Jale Sancak: Semtler, sınıflar arasındaki ekonomik uçurumu gösteriyor
Jale Sancak’ın “Tanrı Kent” kitabı İthaki Yayınları tarafından yeniden okurla buluştu. “Bana göre gönüllüsünden zorunlusuna hiç fark etmez, bir yaralanma, bir yaralı olma hali sürgünlük. Yara da doğal olarak öfke, hınç, acı ve isyanı getiriyor ve eksiklenme duygusunu çoğaltıyor” diyen Sancak ile “Tanrı Kent”i ve İstanbul’un semtlerini konuştuk.
DUVAR - Her kent kendi içinde ve her sokağında, köşesinde, evinde hikaye biriktirir. Bazıları Tanrı kenttir. Kalabalığından yalnızlığına, yoksulluğundan zenginliğine, sakinliğinden öfkesine milyonlarca yüz vardır bu tanrı kentte. İstanbul’dur adı… Coğrafya kaderdir, peki ya kentler?
Jale Sancak uzun yıllar evvel çıkardığı Tanrı Kent kitabını yeniden okurla buluşturdu. Tanrı Kent’in içinde yoksulu da var zengini de; hırsızı da var işsizi de; Doğulusu, Batılısı, göçmeni, sürgünü, kadını, erkeği… Hepsi Tanrı Kent’in kahramanı.
Kitapta, kentsel dönüşümle bellek kaybı yaşayan ve sermayeye dönüşme yolunda hızla ilerleyen semtlerin yanında, yoksunluk ve yoksulluktan uzak zengin semtleri de göz kırpıyor okura. Sonuçta hepimiz aynı hikayenin içinden geçiyoruz: Tarlabaşı’nda Dilan’ın hikayesini okurken Nişantaşı hikayesinde ilginç bir sonla karşılaşıyoruz: Hrant Dink! Küçükarmutlu da ise ölüm oruçları…
Jale Sancak şiirsel üslubuyla yıllar sonra İthaki yayınlarından çıkardığı Tanrı Kent’te okuru belleğini kaybetmemeye davet ediyor. İnsan hikayesinin yanı sıra tarihi dokuyu da anlatan Sancak’la İstanbul’u ve İstanbul’un semtlerini konuştuk.
Tanrı Kent, İstanbul’un çeşitli, birbirinden sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik olarak farklı semtlerini anlatıyor. Bunları oldukça etkileyici bir üslupla anlatmışsınız. Daha öncesinde de kitaplarınız arasında olan Burada Mutlu Değilim vardı. Öncelikle semtlerle ve insanlarla ilgili derdinizi merak ediyorum.
İnsan genel olarak pek matah bulduğum bir varlık değil, bununla birlikte erki ele geçirenlerin diğerlerine yapıp ettikleri beni hem üzüyor hem öfkelendiriyor hem de yazma nedenlerimden biri. Semtlerle kurduğum ilişkiye gelince, bu yaşam alanlarının çarpık düzeni, çarpık kentleşmeyi, içinde bulunduğumuz vahşi kemirgen sistemin yarattığı durumları bariz biçimde gösteriyor olması…
Tanrı Kent’te yer alan farklı semtlerin hikâyelerini, tarihini, insan kalabalığını, öfkesini, hayal kırıklarını, mutsuzluklarını, zenginliğini, yoksulluğunu, yoksunluğunu aslında bir şehre yukarıdan bakışı anlatıyorsunuz. Bu semtlerle sizin bir hikâyeniz var mı?
