Kıskançlık, kibir ve mutlu aile tablosu
Fransa Akademisi Roman Büyük ödüllü yazar Amélie Nothomb’un anneliğe, evliliğe, kıskançlığa dair masalsı bir üslupla yazdığı romanı “Acıyla Çarp Kalbim” Turkuvaz Kitap tarafından yayımlandı. Ayşe Ece tarafından çevrilen roman, okuru yedi büyük günahın farklı temsiliyetleriyle karşılaştırıyor.
İncil’de net olarak geçmese de “yedi büyük günah” diye tabir edilen suçlar çeşitli bölümlerde karşımıza çıkar. (Örn: Galatyalılar 5:19-21) Bu günahlar, Hristiyanlık resmiyet kazandıktan sonra, 4. yüzyılda Keşiş Evagrius Ponticus tarafından kabaca belirlenmiş olsa da Çileci John Cassian bu fikirleri geliştirerek sekiz maddelik bir liste çıkarmıştır ortaya. 6. yüzyıla geldiğimizde Papa I. Gregorius tarafından yeniden ele alınan “büyük günahlar” yediye düşürülmüş ve tüm günahların temelinde bunların olduğu ileri sürülmüştür.
Kibir, açgözlülük, şehvet, kıskançlık, oburluk, öfke ve tembellik… Yedi büyük günah, yedi sanat dalı tarafından da pek çok defa işlenmiş, farklı estetiklerle geliştirile bozula karşımıza getirilmiştir. Amélie Nothomb’un yazdığı, Acıyla Çarp Kalbim isimli roman da yedi büyük günahın farklı temsiliyetleriyle karşılaştığımız “tuhaf” bir hikâye. Ayşe Ece tarafından çevrilen, Turkuvaz Kitap tarafından basılan roman, Nothomb’un dilimize çevrilen on küsur kitabından biri.
Nothomb, oldukça üretken bir yazar. Her yıl bir kitap yayımlıyor. Hatta rivayet odur ki her sene üç kitap yazıyor ancak bir tanesini yayımlatmaya değer buluyor. Bunun ne kadar doğru olduğu bilinmez ancak biz okurlar severiz böyle “gizemli” şeyleri.
‘YARATTIĞIN ŞU BAŞYAPITA BAKSANA!’
Marie yaşadığı çevrede herkesi kendine hayran bırakan genç ve güzel bir kızdır. Ancak bu güzellik öyle kolayca açıklanacak bir şey değildir. Onun çekimine kapılmamak, onu kıskanmamak, arzulamamak elde değildir. Marie her ne kadar mesafeli görünse de herkesin, her şeyin farkındadır; ikinci bir adı da kibir olup çıkmıştır adeta.
Marie popülerliğin doruğunda, arzunun o bitmek bilmeyen doyum noktasındayken hamile kaldığını öğrenir. Sevgilisi Olivier çıldırırcasına sevinmiş ve derhal evlilik hazırlıklarına girişmiş olsa da Marie kendini hiç iyi hissetmemeye başlar.
O vakte kadar evliliğin, çoluk çocuğa karışmanın ölmekle eşdeğer olduğunu savunan Marie’nin esas çatışması bebeği doğduktan sonra başlar. Bu öylesine harika bir kızdır ki tanrıları dahi kıskandıracak güzellikledir, bu yüzden ismi Diana olur.
“Olivier bebeği onun kucağına verdi. Bebeğine bakarken şöyle düşündü: ‘Benim hikâyem sona erdi. Artık senin hikâyen anlatılacak.’
Tarih 15 Ocak 1972’ydi. Marie yirmi yaşındaydı.”
O saatten sonra kızının gölgesinde kalmaya başlayan Marie, Diana’yı ölürcesine kıskanmaya başlar. Bütün ilgiyi küçücük bir bebeğe kaptırmıştır ve bunu içine sindirmek bir yana, günün her anında belli etmeye başlar. Sadece eşi Olivier değil, zaman geçtikçe anne babası, komşuları, yakın dostları da durumun vahametini fark ederler. Ancak Marie’de hiçbir değişiklik olmaz.
