Yeniden Cahide Birgül!
Cahide Birgül’ün Geceye Uyananlar romanı Kafka Kitap tarafından yayımlandı. Geceye Uyananlar’a baktığımızda problemler, tahammülsüzlükler ve çözülmemiş, iki dudak arasında kalmış cümleler tarafından “korunan” bir aileye çıkar karşımıza: Ölü bir baba, ölmek üzere olan bir anne, zihinsel engelli bir kardeş, “teşkilat” üyesi bir abi ve oradan oraya savrulan genç bir kadın…
Geçtiğimiz günlerde Kafka Kitap, Cahide Birgül’ün kitaplarını yeniden yayımlama kararı aldığını duyurdu. Enis Köksaldı yönetmenliğinde, Öykü Özçinik’in editörlüğünde hayata geçen fikir sonucunda da biz okurlar, daha önce ismini pek duymadığımız, kaleminin lezzetinden bihaber olduğumuz başarılı bir yazarla tanışma fırsatı bulduk.
1956’da Ankara’da doğan Birgül, mimar olarak sürdürdüğü hayatında her zaman edebiyatla iç içe oldu. Gölgeler Çekildiğinde, Ah Tutku Beni Öldürür müsün, Eflatun Koza, Aklın Yolu Birdir – Talat Halman’la Söyleşiler isimli kitapların yazarı olan Birgül’ün Geceye Uyananlar romanıysa yazımızın esas konusudur.
AİLE DEVLETTİR
Aynı evde yaşamak, aile olmak bazen sanıldığından daha büyük problemlere sebep olur, hatta problemler, aile olmanın temel şartlarından biri hâline bile gelir çünkü bir arada kalmak, birbirini sevmek, zorunluluğa dönüşmeye başlayınca en büyük ortak payda işte bu problemler üstüne inşa edilir.
Cahide Birgül’ün Geceye Uyananlar romanına baktığımızda problemler, tahammülsüzlükler ve çözülmemiş, iki dudak arasında kalmış cümleler tarafından “korunan” bir aileye çıkar karşımıza: Ölü bir baba, ölmek üzere olan bir anne, zihinsel engelli bir kardeş, “teşkilat” üyesi bir abi ve oradan oraya savrulan genç bir kadın…
Uzman çavuş olan baba, her ne kadar ölmüş olsa da evin her yerine sinmiş durumda. Bunu ilk sayfalardan beri hissediyoruz. Hatıraları, yaptıkları, yapmadıkları evin demirbaş eşyalarından biri sanki; çok yer kaplıyor, atsan atılmıyor. Bunlar arasında en somut olanıysa kamçı koleksiyonu. Önceleri duvarda aslı duran, gün aşırı tozu alınan kamçılar, babanın ölümüyle birlikte eski bir valize konup, “teşkilatçı” abinin yatağının altına gömülüyor.
Evin genç kadını olan Nilüfer’in, abisi Haluk’u babasına benzetmesi biraz da bu yüzden. Biraz da Haluk’un, babasının tavırlarını bilinçsiz de olsa taklit etmesinden. İkisini de sevmiyor Nilüfer. Sadece zihinsel engelli abisi Memo’yla meşgul oluyor ve annesiyle ilgilenmek için hastaneye gidiyor. Hastaneden dönerken İstiklal Caddesi’ne uğruyor sürekli. Kalabalık ona iyi geliyor.
Annenin beklenen ölümü tahmin edilenin aksine Nilüfer’i de Haluk’u da pek sarsmıyor. Hatta Nilüfer ondan kolayca kurtuluyor; eşyalarını kapıcıya verip bütün odayı boşaltıyor, yetmiyor, ahşap zemini bastıra bastıra siliyor.
İçten içe de annesine benzediğini düşünmeye başlıyor. Anne gibi bir Nilüfer, baba gibi bir Haluk ve çocuk gibi bir Memo… Elimizde bunlar kalıyor. Hatta Nilüfer evde temizlik yaptığı bir gün kamçıların olduğu eski valize denk geliyor. Kendine bir şeyi ispat etmek için açıyor valizin düğmelerini, sonra korkarak kapatmaya çalışıyor, iyice eli ayağına dolanıyor.