Çocukluğum, ilk gençlik yıllarım Tarlabaşı’nda, Beyoğlu’nda geçti. Son on beş yıldır da Beyoğlu’nda bir atölyem var. Gündelik hayatımın büyük bir bölümü orada geçiyor. Yoksuluyla, varsılıyla semtteki yaşantılara bu nedenle tanığım. Ayrıca da çok severim Beyoğlu’nu. Otuz küsur yıl Nişantaşı’nda çalıştım. Ana caddelerinde gezinir, kafelerinde oturur, orada yaşayan arkadaşlarımla muhabbet ederken, bir yandan da arka sokaklarında tekstil işçileriyle, göçle gelip varoşlarda yaşayanlarla, ötekilerle birlikte çalıştım, içli dışlı oldum. Birbirine bitişmeyen insanların hikâyelerini dinledim epeyce. Kimi semtler politik görüşüm nedeniyle ilgilendirdi beni. Kimisi, tarihi ve estetik dokusu, kültürel varsıllığı nedeniyle büyüledi. Kimisi de, sözgelimi tarihi yarımada, insan ve yaşantı manzaralarıyla bana hep öykü malzemesi sundu. Sonuçta benim hikâyem de insan hallerini dert edinip yazmak.
‘KAYBEDİLEN, DELİK DEŞİK BİR TARLABAŞI’
Tarlabaşı’nda geçen Dilan, Tarlabaşı’nın temsili mi? Onun yanında soylulaştırmaya da dikkat çekiyorsunuz? İmaja dönüşen bir Tarlabaşı’ndan söz edebilir miyiz şimdi?
Bugün bir yanıyla yoksul ve Kürt bir Tarlabaşı var. Mardin’den göçle gelen Dilan’da onlardan biri. Tarlabaşı’nın bir yüzü. Orada elbette birçok sarsıcı başka manzara da var, ne ki kadın olma durumu nedeniyle bana göre Dilan’ınki ya da Dilanlarınki daha sarsıcı. Tabi arka sokaklar Dilan’ın, caddeler değil. Belirttiğiniz gibi bulvar boyunca kimisi biten sevimsiz, ruhsuz rezidans inşaatları var. Yerli yabancı para babalarına pazarlanıyorlar. Kentsel dönüşüm adı altında müthiş bir rant olayı. Şu anda orada yaşayanlara bu ranttan zırnık düşmeyecek. Epeydir bir dönüşüme ihtiyacı olduğu yadsınamaz, kabul, lâkin yüzlerce yıllık güzelim dokusunu ve ahalisini koruyup kollayarak iyileştiren, derde derman bir dönüşüm olmalıydı bu. Şu anki haliyle kaybedilen, bıçaklanmış, delik deşik bir Tarlabaşı benim için.
Fener-Balat’ta da durum aynı. Burada da yerli halkın mahallesine yabancılaştığı bir süreci gördük.
Tabii, öncelikle oraların kimliğini koruyarak, ruhunu deşmeden sağaltmalıyız, yoksa bir anlamı yok. Güç bela kapağı oraya atmış yoksul veya orta halli insanların on yıllardır yaşadığı eski evleri restore edip ederinin çok üstünde trilyonlara satıyorlar. Alıcısı da var. Çünkü nur yağdı bu semtlere, iyi para getiriyor Haliç kıyıları. Peki, mahrumiyet içinde olanlar ne yapacaklar? Bunun bir yanıtı yok. Gitmek zorunda bırakılıyor, yerinden yurdundan ediliyor, her zamanki gibi dışarıda bırakılıyorlar. Kalanların ise yeni gelenle, değişimle -ki matah bir değişimden söz edilemez- bağ kurması hayli zor oluyor ya da hiç olmuyor. Yolları gene ötekiliğe çıkıyor.
‘MEMLEKET HİKÂYELERİNİN KORKUNÇ SONLARI’
Nişantaşı hikâyesinde ise Hrant Dink’i anıyorsunuz. Bir yanıyla da her hikâyenin mutsuz sonları mı bunlar?
