Umutsuzluktan doğan bir imkân tahayyülü
Bugünlerde umutsuz olma hakkımız sadece kendi varlığımız için değil, başkalarının varlığı için de değerli. Farkında olmakla, dehşete seyirci kalmamakla, kendimiz dışında kalanın da hakkını talep etmekle yakından ilişkili. Bu nedenle bize “karanlık simsarı” damgası vurmaya çalışanlara inat, karanlığa dair sezişlerimiz, duygulanmalarımız, gözyaşlarımız kıymetli. Ayrıca zaten yaşadıklarımız normal değildi. Bu nedenle, buradan çıkış önceki normale geri dönmekle değil, dünyanın tüm “kaçıklarının”, yıkıma maruz bırakılanlarının anormal umutsuzluğunun imkânıyla daha ilişkili.
Umut, üzerine konuşmanın zor olduğu konulardan, bana genellikle geleceğe yönelen bir mutluluk vaadini hatırlattığı için temkinli durduğum bir mesele. Oysa çoğunlukla olumluya dair anlamların kelimesi. Ama dünyanın bitmeyen krizlerini hatırladığımızda “iyi” olarak değerlendirebilecek yaşamlara sahip olmadığımız aşikâr. Son günlerde, dünyanın durumuna baktığımda aklıma Samuel Beckett’in, “İlk Aşk” (2016: 9-33) adlı öyküsünde tekrar eden şu cümle geliyor, “ama daha az hüzünlendirici bir konuya geçelim”, anlatıcı mutsuz ve sefil yaşamına dair hikâyeler anlatıyor, mezarlıklardan, ölümlerden bahsediyor kasvet içinize işliyor okurken, anlatılanın atmosferi sizi içine çekip orada bırakıyor sonra bahsettiğimiz cümleyi kurup devam ediyor ama “daha az hüzünlendirici bir hikâye” ye bir türlü geçemiyorsunuz, aynı ağırlık, aynı sıkıntı, aynı atmosfer daha da karanlık biçimde devam ediyor.
Şimdi Covid 19’un dünyayı esir aldığı günlerde beklerken, durumumuz bunu hatırlatıyor, daha iyi bir hikâyeye geçmeyi bekliyoruz. Ama biraz dünyanın farkında olan biliyor ki, iklim krizi kapıdayken, her şeye rağmen tüketim alışkanlıkları bile sorgulanmazken, otoriter devletlerin sonrasında nasıl bir yön izleyeceğini bilemezken, tek tek kontrol edilebileceğimiz, bedenlerimizin her hareketinin gözetlenmesinin meşrulaştığı bir dünyanın içine girdiğimizin farkındayken, umut üzerine değil ancak umutsuzluk üzerine düşünebilir, buradan bir yol bulmaya çalışabiliriz.
DÜNYANIN BAŞKA YALNIZLARIYLA ORTAKLAŞMAK
Geçmişin umutsuz tecrübe ve deneyimleri insan varoluşunun şimdisine dair çok şey söyler. Bugünlerde yaşadığımız, geçmişin deneyimlerinden bağımsız düşünülemeyeceği gibi sonrayı da şimdi yaşadığımızdan ilişkisiz düşünemeyiz, zaman halkalarla bağlanır ve içinde yaşayan insan da bu halkanın bir parçası olarak varolur. Bu nedenle umut üzerine düşünürken şimdiye dair olan belleği hissetmek ve bu sorumlulukla yaklaşmak gerekir; hikâyesiz ölülerin, yakınında olamadığın hastaların, töreni eksik mezarların, bir çatın varsa kapatılmış olduğun mekânın duyulmaya, öykülenmeye ihtiyacı olduğunu hatırda tutarak. Unutmanın, unutturulmaya, görünmez kılınmaya çalışılanın yükünü bir gün bir yerde bir tohum gibi yeşertmek için yükü alıp omuzlamak bahsetmeye çalıştığım. Acı dolu olsa da hemen geçsin duygusundan çıkamasak da bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü anıların çekmecesi kullanışlı olduğu kadar denetlenmeye de açıktır. Neyi nasıl hatırlayacağımızı belirlemeye, geçmişi kendi testeresiyle bir biçime sokmaya çalışanlar olacaktır, belleğimizin kuyusunu ele geçirmek, onun duvarlarını ören özneler olmak bu açıdan önemlidir. Umudu düşünmenin bir yolunun bu olduğunu düşünüyorum, bir gün geçmiş olarak kalacak olanı sonranın zamanında kurmanın bir yolu olarak bellek, bekleyişin içinde unutamayış olarak kalacak olan. Çünkü Adorno’nun söylediği gibi: “Umutsuzlukta hep bir dönüşsüzlük vurgusu bulunur; ama durum düzelemeyecek olduğu için değildir bu, çürüyüş geçmişi de kendi girdabına çektiği içindir. Öyleyse geçmişi şimdinin çamurlu akıntısının dışında tutmaya çalışmak da aptalca bir duygusallık olur.
