Hayatları duyan ve gören bir roman: Ausgang
Serkan Türk’ün ilk romanı “Ausgang”, Yitik Ülke Yayınları tarafından raflarda yerini aldı. “Ausgang” bir tavuskuşu romanı değil, ama tavuskuşu gibi kuyruğunu açmış hayatların romanı; renkli, ahenkli, göz kamaştırıcı ve elbette hüzünlü…
Arzu Alkan Ateş
Ausgang, Serkan Türk’ün ilk romanı. Yitik Ülke Yayınları tarafından geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Romanın hem kapak görseli hem adı oldukça dikkat çekici. Türk’ün öykülerine aşina olan okur onun kendine ait bir sesi olduğunu bilir. Bu ses usul usul konuşur okurla. Acele etmeden, zamanı yavaşlatarak, anlara odaklanarak, nesneleri görünür kılarak, duyguları içselleştirerek... Ve bir an gelir bu ses sizi köşeye sıkıştırır. Kendinizle yüzleşemediğiniz takdirde buradan çıkış yok, der. Çıkış yok!
Ausgang, işte bu sesin zirveye ulaştığı son noktadır. Sınırları çizen kim? Sınırları aşamayanlar kimler? Bir kor gibi düşer içimize bu sorular. Aslında cevabını bildiğimiz ama bilmezlikten geldiğimiz bu soruların cevabını hatırlamamızı ister Türk. Hani görüp de unuttuğumuz, bilip de sustuğumuz anlar vardır ya işte o anlarla yüzleşmenin romanıdır Ausgang. “Sınırlar daha çok insanın ölmesidir.”
Romanın anlatıcısı roman boyunca kendisiyle konuşur. Geçmişle hesaplaşmak üzerine kuruludur bu konuşma. İçinde bulunduğu yalnızlığı anılarıyla doldurma uğraşı da denilebilir. Ve onun ada’ya varmasıyla başlar roman. Bu elbette iyi bir tercihtir. İnsan kendisiyle, geçmişiyle ancak bir ada’da hesaplaşabilir. Çünkü ada yalnızlıktır. Ada özgürlüktür. Ada çaresizliktir. Ada yabandır. “Bir yıldız, gökyüzünde çiçeğe dönüşür.” Yani ada aslında metafordur. Türk’ün mekânların ruhundan anladığının bir göstergesidir bu. Kahramanının sıkışmışlığını başka bir mekânda bu kadar iyi ortaya koyamazdı.
Romanın diğer anlatıcısı Onnik Efendi’dir. Yıllar önce tuttuğu günlük Hami Pazarlının eline geçmiştir. Kendisi hayatta değildir. Yaşamı çoktan anı olmuştur. O yaşam acıyla yoğrulmuş ve unutmayla bitmiştir. Bir ülkenin sınırlarında, bir kimliğin imkansızlığında, bir aşkın yarım kalmışlığında, bir çemberin içinde hatırlamak ve unutmak. “Zaman bize istediğimizi değil, istediğini verir.” Ve “Hiçbir şey yalnızlıktan daha uzun sürmez.” Kayıplarımız ne kadar çoksa yalnızlığımız o kadar büyüktür. Onnik Efendi, birilerinin ötekileştirdiği, yalnız bıraktığıdır. “Oysa yeryüzünde ülkeler de çöker fikirler de...” Çökmeyen insanlar vardır. Çürümeyen ruhlar. Onnik Efendilerin ruhudur bu. Haksızlığa uğradığı halde, kötülüğe başvurmayan, içindeki yarayı pansuman etmesini bilenlerin...
“Şehirler akvaryuma dönüşür ve başını dönüp dönüp camlara vurursun.” Serkan Türk romanın bir yerinde insanlığın trajedisini böyle anlatır. Ausgang’ın kahramanları bu trajediyi sahneye koyar. İşinden kovulan ve hırsızlıkla suçlanan Hacer, Almanya’ya gidip geri dönmeyen babasına mektuplar yazar. Yolunu kaybettiğini düşündüğü babasına çıkışı gösterir. Bulgaristan’dan göç eden Hasan, “Bana bir gün Georgi adını verdiler” der. Türkçe konuşmanın yasaklandığı, türlü zulme uğradığı, vatanı bildiği Bulgaristan’dan kaçıp gelir. Gelir gelmesine de geldiği yerde de öteki olur. Sınırın karşısından atılan bomba Hami Pazarlı’nın anne ve babasının evlerini başlarına yıkar. Enkaz altında iki beden tek ruh kalır. Ve daha niceleri. Parça parça öykülerle ilerler roman. Her hikâyede başını camlara çarpa çarpa çıkışı arar adı, kimliği, dini, dili farklı olan insanlar.
