Hayat eve sığar mı?

Mahmut Yesari’nin kaleminden, Münevver ile Murat Çavuş arasında yaşanan bir aşk öyküsü olmasının yanında ilk işçi romanı sayılan “Çulluk” Oğlak Yayınları tarafından yayımlandı. Kadının yeni kurulmuş Cumhuriyet’te değişmekte olan rolünü de anlatan “Çulluk”, bize yazıldığı gündeki Türkiye’nin sanayileşen topluma dönüşümü hakkında olduğu kadar, bunun olmazsa olmazı büyük şehir tutkunu modern insanı hakkında da çok şey söyler.

Google Haberlere Abone ol

Sırma Köksal

“Hayat eve sığar” diyorlar… Pascal, XVII. yy’da “Başımıza ne geliyorsa odamızda oturmayı bilmediğimizden” demişti. Virginia Woolf, 20. yy’ın ilk yarısında Kendine Ait Bir Oda’da kadınlar özelinde söylese de insanın kendine ait alanının vazgeçilmezliğini anlatmıştı. Yeni bir şey değil. Ancak Pascal “azıcık parası olan adam” diyordu, Woolf, gününün İngiltere’si koşullarında kaç guina’lık bir yıllık gelir gerektiğini rakamla veriyordu. Paris’te yoksulluk içinde romanlarını yazmaya çalışan Hemingway de gazetecilikten, kendine ailesinin uzağında çalışabilmek için bir otel odası tutma imkanı bulmuştu. Kısaca, yaşamın bir eve, odaya, bir “özel” alana sığabilmesi için evinizin duvarlarının yaşamınızla örülebilmesi gerekir. Eğer bu temel koşul sağlanamıyorsa, siz yaşama sığamazsınız, olacağı bu. Tükürülüp atılacağınız zamana dek ayakta kalmaya çalışırsınız. Ne kadar süreceği şansa kalmış. Kader!

Konunun daha ince ve ayrıntılı tartışmasını toplumbilimcilere bırakıp edebiyatın duvarlarına sığınalım biz; köyüne sığamamış bir Murat Çavuş’un peşine düşüp Türkçe edebiyatın ilk işçi romanı olarak kabul edilen Çulluk’un izinden gidelim. Aslında ilk işçi romanı olarak tanımlanmasının yanı sıra, kendinden öncekilerle sonrasında gelecekler arasında tuhaf bir kesişme noktasına da denk gelir Çulluk. Üstelik çok mütevazi bir tavırla, kolay okunur bir aşk romanı bütününde yapar bunu.

Açılış, Cibali Tütün Fabrikası’nda çalışan işçi Münevver ile köyünden İstanbul’a göç etmiş –belki de kaçmış demeliyiz- Murat Çavuş arasındaki aşk öyküsüdür. Bu aşk öyküsünde uçarı Murat Çavuş’un bir türlü Münevver’i almaya yanaşmaması, bunun fabrika içinde yol açtığı dedikodular, Murat’a göz koymuş diğer kadın işçilerle Münevver arasındaki çekişmeler, dönemin İstanbul’una ilişkin günlük yaşamın ipuçlarıyla doludur. Her şeyden önce kadın-erkek ilişkisine ilişkin ikiyüzlü bakışı görürüz. Anlatıldığı kadarıyla kadın namusuna ilişkin tüm yargılara karşın, aslında yaşam hiç de bu yargıların beklediği “namus“ ölçütüyle uyumlu değildir. “Namus” birbirine saldırmanın, yaralamanın, yargılamanın silahıdır ve bu kadardır. İkiyüzlülük yaşamın temel örüntüsünde gizlenmemiş, onu doğrudan oluşturmuştur.