Geçmişin tek umudu, yıkıma savunmasızca maruz kaldıktan sonra, onun içinden farklı bir şey olarak çıkma olasılığıdır. Ama umutsuz ölen kişi bütün ömrünü boşa harcamıştır” (2009: 173). Bugün yaşadıklarımız üzerine düşünürken tanık olduklarımızı başka konularla birlikte de düşünebiliriz. Covid 19’un insanı en çaresiz hissettiren yanlarından biri yapayalnız bir hastane köşesinde ölme ihtimalini bilmek ve üzerine düşünmek fikrimce. Yıllardır yapayalnız teknelerde ölen göçmenler gibi, kimsesizliğin en derinin yaşamış, bir mezar yeri bile olmayan yurtsuz, dünyanın bir “artık” gibi terk ettiği onca insan gibi. Konu savaş olunca bütçeleri denkleşen ama kendi halkına salgında ufacık katkı sunamayan devletler gibi. Şimdiyi düşünürken bunlarla bir bütün olarak, devletin senin için değil, kendi varlığını ve sermaye sahiplerini devam ettirmek için var olduğu hatırlayarak, konu sömürmek olunca kaynak bulanların gözünde varlığının nasıl “hiç” olduğunu bilerek bakmak bu. Çünkü Adorno’nun dediği gibi gerçekten de “geçmişi şimdinin çamurlu akıntısının dışında tutmaya çalışmak da aptalca bir duygusallık olur.” Bu nedenle “yıkıma savunmasızca maruz kalanların, farklı bir şey olarak çıkma olasılığı” tüm bunlarla yüzleşerek, şimdide yaşananın bir bütünün parçaları olduğunu hatırlayarak, dünyada “başka” olarak kurulmuş olanın yalnızlığını, şimdi seni yalnız bırakan tüm otoritelerle ilişkisiz olmadığını akılda tutarak, umut inşa edebileceğini bilmek varlığını değerli kılabilir. Böylece, bir umuttan bahsedilecekse bile bunun yolunun kendi kurtuluşundan geçmediğini, dünyanın başka kimsesiz bırakılmışlarıyla birlikte bir çıkış tahayyül edilebileceğinin farkına varmış oluruz.
