Ritsos, Voznesenski, Furuğ: İz bırakan ‘yabancı’ şairler

Modern Türkçe şiiri etkilemiş ‘yabancı şairleri’ öncelikle kendi dillerinde “modern şiirin, modern dönem şiirinin” içinde olmalarını dikkate alarak, modern Türkçe şiirde “çeviri şiir turu” da diyebileceğimiz bir “göz atma” yazısı hazırladık. Bu yazıda Yannis Ritsos, Andrey Voznesenski’nin ve Furuğ Ferruhzad’ı çevrilmiş şiirlerinden örneklerle açıklayacağız.

Google Haberlere Abone ol

Modern Türkçe şiir de dahil aslında hiçbir dilin şiiri, sadece o dilin kadrajıyla sınırlı olmamıştır. Bunu modern öncesi dönemlerin şiiri için de söylemek olası. Aynı durum yani etkileşim diller için de geçerlidir. Dil ve şiir için kaçınılmaz olan etkileşimden, elbette ki şairler muaf değildir. Şuraya geleceğiz: Dil ve şiir arasında söz konusu olan etkileşim, şairlerin birbiriyle olan etkileşiminden ayrı düşünülemez, düşünülmemeli. Nasıl dil dili, şiir şiiri yaratmışsa pekâlâ, şair de şairi yaratmıştır diyebiliriz.

Bu bölümde turumuza, şair kişiliğiyle siyasal kimliği iç içe geçmiş bir başka şairle Yannis Ritsos’la devam ediyoruz.

YANNIS RITSOS

Yirminci yüzyılın başında doğan şairlerin birçoğunun olduğu gibi Ritsos’un yaşamında da kan, gözyaşı ve türlü çeşit acının derin izleri vardır. Şiirlerinin sesinden, sözünden, dilinin renginden, sözcüklerinin taşıdığı kokudan yansır yaşanılan, tanık olunan çağın ezası ve cefası… Bunlarla birlikte bir şey daha Ritsos’un da şiirlerinin nefesi, nabzı olur: Umut ve barış. Bunca kıyımın, bunca yıkımın, bunca acının yaşandığı bir dünyada şairin umuda ve barışa sarılmasından daha soylu, daha yüksek bir erdem de yoktur aslında. Yirminci yüzyılın şairlerinin çoğu, bir yanıyla da “erdem guruları” olmuşlardır diyebiliriz.

Ritsos’un da şiir serüveni, birçok şair gibi genç yaşında başlar. Liseyi bitirdikten sonra, yükseköğrenim için on yedi yaşında Atina’ya giden şair 1927-1931 yıllarını verem hastalığı nedeniyle bir sanatoryumda geçirir. İlk şiirlerini de bu dönemde yayımlamaya başlar.

Ritsos’un siyasal tercihi şiirinin doğrultusunu da belirlemiştir. Genç yaşta komünist partiye katılan şairin, büyük ölçüde siyasal düşüncelerinin çıplak bir dille yansıtıldığı şiirlerden oluşan ilk kitabı Traktör 1934’te yayımlanır.  Kitabın teması, dönemin “ileri tekniği ve teknik araçları”dır. Teknikten, teknik gelişmelerden söz eden kitaptaki şiirler, bu yönüyle Yunancada bir ilk olmuştur. Şair ayrıca bu şiirlerde nihilizm karşıtı tavrını da dile getirir.

Ritsos’un 1936’da yayımlanan Yazıt kitabı, Atina’da Teus tapınağında tören düzenlenerek, cunta yönetimince yaktırılır. Kişisel, toplumsal ve siyasal yaşantısı arasında bir bağ kurmaya çalıştığı yetişme yıllarının ürünü olan Yazıt, şairin “ilk dönem” yapıtı olarak dikkat çeker.