Çulluk, doğrudan bir sistem eleştirisine dönüşmemiş olsa da, Münevver’in hastalığında ortaya çıkan tabloyla, bu ikiyüzlülüğün sistematik bir çaresizliği de peşinden getirdiğini görürüz. Sözgelimi Münevver’e hastalığını atlatabilmesi için iyi beslenmesini söyleyen doktor da bunun imkânsızlığını bilir ama yoksulluk karşısında üzülmek, acımak dışında da yapılabilecek şeyler olduğu dile getirilmez. Bırakın iyi beslenmeyi, yaşamı en alt düzeyde sürdürebilmek için bile Münevver’in henüz çocuk yaştaki kardeşinin günlük işlerde çalışması gerekir, patron ise ilk fırsatta çocuğun yevmiyesini ödemezlik eder, Murat ve arkadaşı bu ücret için üstelediklerinde de sonuç, çocuğun bir daha o işe çağrılmaması, ailenin iyice parasız kalması olur.

YOKSULLUĞUN ANLATIMININ AĞIRLIĞI

Bu ilk bölümün ayrıntılarında, savaşlar yorgunu bir şehrin yoksulluğu, topraklar kaybetmiş bir imparatorluktan gelmenin izlerini taşıyan, göçtükleri yer adlarıyla anılan karakterler, mübadele ve savaştan azalarak kalmış Rumlar, yeni hayatta yolunu bulmaya çalışan uyanıklar ve daha niceleri, tam kadro yerini almıştır. Ancak bu ayrıntılar zorlamayla değil, yaşamın akışıyla girip çıkarlar öyküye. Bu gerçekleri dile getiren, fabrika içi yaşamı ilk kez bir Türk romanında tasvir eden Çulluk’u Fethi Naci’nin işçi romanı olarak görmemesinin ardında da bu yatar. Bu ilk bölüm işçi olmanın özgül gerçeğinden çok, yoksulluğun anlatımının ağırlığı altındadır, emekçinin bilinçlenmesi evresine de ulaşmaz. Ama burada bırakıp gidebilir miyiz?

Çulluk, Mahmut Yesari, Oğlak Yayınları, 416 syf., 2019.

EMEKÇİ KADIN TASVİRİ

Çulluk’un ilk yayımlandığı 1927 yılında, üst üste yaşanmış ve ağır yıkımlar getirmiş savaşların ardından kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti henüz dört yıllıktır. Devlet yatırımlarıyla ülkede sanayi girişimleri yapılmakta ve yeni iş kolları kadınlara daha yoğun biçimde açılmaktadır. Kadınların fabrika işçisi olması Türkiye toplumunda yeni değildir aslında. Stelyo Benlisoy’un İstanbul Irgatları adlı önemli çalışmasını okuyanlar, Osmanlı’nın son dönemlerinde sadece fabrika ve işliklerdeki değil, sendikal faaliyetler ve grevlerdeki kadınların varlıklarını da hatırlayacaklardır. Ancak yine Benlisoy’un altını çizdiği gibi Osmanlı’nın dağılmasıyla imparatorluk içinde baş vermiş olan sosyalist hareket farklı ülkelerin coğrafyalarına bölünmüş, etnik kökenler arasında parçalanmış ve başta dil engeli nedeniyle bütünlüklü olarak ele alınamamıştır. Üstelik bu hareketlerdeki Müslüman kesimin görece azlığı da göz önüne alınırsa, bomboş bir sayfadaki ilk kadın gibi görünür Münevver. Oysa Mahmut Yesari’nin Pervin Abla adlı kitabını okuyanlar, henüz Çanakkale Savaşı yıllarında, sabahın erken saatlerindeki Sirkeci Garı’nın çevresini anlattığı bölümü hatırlarlarsa, orada işe koşturmakta olan emekçi kadınların da tasvirlerine rastlayacaklardır. Burada Fethi Naci’nin Çulluk’u bir işçi romanı olarak görmemesine karşılık, Nazım Hikmet’in neden Mahmut Yesari’yi değerli bulduğunu da anlarız. Daha önce sadece ev içi hizmetlerle ve ikincil karakterlerle Türk romanında gözüken çalışan kadın, Çulluk ile ilk kez fabrikanın kamusal alanında başrollerden birinde boy gösterir. Üstelik bir muhasebe elemanı, sekreter gibi nispeten korunaklı ve “kadınca” bir iş de yapmamaktadır, doğrudan makinenin başında sigara saran bir emekçidir.