“Birden onun hiç kapanmayacağını, içinde yıllardır sabırla bekleyen kamçıların da sinsice dışarı süzülüp duvarda yan yana sıralanacaklarını düşündüm. Bir daha, bir daha bastırdım, sonunda yerine oturdu. Yatağa sırtımı dayadığımda kilometrelerce koşmuş gibi ter içinde kalmıştım. Kolumu kıpırdatacak halim yoktu.”
Onun aksine Haluk’sa “bölgeye” operasyona gidip gelen biri. 90’lı yıllar. Faili meçhuller ve Cumartesi Anneleri dönemi… Haluk mesleğinde, yasak aşkında yaşadığı gelgitlerle boğuşurken, hep yattığı yatağın altındaki kırbaçların verdiği tuhaf huzuru hissediyor. Onlarla beraber varoluşu tamamlanıyor sanki.
“Onlara dokunmak rahatlatacak, gevşetecek, tekrar eski Haluk yapacaktı beni. Kamçılarımı duvarımda hayal edince Nilüfer geldi aklıma. Eminim buna karşı çıkacaktı. Çıksın. O bir engel değil benim için. Ne olursa olsun bir gün çıkarıp asacağım onları. Benim onlar. Benim kamçılarım…”
EV ZİNDANDIR
Aslında özgür bir kadın Nilüfer; özgür ve güçlü. Babasıyla abisinin baskısına hiç boyun eğmeden hayatının iplerine sıkı sıkıya yapışmış durumda. Yaşadığı sayısız aşk hikâyesini bir yana bırakırsak, ona asıl güçlü durmayı öğretenin Memo olduğunu düşünmeye başlıyoruz çünkü Memo her şeyin ana belirleyeni. Annesi böyle bir çocuk doğurduğundan dolayı içten içe utanıyor çünkü. Sevginin yerini acıma alıyor daha çok. Bunlar da yetmeyince, kocasının deli kardeşinden pay biçerek, suçu genlere atıyor. Babaysa Memo’yu askere gönderip adam etmenin peşinde o yıllarda. Haluk biliyor aslında olacakları ama ses çıkarmıyor. Tarifi pek mümkün olmayan bir kıskançlıkla dolu her yanı. Ölür orada, diye düşünüyor. Kimselere söylemiyor, kendine bile, sadece düşünüyor. Memo’ysa askere gidip geldikten sonra hepten kötüleşiyor, bırakalım konuşmayı, sadece belli mırıltılar çıkarmakla yetiniyor.
Memo’yla beraber her şey daha da kötü oluyor sonra. Ölüler çıkageliyorlar. Anılar, kötü alışkanlıklar, başarısız ilişkiler de ekleniyor üstlerine ve karakterlerin iç çatışmaları, evdeki çatışmayı katbekat aşmaya başlıyor.
Cahide Birgül bu romanı kısa bölümler hâlinde kurguluyor. Tek sayılar “Kız Kardeş”, çiftler “Ağabey” olarak başlıklanıyor her seferinde. Yaşananlar, hatıralar her ikisinin gözünden, farklı yargılarla yinelenirken, geleceğe yönelik kurulan hayallere pek fırsat kalmıyor. Ev, buna müsaade etmiyor.
‘BU NE KÜSTAHLIK?’
Cahide Birgül gibi bir yazarla okurları yeniden buluşturmak neresinden bakarsak bakalım bir teşekkürü hak ediyor. Yaklaşık on yıl sonra yeniden yayımlanan bu kitaplar daha önceleri Everest, Metis, İş Kültür, Oğlak tarafından basılmış ve en fazla iki baskı yapmış.
Kendisiyle yapılan bir röportajda, yazmak ve yayımlamakla ilgili söyledikleri dikkate değer.
“Onu [romanı] elime aldığımda sevinçten çok mahcubiyettir beni kuşatan. ‘Bu ne küstahlık?’ derim kendi kendime. ‘Yazıyorsun ve bastırıyorsun. İnsanlar okusun diye. Bu nasıl bir kendini beğenmedir?’ diye sorarım. Çünkü yazmanın bütün aşamalarında tek kişilik bir eylem olduğunu düşünürüm. Sonunda da öyle olmalı, madem bir kişi yazdı, sadece o kişi okumalı. O kadar… Bundan sonrası tam bir ‘kendini bilmezlik’ hâli bence. Ama hangi yazar egosuyla başa çıkmış ki ben çıkayım?”
Umarız bu defa kıymeti bilinir ve okuruna kavuşur.