-kültürel yapısı üstünden değerlendirmezseniz, yorumunuz eksik kalır. Ancak ''Türkiye'nin Kültür Atlası'' başlığı bize ait değil. Çocuğa bu adı editörlerimizden Pınar Güven verdi, isim annesi o.
Kitabınızda, kültürün antropoloji ile yakın ilişkisinin üzerinde sıklıkla duruyorsunuz. Türkiye özelinde bu iki kavramın ortaklaşmasını nasıl açıklarsınız?
Biz aslında bir iktisadi antropoloji çalışması yapmaya gayret ettik. Bunun adı iz sürmektir, bir olgunun ucunu bulmaktır. Örneğin, olgunun köklerini araştırırsanız, İshak Paşa Sarayı’nın “saray” olmayıp bir “kale” olduğunu bulup, çıkarırsınız. Zira Osmanlı İmparatorluğu'nun idari sistemi içinde 18.yy.'da bu yapıyı “saray” olarak yaptıracak bir sınıf yok. Yaptıran İshak Paşa da sonuçta bir vali. O dönem Doğu Anadolu’daki bu mimari planla yapılan tüm yapılar -Hoşap Kalesi gibi- hep birer kale. Mimari yapı-insan-idari sistemden oluşan üç olguyu üst üste getirmeden ve kültürel antropoloji merceğinden bakmadan, olayı çözümlemek mümkün değildi.
'SIRADANLAŞMIŞ BİR YAŞAM BAKIŞI OLUŞTU'
Her ikinizde Anadolu’yu uzun yıllardır köy köy, kasaba kasaba geziyorsunuz. Özellikle 2000 sonrasını düşünürsek, milenyum öncesine göre, kültürel değişimleri nasıl yorumlarsınız? Anadolu’da, özellikle kültürel bağlamda, son yıllarda neler değişti?
Çok şeyler değişti... Plastiğe dayalı bir yaşam ve sıradan bir tüketim kültürü, sıradanlaşmış bir yaşam bakışı oluştu, egemen oldu. 1000’e yakın ilçemizin hepsi birbirine benzeyen beton silolarından oluşuyor. Bütün yerleşimler birbirine benzeşik. Bu beton silolar arasında gününün 12-14 saatini geçiren insanımız umudunu tüketme noktasına getiren yoksullar. Bu benzeşik olan beton yerleşimler içinde cümle kapısı özel olarak korunan bir de iç kaleler var, burada da varsıllar yaşıyor. Genel resim bu, beş yukarı beş aşağı, Edirne'den Doğu Beyazıt'a, Sinop'tan Samandağ'a dek hemen her yerleşimin genel karakteristiği bu oldu.
Toroslarda yaşayan ''Yörükler'' üstünden bu konuyu okuyacak olursak, göçerdiler, şimdi yerleşik oldular. Aba çıkarıldı, kot pantolon giyildi. Adları gibi “yürür” idiler, motosiklet kullanır oldular. Doğaya dayalı, öz üretimine dayalı yaşam döngüsünü sağlayamaz oldular, bu işi bıraktılar, tüketici oldular. Pazardan satın alınan ürünlere yaslandılar. Tüketici olmak gelire dayalı bir iş, o zaman yaşamları yoksullaştı. Bütün bunlar olup biterken artık hayvan gütmez oldular, çığırdıkları kendi türkülerini unuttular, şimdi TV’deki dizilerin bağımlısı oldular.
Bütün bu değişimler çok kısa bir sürede son 50 yılın içinde yaşandı. Ara Güler'in İstanbul'da adını taşıyan müzesinde sergilenen fotoğrafları neyin “gerçek” neyin “yapay” olduğunu çok iyi anlatır, o yüzden özgündür.