Geri dönüş ve bilinç akışı tekniği sayesinde geçmiş şu anla kesişir romanda. Gördüğü bir nesne, işittiği bir melodi, aldığı bir koku bilincin koridorlarında bir yolculuğa çıkarır insanı. Ve vardığı son nokta elbette bilincin kör karanlığında pusuya yatmış bekleyen anılardır. Hatırladıkları ona bugün kurduğu yaşamın ipuçlarını gösterir. Aslında değişen bir şeyin olmadığını anlar. “Yaşam bir döngüdür.” Ve ne yazık ki “Sağır taklidi yapan Tanrı” bu döngünün değişmesini istemez. Onnik Efendi Balat’taki bodrum katında günlerce boşuna mı gizlenmiştir? Annesi, babası ve sevdiği kadın Hranuş boşuna mı öldürülmüştür. Bütün acılar boşuna mı çekilmiştir. Belki bir gün her şey değişir diyedir. Tanrı yeniden duymaya başlar, diyedir. İnsan denilen varlık insan olduğunu hatırlar, diyedir. Devletler günü geldiğinde ürettikleri fikirlerin kendi çöküşlerini hazırlayacağını fark eder, diyedir. Sınırları koyanlar, o sınırlar içinde hapsolacaklarını anlarlar, diyedir. Serkan Türk, umudun eşiğinde bırakır bizi. Umut olmadan yaşam nasıl devam eder?
DOĞANIN DİLİ...
Serkan Türk doğanın dilini okumayı bilen bir yazar. Bunun izlerine öykülerinde de rastlarız. Doğayla ilgili tecrübelerinden sık sık yararlandığını bildiğimiz Türk, Ausgang’da doğayı bir imgelem, bir metafor olarak değil gerçek varlığıyla yorumlar. “Ama nedense vahşi olduğunu düşündüğümüz hayat aslında evcildi de, biz tersini düşünüyorduk. Ormanların arasında uçuşan kuşlar, dalların arasında bir meyveymiş gibi asılı goriller, sekerek ağaçların arasında kaybolan ceylanlar bizden özgürdü. Her hayvan kendi sınırını bilip ona göre yaşıyor. Ya insan, ne kendi sınırının farkında ne de başkasının sınırlarının. Görünmezin duvarlarına toslaya toslaya yaşayıp gidiyoruz.” Bir ağacın hatıraları, bir çiçeğin söyledikleri, aklımıza duyduğumuz güveni boşa çıkarır. Doğanın ruhu bizim aklımızdan çok daha üstündür. Tabi anlayana. Türk, belli ki bunu anlamıştır ve satırların arasında gezinen okura da sezdirmek ister. “Küçük ırmak nereye akarsın?/ Sana akarım. / Neler gördün yeryüzünde? / Taşlar gördüm. Her şeyi bilip susan. Kırlar gördüm, yayla kuzuları görmüş. Ağaçları dinledim./ Neler anlattı sana o ağaçlar?/ Gök birdir, sana yeter onun altında geçirdiğimiz zaman.”
AUSGANG FISILDIYOR!
Ausgang hacim olarak küçük bir kitap. Hepi topu yüz doksan sayfa. Ancak çok katmanlı. Zengin bir içeriğe sahip. İnsana ait birçok duygu ve çatışmanın irdelendiğini fark ettiğiniz de kitabın sonuna gelmiş oluyorsunuz. Evlilik kurumunun sorgulandığı bir bölüm var ki, çok dürüst bir yaklaşımla, evelemeden gevelemeden söyleyeceğini söyleyip geçiyor, Türk. Romanın kahramanlarından Sıdıka’nın kocasının Onnik’e eşi ve evlilikle ilgili duygularını anlattığı bölüm, evliliğin ilişkileri nasıl yıprattığını çok iyi özetliyor. Ayrıca Hami Pazarlı’yla uçakta karşılaşan bir kadına söylettikleriyle evlilik kurumunu irdeliyor Türk. “Senin evli olmadığını öğrendiğinde, iyi bir evliliğin mümkün olmadığını anlatıyor. Bunun büyük bir aldatmaca olduğunu, eşlerin birbirlerinin hayatlarını işgal ettiklerini, böyle bir şeyin aslında insan doğasına aykırı geldiğini...” İnsanın bencilliği sadece doğaya, hayvanlara, bitkilere karşı değil, insan kendi türüne karşı da bencil bir varlık. Kendini zübde-i âlem sanan ama bir zerrecik olduğunu unutan insan için belki de tek çıkış kim olduğunu hatırlamasıdır.
Ausgang, içinde bulunduğumuz şu karanlık günlerde, her birimizin kulağına işte bunu fısıldıyor. Sınırları koyanlar, koydukları sınırların içinde başlarını camlara vura vura dolaşıyor. Ve biz de bundan nasibimizi alıyoruz. Ama umudunuzu yitirmeyin diyor Serkan Türk. “Zamanın seni bilmediğin, korktuğun bir şeye dönüştürmesine izin verme. Karanlık, kimine göre yeryüzünün apaçık görüldüğü tek şey. O parlak ışıkların altında başını dik tut ve sadece yürü. Sırtına güven. İçine hapsolduğun o sığınaktan, korkulardan ve korkuluklardan uzaklaşacak ve hayatın olanaklarını fark edip çıkışı bulacaksın...”