Memleket hikâyelerinin -mutsuz demek yeter mi bilmem- korkunç sonları diyelim. Nişantaşı, artık benim için biraz da Hrant Dink’in katledildiği yer. Kahramanım tam Nişantaşı’dan Osmanbey’e doğru yürürken işleniyor cinayet. Bir bellek yoklaması olsun, unutturmasın hatırlatsın ve öyküdeki ilgisiz gibi görünen meseleler sonunda birden bir tokat yüzümüze çarpsın istedim. Tabii birkaç cümle ile bu etkiyi yaratma konusunda başarılı olup olamadığımı bilmiyorum.
‘SEMTLER SINIFLAR ARASINDAKİ YOKSUN BIRAKILMIŞLIĞI ÇOK NET GÖSTERİYOR’
Politik mahallerle yoksul - yoksun mahaller ve yanında tarihi semtlerle “üst” sınıfın yaşadığı zengin mahalleler. Bir kıyas sormayacağım ama sizin öznel fikrinizi sormak isterim. Tüm bu semtleri gezdiniz, dolaştınız. Neyin etkisinde kaldınız?
Klişe gibi gelebilir söyleyeceklerim ama gerçeklik böyle, semtler sınıflar arasındaki ekonomik uçurumu, adaletsizliği, eşitsizliği, değersizleştirmeyi ve yoksun bırakılmışlığı çok net gösteriyor. Aynı zamanda insanın açgözlülüğünü, bencilliğini, hırsı ve vicdansızlığını da.
Tabii burada Küçük Armutlu’yu özel olarak soracağım, bir Küçük Armutlulu olarak. Sözünü ettiğiniz, Etiler, Arnavutköy gibi yerleri Küçük Armutlu’da yaşadığım için çok iyi biliyorum. Hatta farklı zamanlarda sizinle aynı okullarda okumuşuz. Lisenin belli bir yılını Etiler’de okumuştum. Etiler ve Armutlu için dertler tabii ki farklı. Küçük Armutlu’nun hikâyesi biraz da “denize ekmek banıp yiyenlerin hikâyesi.” 2000’lerden sonra ölüm oruçlarıyla gündeme gelmişti ve aslında farklı sebeple de hala devam eden ölüm oruçları var. Yolunuz nasıl kesişti?
Ne hoş aynı okulda okumuş olmamız. Benim dönemimde, yetmişli yıllarda kısmen devrimci hocaların ve öğrencilerin olduğu bir liseydi. Küçük Armutlu’dan 2000’lerin başında kentsel dönüşüm, ölüm oruçları meselelerini yazan gazete haberleri vasıtasıyla haberdar olmuş sonrasında da birlikte çalıştığımız bir iş arkadaşımdan olup bitenleri dinlemiş, çok etkilenmiş, üzüntü duymuştum. O dönemde Radikal’de yazan gazeteci arkadaşım Hatice Yaşar’ın ölüm oruçları ile ilgili yazı dizisi de çok dikkat çekiciydi. Hep aklımda olmasına rağmen çok sonra, Tanrı Kent’i yazarken gittim ben Armutlu’ya. İnsanlarla konuştuktan sonra da karar verdim, karakterlerim tamamen kurmaca olsa da bu kitapta mutlaka o da yer alacaktı, İstanbul onsuz yarım kalırdı.
‘BİR YARALANMA HALİ: SÜRGÜNLÜK’
Sözünü ettiğiniz çoğu semt göçle gelen bir kesim. Aslında o vurguyu da öykülerinizde yer yer yapıyorsunuz. Sürgün olma halini nasıl yorumlarsınız?
Bana göre gönüllüsünden zorunlusuna hiç fark etmez, bir yaralanma, bir yaralı olma hali, sürgünlük. Yara da doğal olarak öfke, hınç, acı ve isyanı getiriyor ve eksiklenme duygusunu çoğaltıyor.
Gecekondulara ve yoksul semtlere baktığımız da kaybolan birey görebiliyor muyuz? Toplumsal olarak da köyle kent arasına sıkışmış, ne köylü ne de kentli olabilmiş bir toplumun izlerini taşıyoruz.
