Yalnızlık
Sosyal anlamda “kimsesiz”lik de diyebileceğimiz durum yalnızlık değildir. Gerçek yalnızlık, Baudelaire’in şair tanımındaki gibidir: “Şair, kalabalık içindeyken yalnız, yalnızken de kalabalık olmasını bilen kişidir.”
Günlük yaşamda, insanların yalnızlıktan korktuklarını gözlemliyorum. Yalnızlığı korkunç bir felaket olarak algılayabiliyorlar. Oysa onların korktukları şey, yalnızlık değil, kimsesizliktir. Bu da doğal, çünkü insan diğer insanlarla birlikte varlığını sürdürebilen sosyal bir varlıktır. Oysa gerçek yalnızlık, her şeyden önce yaratıcı olmanın gereğidir. Yaratıcılığın (dolayısıyla ‘birey’ olmanın) vazgeçilmez koşulu olan yalnızlık, öğrenilen, beslenen, geliştirilen bir yalnızlıktır. İnsan tek başına olma korkusuyla ve kaygısıyla ancak yalnızlık ile baş edebilir. Yalnız olmak ile tek başına olmak farklı şeylerdir.
Günlük yaşamdaki bu gözlemim, son yıllarda “yalnızlık” üzerinden yapılan bir edebiyatta da dikkatimi çekiyor. Bu konuya yoğunlaşan sulusepken şiirimsi metinleri saymazsak, çoğu ciddi şairde, öykü ve roman yazarları arasında, “yalnızlığı ben daha iyi bilirim”, “yalnız olan bana gelsin” gibi adeta müşteri tavlamaya yönelik bir tavır görüyorum. Oysa “tek başına olmak” ile “yalnız olmak” arasında, söylediğim gibi önemli fark vardır. Bu bağlamda yalnızlığı (Foucault’ya bir selam göndererek) üç anlamda ele alabiliriz: Birinci anlamda “yalnızlık”, dünyayı değiştirmek ve hayatı dönüştürmek isteyen, yüksek erdemlere sahip bireyin, kahramanın devlet yasaları karşısındaki “tek başına” olma durumudur.
İkinci anlamda “yalnızlık”, modern yaşam içerisinde kendine ve topluma yabancılaşmış bireyin, diğer bireylerle “iletişimsizlik” durumunu ifade eder.
Üçüncü anlamda “yalnızlık”, bireyin iç dünyasının zenginliğine dayanan “kendi kendine yeterlik” durumudur. Bu anlamda yalnızlık, yaratıcı birey için gerekli olan yalnızlıktır. Özellikle sanat, bilim ya da başka yaratıcı etkinlikte bulunan bireyin, bu anlamda yalnız olması ve bu anlamdaki yalnızlığını mümkün olduğu kadar geliştirmesi gerekir.
Özellikle birinci anlamdaki “yalnızlık” üzerinden edebiyat ve sanat yapmak biraz “yürek” ister.
Üçüncü anlamdaki “yalnızlık” ise bireyin dokunulmazlık alanına girer ve kimseyi ilgilendirmez. Benim dikkat çekmeye çalıştığım konu, ikinci anlamdaki, yani “iletişimsizlik” anlamındaki “yalnızlık” üzerinden yapılan edebiyattır. Demek yalnızlığı ele aldığını öne süren söz konusu yazarlar, “gerçek yalnız” bireyleri değil, iletişimsizlik içerisindeki bireyleri hedef alıyorlar. Elbette bunun edebiyatı yapılabilir ama ortaya öyle estetik değeri yüksek bir iş çıkabilir mi? Çünkü bazı yazar arkadaşlar, böylesi trajik bir durumdan romantizm çıkarmaya çalışıyorlar.
GERÇEK YALNIZLIK
Toplumsal referanslı yalnızlıkları “yalnızlık” olarak nitelendiremeyiz. Bu bağlamda “yalnız ve güzel ülke”nin yalnızlığı, “yalnızlık Tanrıya mahsustur” gibi yaklaşımlardaki “yalnızlık”, gerçekte yalnızlık değil, “bir başına olmak” tır. Sosyal anlamda “kimsesiz”lik de diyebileceğimiz bu durum yalnızlık değildir. Gerçek yalnızlık, Baudelaire’in şair tanımındaki gibidir: “Şair, kalabalık içindeyken yalnız, yalnızken de kalabalık olmasını bilen kişidir.” Demek, yalnızlık bir iç sorun, bireyin geliştirdiği bir iç bireydir. James Joyce, Üzücü Bir Olay adlı öyküsünün kahramanı olan Mister Duffy’yi betimlerken, adeta bu yalnızlığa somut bir örnek verir: “Bedeninin biraz uzağında yaşar, kendi davranışlarını kuşkulu bir şekilde yan gözle süzerdi.”
Nietzsche, “aşkın insan, üst insan” olarak adlandırdığı bireyin iç dünya zenginliğinden dolayı kendine yeterlilik düzeyini, bir kişi iken de aslında birden fazla olduğunu belirtmek için, Böyle Buyurdu Zerdüşt'te şöyle diyecektir, “yalnız için dost daima üçüncü kişidir."
Octavio Paz, Yalnızlık Dolambacı adlı kitabında yer alan, “Yalnızlığın Diyalektiği” adlı denemesinde, yalnızlığı şöyle tanımlar: “Yalnızlık, insan duygusunun en derindeki gerçeğidir. (…) Bir anlamda yalnızlık ‘kendini bilmek’tir; öteki anlamdaysa, kendimizden (yalnızlığımızdan) kaçıp kurtulma özlemidir. (…) Bu yüzden, yalnızlık dolambacının çıkış kapısında mutluluğa, tüm dünya ile yeniden denge durumuna erişeceğimizi umarız…” Bu tanımında Octavio Paz’ın, “kendini bilmek” olarak vurguladığı yalnızlığı, bireyin iç dünya zenginliğinden ileri gelen “kendine yeterlik” anlamındaki gerçek yalnızlık olarak anlamak gerekir. “Kendimizden kaçıp kurtulma özlemi” olarak belirttiği yalnızlığı ise “bir başına olmak” olarak anlayabiliriz.
Yukarıda, yazımın başlarında, “yalnızlık” kavramını tanımlamaya çalışırken, ilk anlamının dünyayı değiştirmek ve hayatı dönüştürmek isteyen, yüksek erdemlere sahip bireyin, kahramanın devlet yasaları karşısındaki “tek başına” olma durumudur, demiştim. İşte, bazı kavramlar, bir kültür olarak bireyin davranışında yansırken, zaman zaman öne çıkarlar. Yalnızlık kavramının bu anlamının günümüzde öne çıktığını görüyoruz.
Elbette, yalnız ile diğerleri (yalnız olmayanlar ve böyle oldukları için tuhaf bir övünç duyanlar) arasında her zaman bir boşluk vardır. Bu boşluğu yalnızlar görürler ve diğerlerine ulaşamayacaklarını bildikleri için susarlar; oysa diğerleri boşluğu göremedikleri için yalnızlara yönelik konuşurlar. Bu konuşmanın nafile bir çaba olduğunu bilmezler. Büyük yalnızlardan Hölderlin, “Hyperion”da şöyle seslenecektir onlara: “ Sınırınızı da bilin, sevgili dostlarım, başkalarının sizin gibi mutlu, sizin gibi durumundan hoşnut yaşamadığına akıl erdiremeyince buna kuşkusuz içinizden şaşıracaksınız. Ama inancınızı da yasa yapmaya sakın kalkmayın, yoksa size uyulduğu gün yeryüzünde her şey bitmiş demektir.”