“Ritsos’un Görülmemiş Çiçek Açması” başlıklı yazısında Cevat Çapan şöyle diyor: “Ay ışığında, açık bırakılmış bir pencereden de girebilirsiniz Ritsos’un şiirine, toplama kampı olarak kullanılan adalardaki tel örgülerin boşluklarından da. İlk bakışta sessiz, ıssız bir boşlukta bulursunuz kendinizi. Çünkü şair ‘yalın şeylerin arkasına’ gizliyordur kendisini, onu bulabilmemiz için…”

Şairin şiirlerinin büyük bir bölümünü Türkçeye aktaran isimlerden biri de Cevat Çapan olmuştur. Çapan’ın 1974’ten itibaren Ritsos’un şiirlerinden Türkçeye yaptığı çevirilerin tümünü bir kitapta toplamıştır. Bir Mayıs Günü Bırakıp Gittin adıyla yayımlanan kitabın sunuşunda Cevat Çapan, Ritsos’un şairliği ve poetikasıyla ilgili önemli saptamalarda bulunur. Çapan yazısında, Yannis Ritsos’un şiirlerinin dört döneme ayrılabileceğine de dikkat çeker. Her şair gibi Ritsos’un da ilk dönemi gençlik arayışlarının acemiliklerini içerir. Ritsos’un ikinci dönem şiirlerinde lirik bir anlatım, yalın bir dil ve dramatik bir duyarlıkla alışılmamış, şaşırtıcı görüntüler öne çıkar. Bu dönemin şiirlerinden oluşan kitaplarının ilki Kız Kardeşimin Türküsü 1937’de yayımlanmıştır. Haziran Senfonisi (1938) ve Okyanusun Yürüyüşü (1940) adlı kitapları da Ritsos’un ikinci dönem şiirinden oluşur.

Şairin Sınama (1943), Romiosini (Yunanlıların Öyküsü) (1945-47), Karanfilli Adam (1952) ve Uyanıklık (1954) gibi yapıtlarındaysa Yunanistan’ın Nazi Almanyası tarafından işgali sırasında ve iç savaş sürecinde yaşanan acı olayların, sürgünlük yıllarına ait tanıklıkların dile getirildiği üçüncü dönem şiirleri yer alır.

ŞAİR, ŞAİR OLARAK KALMIŞTIR

Geçen yüzyılın savaşlara, faşizme, soykırımlara, katliamlara sahne olan zulüm ve zorbalık cehenneminde geçen bir ömürdür onun yaşamı. O koşullarda şair, şair olarak yapması gerekeni yapmış, insanın duygusu, düşüncesi, düşü, dili olduğunu unutturmamak için adeta tüm varlığını ve yaşamını şiire adamıştır. Şair şair olarak kalmıştır da diyebiliriz. Buna karşılık siyasal görüşleri nedeniyle Metaksas ve Papadopulos’un iktidarda olduğu dönemlerde Ege adalarında  sürgüne mahkûm edilmiştir. Bu nedenle Limnos, Agios Evstratios, Makronisos, Giaros ve Leros adalarında sürgün olarak yaşamıştır. Ritsos, dördüncü döneminin yapıtlarını şiirinde “dördüncü boyut” olarak tanımlar. Pencere, Alıştırmalar, Ayraçlar II, Tanıklıklar, Kavafis İçin On İki Şiir, Tanagralı Kadınlar, Aynadaki Duvar, İsmene, Yinelemeler, Parmaklıklar adlı kitapları, bu döneminin şiirlerini kapsar.