Mahmut Yesari, yoksulluğu anlatırken vicdanımıza seslenmekle yetinmez, toplumun karmaşasına bakar. Yoksullukla başkalarının serveti arasındaki bağı, Çulluk’ta değilse de diğer bazı romanlarında doğrudan ele alır. Bu nedenle de birlikte dergicilik yaptığı yakın arkadaşı Reşat Nuri’nin Çalıkuşu’ndan çok farklı bir kadına diker gözünü. Çalıkuşu, toplumda yarattığı etkilerle önemli bir romandır. Her ne kadar, başından geçen maceralar yer yer Refik Halit Karay’ın Nilgün’üyle yarışacak kadar fantastik olsa da, her daim bakire ve Kâmuran’a aşık, sonunda bakire olarak ona varacak olsa da, bir paşa kızı olarak yeni kurulmuş yoksul bir ülkenin yoksul kadınına uzak olsa da, kadını iş gücüne katmaya kararlı Cumhuriyetin aileleri cesaretlendirmesinde büyük etki yapar. Hele hele özellikle de köy enstitülerinden yetişecek yeni kadın öğretmenler kuşağı için bir sembol olur. Bu olumlu etkileriyle Çalıkuşu bir propaganda aracı olurken, Çulluk belki de baktığı farklı yön nedeniyle desteklenen bir roman olmaz. Hatta yazarının ölümünden sonraki uzun yıllarda, ilk olduğu bilinen ama pek de okunmadan adı anılan romanlardan biri olup gider. Ama özellikle Türk edebiyatının sonraki yıllarında etkisini güçlendirecek olan toplumcu gerçekçi edebiyatta Münevver başka isimlerle, başka kimliklerle değişecek, dönüşecek ama hep var kalacaktır; tıpkı Feride’nin de aynı kalmayacağı gibi.

GÖÇ

Çulluk, iki parçası birbirine gevşekçe bağlanmış bir romandır. İkinci bölümde Murat Çavuş köyüne döner. Bu kez de daha önceden varlığını bildiğimiz Esma’nın aşkıyla yanıp tutuşmaktadır. Bu kadar tutkulu bir aşkla yanıp tutuşurken neden Esma ile en baştan evlenmediği, neden köyü bırakıp gittiği, neden babasının ısrarlarına rağmen köye dönmekte de bu kadar hevessiz olduğu konusunda tek ikna edici şey şehir yaşamına duyduğu tutkudur. Dahası, Murat Çavuş köydeyken ve Esma ile evlenmek için mücadele ederken de istediği tek şey Esma’yı alıp şehre gitmektir. Bilindiği gibi özelllikle toplumcu gerçekçi edebiyatımızda göç çok sık işlenen bir konudur. Çoğunlukla, Orhan Kemal’de özellikle de Gurbet Kuşları’yla en güçlü anlatımını bulmuş olan bakış açısı egemendir. Göç, yoksulluktan ve yoksunluktan bir kaçış, şehrin acımasızlığında bir eziliştir. Haldun Taner, Keşanlı Ali Destanı ile göç etmiş yoksulun kendi hiyerarşisi içinde sömürüyü yeniden üretişini ele alarak Orhan Kemal’in kader kurbanlarını edilgenlikten çıkartsa da, genel bakış açısında göç zorunlu kalınan bir şeydir ve daha sonraki aşamada şehrin de kaderini belirler. Ama bu genel bakış Murat Çavuş’un göçünü açıklamaz. Her şeyden önce Murat, yoksul değildir. Köyünde sözü geçen, varlıklı sayılabilecek bir adamın tek çocuğudur. Hatta şehirde dara düştüğünde başvurduğu şey, babası ve babasının parasıdır. Şehir bir kurtuluş kapısı değil, bir yaşam tutkusudur onun için; Murat Çavuş köye sığamaz.