Tabii bu kıskançlık, Diana’ya fiziksel bir zarar verme noktasına asla gelmez. Onunki daha çok sevgi eksikliği, şefkat eksikliği şeklinde vücut bulur ve bu bile küçük Diana’nın psikolojisini altüst etmeye yeter de artar.
AÇGÖZLÜLÜK VE ÖFKE
Marie’nin ikinci hamileliği erkek bir bebek katar aileye. İsmi Nicolas’tır. Yeni yeni kendini bilmeye başlayan Diana, annesinin tavrı karşısında iyice şaşırır çünkü Marie, Nicolas’ı çok seviyor, onu öpmelere doyamıyordur.
O aklıyla maruz kaldığı çifte muameleyi cinsiyet farklına yoran Diana, soğuk, sevgisiz bir çocuk olarak büyümeye başlar. Ara sıra babası Olivier’ın kollarıyla avunsa da daha çok dedesiyle ninesinin şefkatine sığınır.
Marie’nin üçüncü hamileliğini haber alan Diana, Tanrı’ya yana yakıla dua etmeye başlar sonraki günlerde. Kardeşi kız değil, erkek olsun diye yalvarır çünkü annesinin kız çocuklarını sevmediğini düşünür.
Ancak doğan bebek kızdır. İsmi Célia konur. Diana, küçük kardeşini nasıl koruyacağına, annesinin yoksun bıraktığı sevgi ve şefkati Célia’ya nasıl vereceğinin hesabını yaparken hastane odasında gördüklerine hepten şaşırır. Marie, Célia’yı kucağından düşürmüyor, Nicolas’ı bile kıskandıracak kadar çok seviyordur.
“Diana işte o an çocukluğunu geride bıraktı. Ancak ne ergenliğe ne de yetişkinliğe adım atabildi, çünkü daha beş yaşındaydı. Bu durumun içinde açtığı o derin uçuruma düşüp yok olmama saplantısına takılıp kalmış, hayata küsmüş bir varlığa dönüşmüştü.”
Diana’nın travması çeşitli çatışmalarla düşe kalka ilerlerken ortaya atılan her soru, ailenin kutsallığına bir iğne daha batırır. Ailenin aldığı her darbe anneliğe, babalığa, dahası sevgiye yönelik bir eleştiri olarak karşımıza çıkar.
Bunun en net halini Diana ile Célia arasında buluruz. Biri hiç sevilmemişken, diğeri fazla sevilmiştir; ikisi de ciddi travmalara maruz kalmışlardır ki karakterlerin devam eden hayatlarında buna fazlasıyla tanık oluruz. Sevgi gibi zaman da yeniden kavuşulamayan, telafisi mümkün olmayan bir şeye dönüşür; bunun sonucu da kıskançlık hissini iyiden iyiye arttırır.
MASALSI TAT
Acıyla Çarp Kalbim, her ne kadar sert bir konuyu, büyük bir parçalanmayı işlese de Nothomb’un üslubu oldukça masalsıdır. Düzgün cümleler, sakin ve gergin bir atmosfer romanın tamamına sirayet etmiş durumdadır.
Nothomb, okuru sürekli Diana’nın yanında tutmaya çalışır. Onun safında kalıp, onun duygularını anlamaya çalışıp yine onunla beraber üzülüp başarıya koşmamızı ister; ipi beraber göğüslememizi arzular. Masalsı üslubun üstüne eklenen bu baskın tercih zaman zaman okuma lezzetini bozup duyguları plastikleştirse de Acıyla Çarp Kalbim yerinde bir anne-kız çatışması yaratmayı başarır. Belki de esas problem Diana’nın karakterizasyonundan kaynaklanır; öylesine mantıklı ve iyidir ki rahatsız olmaya başlarız. Erken olgunlaşma, bu endişeyi nereye kadar karşılar orası meçhul.
Son kertede kıskançlık, kıskanılan kişiyi yüceltmeyi beraberinde getirir gibi görünse de onunla mücadele halinde olan birey, arzuladığı nesneyi aşağılamak, değersizleştirmek için bir sürü yola başvurabilir. Hatta onu görmezden gelmek, simgesel ölüme mahkûm etmek de ilk akla gelen şeylerdendir. Tıpkı Marie’nin yaptığı gibi. Ancak her şeyin bir bedeli vardır. Tıpkı Diana’nın yaptığı gibi…