Yannis Ritsos, şiirin imgesel diliyle halkın günlük yaşayışı başta olmak üzere savaşa, zorbalığa, cuntaya karşı direnişin isyanın, umudun özgürlük arayışının sesi olmanın sorumluluğundan kaçınmamış bir şairdir. Cevat Çapan’ın da ifade ettiği gibi: “Ritsos'un şiirlerini okurken bir aile albümünün soluk fotoğraflarına bakar gibisinizdir. Bahçede kuruyan beyaz çarşaflar, ağlarını onaran bir balıkçı, yakındaki bir meyhanede çalınan bir şarkıyı dinleyen hasta bir adam, merdivenin üstünde dededen kalma saat, boş beyaz saksılar ... Okudukça, daha da derinde, ‘Şiire, aşka ve ölüme, işte bu yüzden ölümsüzlüğe de inanıyorum ...’ diyen kendi sesini duyarsınız şairin. Bağırıp çağırmayan, elini kolunu sallamayan bir insanın, sanki yıllardır tanıdığımız, ama zaman zaman uzak kaldığımız bir yakınımızın sesidir bu. Ritsos’un bize bu yakınlığı, bu başkalarıyla buluşma özlemi dünyanın dört bir yanındaki özgürlükçü sanatçı - lara, ezilen insanlara, insan emeğiyle yaratılan değerleri koruyup yaşatanlara duyduğu içten bir yakınlıktır ...”

Modern Türkçe şiirde iz bırakmış şairlerden biri olarak Yannis Ritsos’un şiirleri ve dizeleriyle kendini duyuran sesi, aslında hiç de uzağında olmadığımız bir sestir. Onun şiirleri modern Türkçe şiir için dış ses olmaktan çok, bir iç ses gibidir. Bu vesileyle Herkül Millas’ın Ritsos’la 1989 yılında yaptığı röportajı da anabiliriz. Şair, yöneltilen “Türk okuyucularınıza söylemek istediğiniz bir şey var mı” sorusunu bir başka soruyla yanıtlar: “Dostluk ve sevgi, bu güzel şeyler nasıl sağlanır?” Sonra ekler: “Birbirimizi tanıyarak bunu sağlayabiliriz kuşkusuz. Ve bunu en güzel bir biçimde yapacak olanlar sanatçılardır. Çünkü sanatçılar bir toplumu en güzel biçimde ortaya çıkarırlar, gösterirler. Birbirimizin ozanlarını okumalıyız örneğin. Biz Yunanistan’da Türkleri nasıl tanıyoruz, nereden öğrendik? Nâzım Hikmet’i okuyarak. Onun çizdiği Türkleri tanıdık. Sonra Yaşar Kemal’in Türkiyesini biliyoruz. Aziz Nesin’in insanlarını tanıdık. Böyle tanıyacağız birbirimizi, böyle seveceğiz.”

Yannis Ritsos’un Nâzım Hikmet için yazdığı şiir bilinir. Bu bugün de hem değerini, hem güncelliğini koruduğunu düşündüğümüz bir şiirdir. Dayanışma ruhu ve barış talebi güncelliğini kaybeder mi hiç? “Bir Ad Müzik ve Evrene Dönüşünce” başlıklı şiiri bölmeye varmadı elimiz. Biz de Cevat Çapan’ın çevirisinden şiirin tümünü alıntıladık:

Nâzım kardeşim

mavi gözlü Nâzım

mavi yüreğin

ve daha da mavi düşlerinle

sen ki karanlığa derin derin

baktığın zaman

en ufak bir kin duymadan

karanlığı bile mavileştirirsin

Nâzım

sen ki bir kadeh şarap

ve güzel bir kadının diziyle

üzerinde sevdanın halk bayrağı

dalgalanan bir deniz köşesiyle

ufukları ağartır bir pencere açarsın

her şeyin yok olduğu yerde

ve tepelerden taşlar yuvarlanır keyifle

kayıklara kadar

ve sokak fenerinin altında

bir köpek düşlere dalar

Nâzım

senin küçük sokak çalgıcılarını gördüm

Galata köprüsü üstünde

senden birkaç dize saklıydı

keman kutularının içinde

söylemeye izinli olduklarından başka

birkaç dize

bulutlara bakarak bekliyorlardı

onları söyleyebilecekleri günü

(bazen bir keman Nâzım

sıkılmış bir yumruk gibidir

ve sıkılmış yumruğun içinde

bir kanat gizlidir)