KIYMETLİ UMUTSUZLUK
Böyle bir dünyada umutsuz olma hakkımız da vardır. Kendimizi dipte hissedebilir, çığlık çığlığa ağlayıp saç baş yolabiliriz. Ölümün sürpriz yanının kalmadığı, her gün binlerce insanın cesedinin gözünün önünde sayı sayı aktığı bir salgına tanıklık ederken, sen evinde olsan bile pek çok insanın güvende olmadığını bilerek yaşamaktan rahatsızsan, umutsuz olmayı değil, her şey normalmiş gibi devam edebilmeyi sorgulamak gerek. Size yine de “umutsuz olma” diyenler olacaktır, güçsüz hissettiğinde “daha önce neleri aştın” tesellileri havada uçuşacaktır ve tüm bunlar sana kendini iyi hissettirmektense daha kötü hissettirecektir. Çünkü dehşete tanıklık etmenin teselli cümlelerinde karşılığı pek bulunmaz. Bu nedenle umutsuzluk hakkına sahip çıkmanın da önemli olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, bugünlerde umutsuzluğun diğerkâmlıkla ilişkisi olduğunu anımsamak iyi olacaktır, yani başkalarının iyiliğini düşünmekle. Sadece kendinin güvende olduğunu bilmekle yetinmemektir bu, “kileri dolu” olanlar gibi kendi konforunun başka hayatlar için geçerli olmadığının farkında olmaktır kısacası: dehşetin içinde yaşıyorsun ve bunu duyuyorsun o zaman umutsuz olmaya hakkın vardır. Yine Adorno’ya kulak verelim: “Varoluşun inatçı çekim gücünü yanına alan her şey haklıdır. Huzursuz olmanız bile dünyayı terbiye etmeye çalışan bir reformcu olduğunuz yolunda kuşkular uyandırmaya yeter. Düzenle suç ortaklığı, karşıtına gerici ve tutarsız bir çöküş teorisi yakıştırma -dehşet bütün çağlara özgü değil midir zaten?- hilesine başvurur ve düşüncesindeki sözde hatayı göstererek negatif olanla ilgili somut seziş ve saptamalarını lekelemeye çalışır: Karanlıktan yakınana “karanlık simsarı” damgası vuruluyordur”(2009: 244). Düzenle uzlaşanlar, kopuş gerçekleştiremeyenler için senin umutsuz serzenişine cevaplar bugünde hazır, süreci iyi yönettiği söylenen politikacılar, asıl sorumluları aklayıp, hayatta kalma stratejisini hiç bilmedikleri yoksul hayatlar hakkında yukarının dilini yeniden kuranlar, haklı talebini dile getirmeni bile kriminalize edenler, seni “karanlık simsarı” olarak yaftalayanlar, şimdinin “düzeninin suç ortakları”… Oysa yine Adorno’nun cümleleriyle söylersek: “Dehşetin artışını görmekten kaçınan kişi, sadece taşyürekli bir seyirci durumuna düşmekle kalmaz; en yenisiyle bir önceki arasındaki farkla birlikte, bitimsiz dehşet demek olan bütünün gerçek özdeşliğini de gözden kaçırmış olur” (2009: 245). Bizim “en yeni” karşılaştığımız dehşet Covid 19, yaşadığımız pek çok deneyimden farklı çaresizlikler hissettiriyor ama önceki dehşetlerden bildiğimiz şey otoritelerin tavrı, dünyanın çoğu köşesinde özelleştirilen sağlık sistemleri, azaltılan hemşire ve doktor sayılarının getirdiği sorunlar, evsizlere karşı alınmayan önlemler, patronlar yaşasın diye bedeni sokağa sürülen işçiler, güvenliği sadece militarizm üzerinden anlayıp, konu halkın gerçekten güvende kalması olunca, hiçbir şey yapmayan politikacılar, dahası geliştirilen ilaçlar için insanlara denek olmayı öneren politikacılar… Kısacası, “bitimsiz dehşetin” asıl sebepleri, daha önce karşılaştığımız ile yenisi arasındaki bağın çimentoları, bütünün asıl parçaları ve tüm bunlar arasında görmemiz gereken “özdeşlik”.
Tüm bunlardan sonra şunu söyleyebiliriz ki bugünlerde umutsuz olma hakkımız sadece kendi varlığımız için değil, başkalarının varlığı için de değerli. Farkında olmakla, dehşete seyirci kalmamakla, kendimiz dışında kalanın da hakkını talep etmekle yakından ilişkili. Bu nedenle bize “karanlık simsarı” damgası vurmaya çalışanlara inat, karanlığa dair sezişlerimiz, duygulanmalarımız, gözyaşlarımız kıymetli. Ayrıca zaten yaşadıklarımız normal değildi. Bu nedenle, buradan çıkış önceki normale geri dönmekle değil, dünyanın tüm “kaçıklarının”, yıkıma maruz bırakılanlarının anormal umutsuzluğunun imkânıyla daha ilişkili.