Bir saha araştırması için Kayseri'deydim. Akşam sularında beni ağırlayan gazeteci Güneş Doğdu'ya “Bizi tiyatroya götürün,” dediğimde “Tiyatro yok ki!” cevabını aldım. Sanayi kenti Kayseri'de söyleniyordu bunlar bana. Öte yandan Talas bağ evlerindeki öykü anlatımına dayalı oturmalı/sohbetli uzun geceler de bitmişti. Sorarım, bu durumda elde ne kaldı?
Bütün bunların yarattığı bir birikimli sonuç var: Yaşam, sadece en ucuzunu bulup, yeme-içmeden ibaret bir fizyolojik etkinliğine indirgeniyor. Bu artık çok yaygın bir yaşam biçimi... Sıradanlaşan bu yaşamın içinde duran insanımız umudunu tüketiyor, her şeyi kabullenir konuma geliyor.
Evet, 1970'lere dayanan bir Anadolu alışverişimiz var... Atalay Hoca, Anadolu toprağının bitkisine/ ürününe bakar, bense insan eksenli değişimi gözlemeye çalışırım. Köy-köy, kasaba-kasaba deyimi güzel bir niteleme ama artık ''köy'' yok gibi... Ülke envanterinde sayısal anlamda köy varsa da, köyde tam zamanlı yaşayan insan oranı yüzde 10'lara geriledi. Kasabalar da genellikle büyük bir yerleşim yeriyle bütünleşmiş hinterlandı konumunda, kent yaşamının arka bahçesi. Yeri gelmişken, bu ''kasaba-kasaba / köy-köy '' nitelemesi de editörümüz Derya Önder'e ait.
Her şehrin birtakım kültürel öğeleri sıralarken, kitabınızın biçimi hakkında, “Bir gezi rehberi ya da anı kitabı” olmadığını söylüyorsunuz. Bu bölümler için, öykü denilebilir, diyorsunuz. Kurmaca, kültürün neresinde yer alır? Nasıl açıklarsınız?
Biz öğüt vermek, yol göstermek niyetinde değiliz. Bunun dışında ''bunlar doğru/bunlar yanlış'' şeklinde bir betimlemeden hep kaçındık. Ya da bir yerlere gidilirken ''şurası ziyaret edilir'' türünden bir tavsiyemiz de yok. Bu yüzden 81 ilin ''popüler'' yerleri ne merak ettik, ne öğrendik, ne de anlatmaya gayret ettik. Sizin deyiminizle ''öykü'' bizim kullanımımızda ''modül''lerin hiç biri ''popüler yerler'' değil, sadece bizim eleğimize takılı kalanlar. Örneğin, Mardin'de unutulmuş gitmiş ''Bilge Köyü Katliamı'' ne olup ne olmadığını ya da Iğdır'da ''Kazım Karabekir Devlet Üretme Çiftliği'' idi bizim anlatmak istediğimiz, öyle de yaptık.
Konuya böyle yaklaşınca çalışma bir “gezi rehberi” olmuyor. Zaten çoğu zaman insanımız bu tür yerlere gidemez/gitmez. ''Türkiye'nin Kültür Atlası'' okurundan, okuma eylemiyle bir “sanal tur” yapmasını hedefliyoruz.
Anadolu’yu karış karış gezen ve gördüğü yerleri anlatan bilim insanları olarak, kitabınızı okuyan bir insanın, “o yerleri” okurken, sizinle aynı hisleri duyacağını düşünüyor musunuz? Görmek ve okumak arasında-konu bir mekân olduğu için- ne gibi farklar var sizce?
''Görmek ve bakmak'' malum denemeci Prof. Suut Kemal Yetkin'in bir kullanımıydı. Biz de öyle, okurumuzdan ''Türkiye'nin Kültür Atlası''nı okurken, aynı zamanda ''bakmasını'' istiyoruz. Sayfayı çevirmeden önce bir soluk alması arzuluyoruz. İzmir'de ''Teneke Mahallesi'' olarak geçen yer, kentin neredeyse ortasıdır ve ırk olarak çingene olan yurttaşlarımız burada yaşar. Önünden geçilir ama bu yerleşimin neden burada oluştuğu üstüne düşünülmez. Ya da neden ''Teneke'' deyiminin yakıştırıldığı...