Nâzım

grevci dok işçilerini gördüm

vinçler direkler şiirler arasında

çuvallar sandıklar güller arasında

ve büyük geminin yanında

bekleyen iki mavi ışık

demir almak üzereydi gemi

(Kim bilir hangi yolculuğa?)

kavgaydı bu sevdaydı bu

ve sen Nâzım kaptanıydın

sınırlardan öteye yönelen

bu yolculuğun

Nâzım

biri çıkıyordu geminin merdiveninden

kafeste kanaryalarıyla

pabuçlarının bağları çözük

“günaydın” demesi gerekirken

“kırmızı” diyen biri

bir kadın ağlıyordu kapıda

balıkçı geçti kimsenin gözüne ilişmeden

saatinin içinde

tozlu camın altında

küçük bir balık bağırıyordu

sen duydun onu ben duydum

ve istedim ki

en karanlık sözcüğü vereyim de

apak olsun yeniden

direttim

bugünkü gibi

her zamanki gibi

hepimiz gibi

iste böyle, Nâzım

Ama sen Nâzım

hangi zindandan

gecenin hangi köşesinden

hangi ölümden olursa olsun

gülümsüyorsun

dünyanın gülümseyişini koruyan

o masmavi gülümseyişinle

Nâzım kardeşim yoldaşımız bizim

Merhaba Nâzım

Nâzım

sen bizi öyle çok sevdin

biz seni öyle çok sevdik ki

küçük adınla çağırır herkes seni

herkes sen der sana

Fransa da Rusya da Yunanistan da

Aragon da Nâzım

Neruda da Nâzım

ben de Nâzım

özgürlük ki adlarından biridir senin

o senin en güzel adın

Merhaba Nâzım

Ritsos’un şiirinin modern Türkçe şiirde izlerini yetmişli yıllardan sonra, ama galiba daha çok seksenlerden itibaren belirgin biçimde bulabiliriz. Ritsos’un şiirleri çevrilip kitapları yayımlandıkça eski yeni kuşaktan birçok şairi etkilediğini de söyleyelim. Söyleyip geçiyoruz ki meraklısının önünü kesmeyelim. (Buraya bir gülme işareti bırakıyoruz.)

Modern Türkçe şiirin deneyim ve birikiminin içinde güçlü biçimde var olan “dışarıdan kökleri” işaret etmeyi amaçlayan kısa turumuzun bir başka yönü de etkileşim yelpazesinin genişliğine dikkat çekmek. Bunun şiirin hem yazılırken, hem okunurken dikkate alınması gereken bir gerçeklik olduğun düşünüyoruz. Işığını bu noktaya da düşürmesini arzuladığımız bir şimşek oluşturma girişimi, umuyoruz ki boşuna çaba değildir.

Bu bölümde değineceğimiz ikinci şair gerçek anlamıyla bir Sovyet şairi dersek… Aslında hem doğru söylemiş, ama hem de gerçekliği olduğu gibi yansıtmayan bir iddiada bulunmuş oluruz.

ANDREY VOZNESENSKİ

Andrey Voznesenski bir Sovyet şairidir. Modern Türkçe şiire Oza adlı kitapla girmiştir. (Türkçede kaynakların çoğunda şairin adı Voznesenski olarak geçiyor. Ancak Wikipedia gibi bazı internet sitelerinde “Voznezenski” biçiminde yazılmış. Latin harflerini kullanmayan dillerden geçen sözcüklerin Türkçe yazılışında uyulan kural, okunduğu gibi yazılmasıdır. Şairin adının kitaplarda ve basılı kaynaklarda İngilizceden, internet sitelerindeyse Ruşçadan çevrilmiş olmasının bu ikili duruma yol açmış olabileceğini düşünüyoruz.

Biz basılı kaynaklardaki yazılışı esas aldık.)

