İbrahim Halil Kağar: Şiirin amacı kaderle savaşmaktır

Nota bilmeden besteler yapan şair İbrahim Halil Kağar’ın yeni şiir kitabı “Gecelerin Kirpisi” adıyla yayımlandı. Diyarbakır’ı, şiiri ve müziği konuştuğumuz Kağar, 11 yıl önce yendiği kanser hastalığına da gönderme yaparak, “Müzik ve şiir gibi iki güzel sevgilisi olanı kimse yıkamaz” diyor.

Google Haberlere Abone ol

Her zaman kıpır kıpır bir heyecan. Kişisel bir deneyimi ya da bir kitabı, önüne geçilemez bir iştahla anlatma hevesi. Şiirlerden, düşünürlerden alınan destekle hayatı yorumlama biçimi. Yerinde duramamak halinin en canlı örneği. Ama asla zarafeti elden bırakmadan. Hekim, şair, müzisyen, iyi bir insan.

Çok mu abarttım. Bilemem. Örneğin, şiirini bilirim de bir hastasını muayene ederken görmedim onu. Şarkı söylerken dinledim de ev içindeki hallerine tanık olmadım. Bu yüzden biri çıkıp aksini iddia ederse ne diyeceğimi bilemem muhtemelen.

Ama İbrahim Halil Kağar denildiğinde ilk aklıma gelen cümleler bunlar oluyor. Korona virüsünün dünyayı kasıp kavurduğu günlerde buluştuğumuzda da böyle bir insan vardı karşımda.

Lîs Yayınları’ndan yeni çıkan Gecelerin Kirpisi adlı şiir kitabında, Kağar’la ilgili şu bilgiler yer alıyor: “1952 yılında Diyarbakır’da doğdu. İlk, orta, lise ve Tıp Fakültesi eğitimlerini Diyarbakır’da tamamladı. Uzmanlığını Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Ana Bilim Dalı’ndan aldı.” Önceki kitaplarının adları ve müzikle uğraştığı bilgisi de veriliyor. Ama bunun dışında, çok sık olmasa da karşılaştığım, çay içtiğim, edebiyat ve sanat üzerine konuştuğum İbrahim Halil Kağar kimdi?

İKİ MUHACİRİN ALTINCI ÇOCUĞU

Kahvaltıcı Alaaddin’in Değirmen adını verdiği kafesinde, karşımda oturuyordu. Ulu Cami yan taraftaydı. Kafede çalınan müzik ile camide okunan ezanın sesi birbirine karışmıyordu. Ezan okunduğunda müzik susuyor, ezan bittiğinde kaldığı yerden devam ediyordu.

İbrahim Halil Kağar kimdir sorusuna, “İki muhacirin altıncı çocuğu” diye cevap veriyor. “Babam Şeyh Said İsyanı’ndan sonra tek başına gelip Diyarbakır’a yerleşmiş. Kanîreş’ten (Karlıova’dan). Annemin ailesi, Ruslar Bitlis’e girdiğinde Diyarbakır’a göç etmiş. Bu nedenle iki muhacirin altıncı çocuğuyum.”

Babasının hikayesini çok merak ediyor Kağar. Çünkü o, daha 13 yaşındayken babası veda etmiş hayata. Babasının çok iyi Kürtçe ve Türkçe konuştuğunu, Osmanlı Bankası’nda memurluk yaptığını, banka kapandıktan sonra ticaret yaptığını, ortağı tarafından dolandırıldığını, bir değirmen işlettiğini ve ufak tefek olarak tarif ettiği babasının un çuvallarını sırtında taşıdığını hatırlıyor Kağar. Babasıyla ilgili esas merak ettiği ve içinde ukde olarak kalan soru ise şu: Şeyh Said İsyanı sırasında babasının başına neler geldi? Neden Diyarbakır’a yerleşmek zorunda kaldı? Kağar, “Keşke sorsaydım” diyor, geç kalmış olmanın kederiyle.

