John ve Yves Berger ile sanat muhabbeti
John Berger ve oğlu Yves Berger'in bazen yaşama dair, çoğu zaman da sanat üzerine mektuplarla muhabbet ettiği metin "Top Sende 'Sanat Üzerine Yazışmalar'" Metis Yayıncılık tarafından yayımlandı. "Top Sende ‘Sanat Üzerine Yazışmalar’", sanat üzerinden, gerçekçilik, adlandırma, direnme, umut ve zaman gibi konularda düşünmemizi sağlıyor.
John Berger, dünyanın en önemli sanat eleştirmenlerinden, ayrıca roman, şiir, senaryo gibi çeşitli alanlarda da eserleri olan dünyanın her köşesine fikirleriyle dokunmuş bir düşünür, ona kendi adıma yakıştırmayı en sevdiğim , “yetimler ittifakı” tanımından yola çıkarak oluşturduğum, “yetimler ittifakının en afili üyesi”. Oğlu Yves Berger ile ilk karşılaşmam ise Beverly Berger’in ardından John ile yazdıkları Uçuşan Etekler ‘Bir Ağıt’ (2014) kitabı ile olmuştu. Bu iki ismi tekrar bir arada düşünme sebebime gelince, Metis Yayınları tarafından, Oğuz Tecimen çevirisi ile basılan, Top Sende ‘Sanat Üzerine Yazışmalar’ adlı kitap. Yves ve John bazen yaşama dair, çoğu zaman da sanat üzerine mektuplarla muhabbet ediyorlar metinde. Birbirlerine gönderdikleri resimler, çizimler, sanatı ve yaşamı iç içe düşünebileceğimiz keyifli bir söyleşiye dönüşüyor, onlar karşılıklı fikirlerini sunarken biz de bahsedilen metinler üzerine düşünmüş oluyoruz.
AÇIK BİR KİTAP GİBİ
Metinde, Yves Berger Fransızca, “onu açık bir kitap gibi okumak” deyişinden yola çıkarak, Chaïm Soutine’in, Derisi Yüzülmüş Sığır tablosuna dair şöyle söylüyor: “İçeride olana ulaşmak için duyduğumuz o arzuyu ifade etmenin ne güzel bir yolu değil mi? Yüzleştiğimiz şeyin içerisine ve gizemine ulaşmak. Dış dünyaya, onu kontrol altına almak için değil de bütünüyle parçası olduğumuzu hissetmek için nüfuz etmek istemek. Tenimizde hissettiğimiz tecridi –bedenin korkunç hududunu aşmak… Chaïm Soutine’in içeriyi okumak konusunda nasıl da saplantılı olduğuna bak! Derisi Yüzülmüş Sığır da kendini açık bir kitap gibi sunuyor” (Bahsedilen resim soldaki görsel).
Stoïne’in tablosu Yves’in belirttiği gibi o beden tarafından gizlenmiş yanı açığa çıkarırken, bedenin sınırlarını da göstermiş oluyor. İç olarak tanımladığımızı hissediyoruz, varlığını biliyoruz ama görmüyoruz. Oysa iç dediğimiz o yerde ne kırılmalar yaşanıyor. “İçeride olana ulaşmak için duyduğumuz o arzuyu ifade etmenin ne güzel bir yolu değil mi?” derken Yves’in bahsettiği de böyle bir şey sanırım. Mecazi anlamda içimize dönmekte görünmeyenin gizemini çözmeye dair bir arzu belki de. Ayrıca bedeni sadece dışarıdan görünen olarak değil, tüm uzuvlarıyla bir bütün olarak fark etmenin yolunu açmak, varlığın içinde olup bitenle yüzleşmesi, beden tarafından kapatılanın en ince ayrıntısını duyması demek. Stoïne’in bu resminin anlatmaya çalıştığı böyle bir durum olmalı, bedenin dışı kadar içini de açıklığa kavuşturmak. Onu, bedenin hududu dışında var etmek.
John Berger Yves’e Antoine Watteau’nun iki tablosu ile cevap veriyor, Gilles ve Savoylu ile Dağ Sıçanı.
Stoïne’in Derisi Yüzülmüş Sığır tablosunun aksine Berger’in örneklediği Watteau resimleri kostümlerin içinde, yani olabildiğince içten uzak bir görüntü çiziyor çünkü kostüm genelde bir şeyi temsil etmek için giyilir, bu nedenle asıl olunan bedenden uzak bir durumu imler. Berger bunu şöyle ifade ediyor, "‘Tenimizde hissettiğimiz tecridi –bedenin korkunç hududunu aşmak…’ Bu sözlerin ve Soutine beklenmedik bir şekilde bana Watteau’yu ve oyuncularını, soytarılarını düşündürdü. Bu korkunç hududu gizlemek için bütün o kostümler ve uçarılıklar. Arleken Gilles’i ararken Dağ Sıçanı’na rastladım. Karları boyunca görmek için iki ayağı üstünde duran dağ sıçanlarımızdan biri, şehir ahalisini eğlendirmek için bir kutuda şimdi. Sonra Gilles’i, bir de aşağısındaki ve ardındaki eşeği buldum. (Eşek ile dağ sıçanının konuşacak epey şeyi olabilir.) Kostümümüzün içinde Gilles’in bedeninin hiçbir hududu yok, çünkü biriken onca şaka bedeni çözüp ardındaki gökyüzüne karıştırmış. Bedeni bulut haline geliyor. Manzara gibi resmedilmiş”. Kostüm bedenin sınırlarını aşmış, Watteau’nun soytarıları kostümleriyle özdeşleşerek onları bedenle bütünleştirmiş ve kostüm bedenin neredeyse kendisi haline gelmiş. Arkadaki manzara ile ilişkilenerek onun bir parçası olmuş, sanırım John Berger’in ifade etmeye çalıştığı bu.