Evet, tam bir sıkışma. Ben bazı işçi kesimlerdeki yobazlaşmanın tavan yapmasında bu sıkışmışlığın büyük payı olduğu kanısındayım. Bunu tekstil piyasasında bizzat gördüm. Kaybolma meselesini ne olarak alıyorsunuz tam bilmiyorum ama anladığım haliyle yanıtlayayım, kaybolmayan birey pek az diye düşünüyorum. Kimi ekonomik, kimi siyasal, kimi ahlaki anlamda, kimi de dışarıdan bakıldığında farklı görünse bile ağır travmalar yüzünden psikolojik olarak kayboluyor.
'BELLEĞİN YİTİMİYLE TARİH DE YOK OLACAK'
Kitabı okurken Chris Abani’nin sözü geldi aklıma, şöyle der “Yarı gecekondu yarı cennet şehre bakarken zihnini düşüncelere kapatırdı. Bir yer nasıl olur da böyle çirkin ve vahşi hem de güzel olabilirdi?” Siz yazarken düşündünüz mü?
Nasıl olabilirdi sorusunu sormadan hem çirkin ve vahşi hem de güzel olduğunu düşünürüm hep. Tam böyle bir şehir İstanbul… Soruyu sormadan düşünürüm, çünkü bilirim, biliriz nasıl, neden böyle olduğunu. Ben daha çok güzel ve çirkin kılan nedenler üzerine kafa yorduğumu söyleyebilirim.
Tanrı Kent bize kaybettiğimiz hafızayı da hatırlatıyor. Semtlerin değişmesi, gökdelenlerin hızla yükselmesi, tarihi evlerin, merdivenlerin, mekânların yıkılıp “lükse” dönüşmesi… Ya da bu tarihi yerlerin sadece film platosuna dönüşmesi… Nereye gidiyoruz? Kent hafızasını kaybederse ne olur?
Ne yazık ki, kent hızla belleğini yitiriyor, kentle birlikte bizler de. Bu bellek yitimine yol açan şeyin ne olduğuna baktığımızda karşımıza dikilen şey yıkım, bitmek bilmeyen yıkımlar, bu da belleği oluşturanların yok edilmesi anlamına geliyor. Öyleyse kent ve tabi özel tarih yok olacak, ölecektir. Beleğin yitimiyle birlikte gelen geçmişin ölümü öncelikle kendine yabancılaşmayı, yalnızlaşmayı, iletişimsizliği getiriyor. Bu geleceğin de kaybıdır aynı zamanda.
‘KAPİTALİZM, KÜLTÜREL BELLEĞİN YİTİMİ KONUSUNDA ÇOK BAŞARILI’
Paul Cennerton diyor ya “Modernite nasıl unutturur?” Unutturur mu gerçekten ve bu unutma insanlara nasıl yansır?
Elbette unutturuyor. Geçmiş yaşantıyı, olguları, değerleri hatırlatacak atmosfer ve mekânların, nesnelerin, görüntülerin, isimlerin (cadde, sokak adları söz gelimi) yok olması ya da değişmesi, her yerin inşaat alanına dönüşmesi, böylece anıların silinmesi, sağlıksız değişim ve dönüşümlerin hızı, tüketim hızı, teknolojinin hızı… Kapitalizm, modernite aracılığıyla özellikle kültürel belleğin yitimi konusunda çok başarılı.
‘NEYSE Kİ SANAT VAR’
Zor günlerden geçiyoruz.. Son olarak eklemek istedikleriniz var mı?
Neyse ki sanat var. Ben sanatın, en çok da edebiyatın kültürel belleğin yitimine karşı her şeye rağmen bir panzehir olduğunu düşünüyorum. Ayrıca Tanrı Kent’i dert edindiklerim yönünde okumuş olmanız beni mutlu etti. Kitabın asıl meseleleriyle ilgili sorularınız için çok teşekkürler. Bu söyleşi sorunları çok içinden yaşayan ve yazan sizinle beni buluşturdu, ne güzel.