SAĞ ELİN İÇİNDEKİ LEKE

Ermenilerden kalan, küçük avlusu olan bir evde doğmuş Kağar. Avlunun etrafını kuşatan tek odalı evlerden birinde. “Kuyumuz” adlı şiirinde bu evden söz eder. Evlerinin etrafında köşklerin, bu köşklerde beylerin yaşadığını yazar. Avlulu tek odalı evde mutluluğa benzer bir çocukluk hissettirir kendisini. Yine de kolay bir çocukluk değildir bu. Şiire adını veren kuyudan su çekmek de kolay değildir ki şöyle diyor Kağar: “İnanmazsan/Gel/Gör!/Sağ elimin/İçindeki lekeyi.”

Kağar’ın sağ elinin içindeki siyah leke hâlâ duruyor ama kuyunun yerinde yeller esiyor. Çünkü kuyu, kuyunun içinde bulunduğu avlu Suriçi’ndeydi. Ermenilerin, Mardinli Arapların, Kürtlerin yaşadığı bir mahallede. “Kentler içinde doğduğumuz evin evidir” diyen Kağar, “Suriçi’ndeki her taş değerliydi çünkü tarihti. Taşlar, avlulu evler, dar sokaklar incelenmeliydi, korunmalıydı. Evimizi koruyamadık ne yazık ki.”

Çocukluk günlerine kadar uzanmışken, o yıllarda Kürtçeyle ilişkisine de değiniyoruz Kağar’ın. “Annemiz babamız bizimle Kürtçe konuşmazdı” diyor Kağar ve ekliyor: “Aslında birçok Diyarbakırlı Kürtçe konuşmazdı çocuklarıyla. Kürt olduğumuzu bilirdik ama Türkçe konuşurduk. Şimdi fark ediyorum ki anne babalar çocuklarını korumak için Türkçe konuşurlardı. Kürtçe o zaman da sakıncalıydı çünkü.”

ANNENİN TEK KÜPESİ

İlkokuldan başlayarak dersleri hep iyi olmuş Kağar’ın. Babaları vefat edince ailenin yükünü omuzlayan ağabeyi de bunu görmüş, okuması için destek olmuştur. “İstanbul’da okumak hevesi vardı bizim kuşakta. Ben de Kimya bölümünü kazandım. Ancak bir yıl okuyabildim orada. Ailemden de gizli olarak tekrar sınava girdim ve Dicle Tıp Fakültesi’ne geçtim.”

O tarihlerde mahallede üniversite okuyan çok kişi yoktur. Bu nedenle parmakla gösterilirmiş, “Tıpta okuyor” denilerek. Elbette annesi de oğluyla gurur duyuyor. Harçlıksız kalan oğluna, bezlere sarıp sarmalayarak özenle sakladığı tek altın küpesini veriyor. Bunu hiç unutmuyor Kağar. Yıllar önce annesine verdiği sözü de hatırlıyor: “Çok küçüktüm, annem elimden tutmuş bir yere gidiyorduk. O zaman ona ‘Seni kurtaracağım’ demiştim. Ailenin içinde bulunduğu durumu fark etmiştim demek. Fakülteden mezun olup para kazanmaya başladıktan sonra 8 yıl annemle yaşadım. Ona iyi bakmaya çalıştım.”

NOTA BİLMEDEN BESTELENEN ŞİİRLER

Ancak tıpta okuyan genç İbrahim Halil’in bir hevesi daha vardır: Müzik. “Çocukluğumdan beri hep şarkı, türkü söylerdim. İstanbul’da okurken bir mandolin almıştım. Mandolin çalmayı kendi kendime öğrendim. Kaldığım yurtta oda arkadaşlarım çok sıkılıyordu, bilmeden mandolin çaldığım için. Diyarbakır’a döndükten sonra gitar aldım, gitar çalmaya başladım.”

Düğünlerde çalıp söyleyen bir grupla tanışması da bu sıralara rastlıyor. Grubun bir soliste ihtiyacı vardır. Kağar’ın sesini beğeniyorlar ve grupla birlikte iki yıl boyunca düğünlerde şarkı söyler. “Bazen çok iyi para kazanırdık” diyor Kağar. Ama fakülteyle birlikte düğünlerdeki solistlik günleri de biter.