''Görme'' eylemi, kuşkusuz insan gözleminin temeldir. ''Okumak'' bu eylemi tamamlar. Biz ''görme'' ve ''okuma'' eylemlerini üst üste getirerek çakıştırmak istedik. Bu işi ne oranda gerçekleştirdiğimize ''Türkiye'nin Kültür Atlası''nın okuru karar versin, biz öncel bir yorum yapmayalım.
Türkiye’deki hemen tüm kentleri gezip gören ve üzerine bu çalışmayı yayımlayan insanlar olarak, Türkiye’nin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Biz insanlar kötüyü de iyiyi yapan değil mi? Hacı Bektaş-ı Veli'nin vurgusuyla ''Her ne ararsan kendinde ara... ''. Gelecek onu yaşayan ve yaşayacak olan insan irade ve eyleminin ürünü olarak ortaya çıkacak. Bu yüzden ''geleceği görme''nin bir kehanetçilik/falcılık olduğunu ve bilimde yerinin hiç olmadığını vurgulamak isterim. Bodrum'a 1930'lu yıllarda ''sürgün'' olarak gelen Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir, Bodrum'un 50 sene sonrasının halini hayalinden geçirebilir miydi? Ama bu söyleşiyi yaparken Antarktika’da sıcaklık +20 derece idi, bunun da yakın gelecekte nelere yol açabileceğini söylemek zor değil, çünkü kehanete gerek yok, olgular her şeyi anlatıyor.
Kenan Bey, siz aynı zamanda bir ekonomistsiniz de… Kültürle bu denli haşır neşir, Türkiye üzerine bu denli kapsamlı bir çalışma yapan bir insan olarak, Türkiye ekonomisini nasıl yorumlarsınız?
Evet, çalışma belki Türkiye hakkında ama ''Türkiye Ekonomisi'' ile kesişmesi sadece belli modüller üstünden oldu. Bu yüzden Türkiye ekonomisi üstüne genelleyen bir yorumum yok. Çalışmadığım bir olayı gelin burada ''yorumlama'' zorlamasına girmeyeyim.
Ama ''modül'' derken ne yaptığımızı örnekleyerek anlatayım: Kaz Dağı'nı anlatmaya çalışırken, İlyada Destanı'nda anlatıldığı biçimiyle Zeus'un Truva savaşını izlediği bu dağda, mevcut doğa örtüsünü ve bunun sunduğu zenginliği siyanür yöntemiyle altın arayarak korumak mümkün değil, bunu anlatmaya çalıştık.
Ya da Antep ekonomisinin küçük sanayi çarşısından 5 organize sanayi bölgesine uzanan 50 yıllık şekillenmesini anlatınca, bunun bir geçmişe ve birikime dayandığını söylemiş oluyoruz. Böylece ''olmayana ergi'' yöntemiyle benzeri bir organize sanayi bölgesi kurulmuş olsa bile, bu birikim oluşmadan Ardahan ilinde fabrikaların yükselemeyeceğini anlatmak istiyoruz.
Hazırladığınız bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?
Eğitimcinin işi ders vermek/araştırmak ve bulgusunu yazmak. Hem Atalay Hoca, hem de benim temel işim bu. Atalay Hoca, Dokuz Eylül Üniversitesi sonrası Karabük Üniversitesi’nde görev aldı, İzmir ile Karabük arasında mekik dokuyor. Benim o denli dinamik bir yaşantım yok.
İbrahim Atalay aynı anda 2-3 proje üstünde çalıştığından eser yayınlama sıklığı çok fazla. Öz geçmişine bir baktığınızda zaten bunu hemen görür/anlarsınız. Bense İş Kültür yayını olarak Şubat'ta piyasaya verilen ''Türkiye'nin Kültür Atlası''nı davet edildiğim yerlerde anlatmaya gayret ediyorum.