Zaten romanın ikinci bölümünde anlatılan köy, edebiyatımızda daha ilerideki yıllarda anlatılacak taşra sıkıntısının izlerini taşımaktadır. Hatta tütün kaçakçılarının çatışmalarına ilişkin sahneler Yaşar Kemal’in aşiret çatışmalarına ilişkin sahneleri epey andırmaktadır. Köyün insanlarının dar yaşamlarındaki dalavereleri, sahtekarlıkları, ikiyüzlü oyun kuruculukları, bunları yaparken dine sarılmaları, Kemal Tahir’de de izleri görülecek bir taşra anlatımıdır. İşte Çulluk’u öncesiyle sonrası arasında çok değerli bir kesişme noktası yapan, baş vermiş bu filizlerdir. Çulluk’u bu gözle okumak Türk edebiyatının nerelere yol alacağına ilişkin bir kılavuza bakmak gibidir. Öylesine farklı açılımların filizlerini içinde barındırır ki, iki bölüm arasındaki gevşek bağı bir zayıflık olarak görmek bir yana, kitabı zenginleştirdiğini düşünür, Nazım Hikmet’in Mahmut Yesari’ye verdiği değeri daha iyi anlarsınız.

Bütün bu özellikleriyle Çulluk biricikliğini koruyan bir romandır. Ancak onun en çok tartışılması gereken yönlerinden biri de Murat’ın büyük şehre duyduğu tutkudur. Göçün sadece bir yoksunluk, acınıp yerinilecek bir olgu olmadığı, bazen da göçün gelenekselden moderne doğru tutkulu bir akış olabileceği; şehrin, hali vakti yerinde bir köy hayatındansa bir fabrika kapısında kapıcılık etmeyi hayal ettirecek kadar güçlü olan imgesi; Sait Faik öykülerinde en canlı anlatımına kavuşacak olan, şehrin bilinmezlerinin ve gözden kaçırılması an meselesi olan ayrıntılarının ördüğü o muhteşem bütünlük!

EVE TAŞINAN ‘DIŞARI’

Mahmut Yesari bu açıdan da gelmekte olanı sezmiş bir yazar. Türkiye’nin moderniteye maruz bırakıldığını savunanlara karşı, sanki bize bu değişimin evrensel bir insan iştahına karşılık gelen yönünü özellikle anlatıyor gibidir. Daha engin bir dünya özlemi, gelenekselin geniş kırlarına sığmaz da, bir fabrikanın kapısındaki bekçi kulübesine sığabilir. Fethi Naci’ye göre Murat bir lumpendir. Sınıf bilinci taşımadığı için evet, lümpendir. O, adını İstanbul koyduğu moderniteye tutunmaya çalışmaktadır henüz. Evriminin hemen öncesinde, şimdilik sadece şehrin yaşamında –bunu neden bu kadar istediğini kendine bile açıklamadan, hatta bunu açıklama gereği görmeyecek kadar doğal sayarak- var olmayı talep etmektedir. Sonuçta sınıf mücadelesinin öncesiyle bağlarının koptuğu, sonrasına doğru gidecek yolun henüz çok dar olduğu bir dönemde yazılmış bir kitaptır Çulluk ve bize yazıldığı gündeki Türkiye’nin sanayileşen topluma dönüşümü hakkında olduğu kadar, bunun olmazsa olmazı büyük şehir tutkunu modern insanı hakkında da çok şey söyler. Ancak o modern insanın yaşamı aslında eve sığmaz, olsa olsa evine taşıdığı bir “dışarı”dır onun yaşamı. O da ancak koşullar doğru sağlanırsa…