Müziğe ilgisi ise hiç bitmez. Nota bilmeden yazdığı şiirleri besteler. Bu bestelerin çoğu zamanla unutulur gider. Birkaçı hariç. Mırıldandığı şarkılardan biri tanımadığı bir müzisyenin dikkatini çeker, “Bu çok iyi bir şarkı” diyerek över. Böyle tanışırlar ve mırıldandığı şarkıya nota yazılır. Ardından başka şarkılar gelir ve yıllar sonra bir kez daha sahneye çıkar Kağar. Arkasında devlet sanatçıları vardır. Kağar, gülerek, “Eşim ve kızım, ‘Sen ev sanatçısısın’ derlerdi bana. Konsere onlar da geldiler, dinlediler beni. ‘Artık bana ev sanatçısı diyemezsiniz’ dedim onlara” diyor.

Gecelerin Kirpisi, İbrahim Halil Kağar, 88 syf., Lis Yayınları, 2020.

‘RİTİMSİZ HİÇBİR ŞEY GÜZEL DEĞİLDİR’

Kağar’ın şiirlerinin bestelenmeye uygun bir formda olmasının nedeni de müziğe duyduğu ilgi nedeniyle olsak gerek. Esasında Kağar hem Türkçe şiire hem de dünya şiirine vakıf ama yazdığı şiirler, şiir bilgisine-birikimine yaslanmıyor, daha çok kendisini ezgiye bırakıyor. “Ritimsiz hiçbir şey güzel değildir. Şimdi yaptığımız sohbetin de bir ritmi var mesela. Şiir yazarken kelimelerin ritmi yönlendiriyor beni” diyor Kağar.

Şiirle ilgili düşünceleri aslında hayata bakışını da gösterir nitelikte. Şöyle diyor mesela: “Şiirin amacı kaderle savaşmaktır. Değiştirilemez denilen tabuları, yasakları sarsmak için güçlü bir sesleniş, estetik bir ikna, kaynağını gerçeklerden alan, referansını akıl ve bilimden yana kullanan sert ve yaratıcı bir ozan.” Ama bunu söylemekle yetinmiyor, şiiri biraz daha romantik bir şekilde de tarif ediyor: “İyi bir dalgıçtır, en derin denizlerden en nadide incileri çıkaran, insanlığa armağan eden.”

SOHBETTEN UZAK TUTTUĞUMUZ TEHLİKE

Böyle uzayıp gidiyor sohbet. Sonra kafeden dışarı çıkıp Dağkapı’ya doğru birlikte yürüyoruz. Hava kararmış. Yağmur usulca çiseliyor. Gazi Caddesi boşalmamış olsa da tenhalaşmış. Oysa cadde, kış günü bile bu saatlerde daha kalabalıktı.

“Sahi” diyorum kendi kendime, “Korona virüsü belası var, insanlar tedbir için erkenden evlerine atmışlardır kendilerini.” Böyle umut ediyorum, herkes panik yapmadan tedbir almanın bir yolunu bulsun istiyorum.

İbrahim Halil Kağar’la korona virüsüne dair hiç konuşmadık. Kağar, 11 yıl önce kanseri yenmiş, hasta yatağında şiirlerini kitaplaştırmaya karar vermiş ve yaşama umudunu hiç yitirmemiş bir insan. Sabah evden çıkmadan udunu eline alıp şarkı söyleyen, hastalarına şiirler okuyan bir hekim. Biraz bu yüzden biraz da “Müzik ve şiir gibi iki güzel sevgilisi olanı kimse yıkamaz” dediği için korona virüsü tehlikesini teğet geçiyoruz.

Çok iddialı bir cümle. Ama öyle görünüyor ki korona virüsü nedeniyle pek çok kimse eve kapanmak zorunda kalacak. İşte o zaman eve kapanmanın sıkıntısıyla başa çıkmanın yolu müzik, kitaplar ve filmler olacak. Demem o ki, olası bir karantinaya hazırlık için marketlerin temizlik ve gıda reyonlarından ihtiyaçlarımızı giderelim ama kitapçılara uğramayı da ihmal etmeyelim.

Kağar’la teğet geçtiğimiz korona virüsü, umarım herkesi teğet geçer.