Metinde, Berger ve Yves burada olduğu gibi birbirlerini âdeta muhabbete kışkırtıyor ve laf lafı açıyor, bir şey başka şeyi çağrıştırıyor böylece okur açısından zevkli bir okumanın kapısı açılmış oluyor.
FAZLA BÜYÜK
Yves Berger, “sınır” hakkında yazdığı mektupta şöyle söylüyor: “Annemin bedeninden çıktım. O da annesinin bedeninden vs… Bedene her yönden bakabilirsin ama bizim için hayatta daima fazla büyük bir şeyler var. Düşünemeyeceğimiz, göremeyeceğimiz, duyamayacağımız kadar büyük. Bu yüzden doğumdan ölüme hayatı sürdürebilmek için her birimiz bu fazla büyük olanla başa çıkma yolunu bulmak zorunda.” İnsanın hayatta cevabını bilmediğini tanımlayamadığı şeyler var ki bence varlığı için önemli. Çünkü bu durum hâlâ büyülü, gizemi kaybedilmemiş bir dünyada yaşamak anlamına geliyor. İnsan türü dünyayı bir harita gibi görüp her noktasını çözümlemek, her karışını bilmek, tüm türlerini adlandırmak, onu bir nesne gibi kendi hayal ettiği biçime getirmek istese de bilinmezliğin bir şekilde sürdüğünü ve bunun yaşam için önemli olduğunu düşünüyorum. İşte, Yves Berger’in fazla büyük olarak ifade ettiği de sanıyorum bununla ilişkili insan için bu sorular anlamına gelse de her şeyin gizemini kaybettiği bir dünyada olmak, soruların, merakın ve hevesin bitmesi anlamına gelirdi ki bu daha büyük bir varlık krizi demek olurdu.
John Berger, Ywes’e tablolarla cevap veriyor. Şu cümleler bana göre, söylemeye çalıştığımızla ilişkileniyor: “‘Fazla büyük’le yüzleştiğimizde aslında ‘fazla kısa’yla yüzleşmiyor muyuz, yani büyüklüğü ölçmek için ‘ışık yılı’ gibi ölçekler icat eden kendimizle, zihnimizle? Aynısını sen de söylüyorsun. Ama demek istediğim, büyükler bizim icadımız, Varlığımızın parçası.” Berger’in cevabı da aslında yine dünyanın ölçülüp biçilmesiyle ilişkileniyor ve bunu icat eden daha çok modern bilim ve teknolojiler ama bana göre Yves’in sorusu daha çok varlığın zihninde “fazla büyük” olanla ilişkili. John Berger ise daha somut bir durumla açıklıyor ve belki de artık icat ettiğimiz şeyin geri dönülmez biçimde, varlığın bir parçası olması hâlinden bahsediyor. Şeylerin “fazla büyük” ve “fazla kısa” olmasının nedenini ölçmeyi bilen ve artık bilgiye göre şekillenen bir varlık durumunu akla getiriyor bu. Sonra ekliyor Berger, “O halde, Spinoza’yı takiben, farz et ki varolan her şey bir bütün olduğu için bölünmez, bu durumda büyüklüğü yüzleştiğimiz bir şeyden ziyade bizi çevreleyen, içeren bir şey olarak görürüz. Sanatın bize sunmaya çabaladığı gizem de budur.” Bütünün yani tekil gerçekliği kuşatan bir “doğa”nın içinde olmak, o “büyük”e dâhil ve onun içinde birey olmak, kast edilen böyle bir şey olmalı bu cümlelerde. O zaman sanat içinde bulunduğumuz, çevrelendiğimiz şeyin gizemli yanını bize göstermeye çabalar bu ölçülmüş, hesaplanmış olandan öte “fazla büyük”ün henüz keşfedilmemiş yanına değen, daha çok zihinsel bir edim olarak açıklanabilir.
Top Sende ‘Sanat Üzerine Yazışmalar’ kitabında John ve Yves Berger, sanat üzerinden, gerçekçilik, adlandırma, direnme, umut ve zaman gibi konularda düşünmemizi sağlıyorlar. Her şeyin üzerimize kara bulut gibi çöktüğü bir ortamda bu kitap biraz içimizi açabilir. Çünkü Yves Berger’in dediği gibi: “Bir çiçek çizimi rasyonalitenin hâkim dili karşısında bir rahatlama, direnme biçimi olabilir.” Felaketlerin gerçekliğinin karşısında akıl dışına, hayal gücüne, sanatsal kavrayışa vakit ayırmak her şeyi çözmez ama direnmeye araç olabilir, bazen hiçliğe düşsek de onu da yaratıcı bir edime dönüştürebiliriz. Yves mektuplarını, “top sende” diyerek bitiriyor genelde, John ile oynadıkları bir oyunda servis sırası değiştiğinde birbirlerine söylerlermiş. Biz de yazıyı şöyle bitirelim:
Top okurda.