Oza, Mehmet H. Doğan ve Turgay Gönenç’in çevirisiyle Ada yayınları tarafından 1981’de iki bin adet olarak basılır ve yayımlanır. Uzun ve tek bir şiirden oluşan Oza’nın, şairin anadilinden değil de İngilizceden çevrilmiş bir kitap olduğunu da kaydedelim.

Voznesenski, Sovyetler Birliği’nin Sovyetler Birliği olduğu dönemde doğmuş ve yaşamıştır. Örneğin Stalin’in başta Troçki olmak üzere bütün muhaliflerini kurşuna dizdirmek, idam ettirmek için düzenlediği ünlü “Moskova Duruşmaları” başladığında henüz üç yaşındadır.

Voznesenski, şiirlerinde İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkmış, Stalin sonrasının Sovyetler Birliği’ne ait ortamının ve koşullarının eleştirel izleri yansır. Türkçede geniş bir okur kesimine ulaşmış olan “Oza” şiirinin aslında arka planında güçlü bir Stalinist Sovyet düzeni eleştirisi yer alır. Şair sembolist şiirin ve “örtük” biçemin imkânlarından cömertçe yararlanmıştır.

MAYAKOVSKİ İLE PASTERNAK KIRMASI ŞİİRLER

Andrey Voznesenski’nin şiirleri için Mayakovski’yle Pasternak “kırması” tanımını yapabiliriz. Öte yandan Amerikan Beat kuşağı şairlerinden ve onların yapıtlarından esintiler de taşıdığı dikkati çeker.

Voznesenski’yi ve şiirlerini “Sovyetler Birliği 68’inin sesi” olarak da değerlendirebilir miyiz? Ülkesinde geniş kalabalıkların tutkulu beğenisini, hayranlığını kazanmıştır. 1962’de Moskova’da stadyumda düzenlenen şiir etkinliğinde on dört bin kişiye şiirlerini okumuş olmasıyla da bilinir. Altmışlı yıllarda gerçek olanı şimdi hayal etmek bile imkânsız. Ne yıllarmış; stadyumda toplanan kalabalığa şairlerin şiirler okuduğu etkinlikler düzenleniyormuş diye hayıflanabiliriz. Türkiye’de de altmışlı yılların sonuna gelindiğinde (1969) İstanbul Kartal’da bir işçi örgütünün düzenlediği ve binlerce kişinin katıldığı, “parti pazubandı” takmış şairlerin şiir okuduğu geceler olmuştur. Ancak benzeri bir etkinliğin, o denli büyük bir kalabalıkla yinelendiğine ilişkin başka bir anlatı da kayıtlarda yok.

Oza’nın 1967 tarihli İngilizce baskısında yer alan sunuşunda Andrey Voznesenski, Sovyet Rus şiir diline yeni bir soluk, canlılık getirmiş genç kuşak bir şair olarak gösterilir.

Şiirlerin bir bölümünü İngilizceye aktaran şair W.H. Auden, Voznesenski’ye olan hayranlığını ifade ederek bunun nedenlerini şöyle aktarıyor: “Aynı uğraştan bir kişi olarak, her şeyden önce ve hepsinden çok işçiliği çarptı beni. Karşımda, şiirin her şeyden önce, bir masa ya da bir motosiklet gibi ustaca yapılması gereken sözlü bir el emeği ürünü olduğunu bilen bir şair vardı.”

Voznesenski’nin şiirleri şeyleşmeye, insanın doğasına, varlığına, varoluşuna karşı kayıtsızlığa, kısacası makineleşmeye, makinelerin egemen olduğu dünyaya, sevginin, özgürlük arzusunun yitimine bir itiraz olarak okunur. Makineleşen dünyayla bürokratik Sovyet iktidarı arasında adeta bir paralellik söz konusudur.

Oza’da karşımızda adeta tehdit altında olan “insani değerlerin” savunusunu üstlenmiş bir İsa vardır. Şiirlerde konuşan şair, güncellenmiş bir İsa’dır sanki. Sovyetlerin bürokratikleşmiş devlet aygıtının egemenliği altında yaşayan halka, sevginin gerekliliğini ve gücünü anlatma sorumluluğunu üstlenmiştir. Oza’nın, notlar kısmında otel odasında bırakılmış bir anı defteri biçiminde yazıldığı belirtilir. Oza, şiirin kahramanının adıdır. Yunanca zoe (yaşam) sözcüğünden türetilen Hıristiyan Rus adı olan Zoya’nın bozulmuş halidir. Şiir ilk defa 1964’te “Molodaya gvardiya” adlı yayının 10. sayısında okurla buluşur. Voznezenski’nin, şiire ilişkin verdiği şu bilgilerin de önemli olduğunu düşünüyoruz: “Şiirler arasına, insana düşman, ruhsuz ‘programlanmış hayvanlar’ın yabancı dünyasını betimleyen düzyazı geçişler kondu. Sanatta kötü ya da kötülük genellikle fantasmagorik bir biçim alır. Bu gelenekten ayrılmamaya çalıştım.”

Oza’nın şairinin modern Türkçe şiirdeki yerine, varlığına ilişkin en kısa söz sanıyoruz, kitabın yayımlanmasından sonra hızlı biçimde “kültleşmesi”nin hatırlatılması olur. On dört bölümden oluşan ve düzyazısal teknik de dahil şiirin değişik biçimleri kullanılan Oza’nın on ikinci bölümünü okuyalım:

Yiyecek haplarını atınca yere,

Ve sorunca birine:

“Nedir o yaratık, siklotron dedikleri,

Voznesenski’nin 3’üncü cildinde?”

Ve ben diyorum ki ona: “Çoktan paslandı onun kemikleri,

Artık daha korkunç değil geçen bir troykadan;

Yalnızca bir günlüğüne yaşar devletler ve teknoloji,

Sonra giderler yollarına geçip yanı başımızdan.”

Kalıcı tek şey yeryüzünde,

Geçip gitmiş bir yıldız ışığı gibi

Süre giden ışığıdır onun

Bir zamanlar “insan ruhu" dedikleri.

Eriyip gideceğiz ve yine olacağız orda

Önemi yok nerde ya da hangi zamanda

Voznesenski’nin ,Oza’nınki kadar okuru olmasa da A. Necdet, G. Durusoy, M. Husanov tarafından çevrilen bir diğer kitabı da 1997’de yayımlanan Telefon Kulübesi’dir. Kitaptan “İnsan Organizmasında” başlıklı şiiri aktarıyoruz:

İnsan organizmasında

yüzde doksan su var,

Paganini’de belki

yüzde doksan aşk!

Ayrıca, bir istisna olarak

kalabalık eziyorsa sizi,

insan tutumunda

yüzde doksan iyilik...

Yüzde doksan müzik

külfet olsa bile,

içimdeki çer çöpe rağmen,

yüzde doksan sen.

Şairden bir şiir daha paylaşmazsak buraya kadar söylediklerimiz eksik kalacakmış, yeterli olmayacakmış duygusu içimizi kemirecek. Bu duygudan kesin olarak kurtulmasak da “yeteri kadar uzaklaşmak” istiyoruz. O nedenle Ülkü Tamer’in çevirdiği bir başka Voznesenski şiirini, “İlk Buz”u aktarıyoruz:

Telefon kulübesinde titriyor bir kız.

Büyük mantosunun içine gizlemiş

gözyaşlarının dudak boyasına

karıştığı yüzünü.

İncecik avuçlarına hohluyor.

Parmakları buz tutmuş.

Bir başına dönecek evine

Buzlu sokaklarda.

İlk buz. Buzun ilk tutuşudur.

Telefon cümlelerinin ilk buzu.

Donmuş yaşlar parlıyor yanaklarında.

Gönül kırıklığının ilk buzları

Yazımızın gelecek bölümünde İranlı şair kadın Furuğ (Furuğ Ferruhzad) ile devam edeceğiz.