Deleuze, yazı ve arınma

Spinoza, Kant, Hume, Nietzche, Marx, Foucault gibi düşünürlerden etkilenen Fransız yazar ve filozof Gilles Deleuze, ardından gelen birçok ismi de etkilemiş ve felsefe dünyasında yeni tartışmalar başlatmıştı. Deleuze’ün bir söyleşisinde dikkat çektiği yazı ve konuşmak arasındaki farka Deleuze’ün bıraktığı noktadan bakıldığında yazmanın, konuşmaya nazaran “daha temiz olması” bizim için ne ifade edebilir?

Google Haberlere Abone ol

Hüseyin Akcan

Deleuze, kendisi ile yapılan bir söyleşide konuşmanın biraz kirli bir şey olduğundan söz eder. (1) Yazmayı ise ters bir açıya konumlandırır. Kültür denen fenomenin konuşmak ile alakalı olduğunu vurgulayarak ekler, “Kültür’den nefret ediyorum.” Deleuze’ün bıraktığı noktadan bakıldığında yazmanın, konuşmaya nazaran “daha temiz olması” bizim için ne ifade edebilir?

Yazmak bir eylem, bir hamle olarak yazanı ve okuyanı kuşatan bir noktaya çeker bizi. Zambra’nın “Yazmak yüzünü göstermektir” sözü hatırda tutulursa, temiz olan şeyin kendimizi sere serpe göstermek olduğu iddia edilebilir mi? Bir çeşit arınmadan mı bahseder Deleuze? Sanırım bu, dile biçilen ontik değerle açıklanabilir bir yaklaşıma çekiyor bizi. Konuşmak, dilin sentaksını gözetmeden kirli olanın alanında cereyan eden bir devinim olarak varlığı bastırır. Zira bu konuşma hali, Deleuze’ün işaret ettiği yazma edimi içerisinde kendi kirinden ve pasından arınma imkânına kavuşur. Bu da bize; gerçek anlamda bir yuvaya, yazının içerisine, boşluklarına, gediklerine yerleşme ve oradan bir takım meseleleri sağaltma yahut dilin vardığı sınırlarda yeni meseleleri gün yüzüne çıkarma olanağını tanır. Bizi bekleyen çelişki belki de burada gizlidir. Kültür denilen olgunun yazmak ile de bir derdi var zira.

Yazmak ve kurmak, gerçeği bozulmalara uğratarak katlanılabilir kılmak edebiyatın temel konularından biridir. Proust, çaya batırılan madlen ile yaşadığı geçmiş zamanın izini yazarak ama yazarken anıları, belleği yeniden kurgulayarak dolayısıyla anıyı çarpıtarak, onu gerçekliğinden kopararak yazıya dâhil edebilmiştir. Nitekim Orhan Pamuk Nobel konuşmasında yazmak sebepleri arasında kanımca ince bir noktaya temas eder. “Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum.” (2) Yazmanın dili ışığa tutan yönü, daima tuzaktır. Zira dil, Lacan’ın yıllar önce tespit ettiği gibi tuzaklarla örülüdür. Yazar, bu tuzağı kurarken aynı zamanda bir av olduğunun da bilincindedir. Konuşmanın havada yarattığı boşluk, yazara bahşedilmez. Çünkü yazı, kendini içinde yuvalandığı bellek ile beraber okuyucuya sunar. Dikkatli okuyucunun sınavı, yazıdaki gediklerden atlayabilmek, yazının tuzağına düşmemektir. Peki, ama tuzak, neden dili temize çeken bir sınırdır Deleuze’de? Elbette bunun yanlı bir okuma olduğu söylenebilir. Ama dilin sınırları ve bizim dilden beklentilerimiz arasında da tam da bu tuzağa düşmek isteme arzusu yok mudur?

Nitekim bu arzu meselesinde; René Girard, üçgen arzu tezinde bir arzulama biçimi olarak yazının olanaklarını da es geçmez. Proust’tan yapılan alıntı şöyledir:

“Okuduğum bir kitap tarafından arzu etmeye teşvik edilmediğim bir şeyi göremiyordum…” (3)

Yazmanın bu haliyle arzulama ile olan bağı, temiz olanın ontik olarak sorgulanabilir noktalarını bir kez daha tartışmanın odağına koyar. Arzu, kirli bir şey midir? Arzulama hali ve arzunun altında yatan psikianalitik “ben” kurgusu yazının ve yazmanın sahasında bir takım boşlukları işaret eder. Konuşan varlık, kalıcılığı simgelemez. Dolayısıyla geçirgen ve sahte bir alana işaret eder. Dönüp bakılamaz, bir daha tekrarlanamaz. Peki ama yazı bize yeniden reel anlamda, dönüp bakılabilecek bir ayna sunar mı? Çünkü zamanın akıp gittiği yerde, yüzleşilebilecek bir geçmiş, bozulmalara uğramadan duramaz. Travma, kendini tekrarlamadan önce yaşanan çözülüş gibi, yazının ışıkta bıraktığına değil, bile isteye karanlığa çektiği noktaya, oradaki kör arzuya saplanmak, varlık için paha biçilemez bir edebi haz olabilir. Tanpınarı’ı harıl harıl yazmaya iten de, Benjamin’e yaşadığı anı şerh düşüren de yazının bu arzu halinde ortaya çıkan kirli durum olamaz mı? Yaşanılan anı, bir gerçeklik olarak zapta geçen yazın gücü edebi anlamda ötekine yuva olabilir. Bu aslında, yeniden Deleuze’e dönülecek olursa bir yer-yurt arayışıyla beraber anlaşılabilir. Yazı, bir yurttur evet ama yurda bir ev gözüyle bakmak varlığın içkinliğinde mevcut değildir. Zira arkasına gizlenilen bir perde olabilir yazı. Ama okuyanın canı pencereden dışarıyı görmek istediğinde yazının tül perdesi aralanınca yazma ediminin içinde duran korkunç yazar gölgesi sahte olanın aslıyla yer değiştirmesi gibi okuyana, ev bellediği bu kara parçasında bir göçebe olduğunu hatırlatır.

Deleuze göre “Yazar, okurlar için yazar.” Bu “için” iki olguya işaret eder. Okura yönelik olarak ve okurun yerine yazar. Bu aslında yazıda varlığın tecessüm ettiği anlamı da işaret eder. Okur yerine yazmak, ona bir konfor hazırlamaktır aynı zamanda. Onun yerine ve onun için yazmak yazıyla öteki arasında kurulan bağı çözümler. Pamuk’un “Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum” dediği yerde yazmak aynı zamanda bir okur olarak yazanın da kendisi için giriştiği bir eyleme dönüşür. Dolayısıyla evet yazı, arındırır. Nitekim Nurdan Gürbilek Bilge Karasu üzerine kaleme aldığı bir incelemede bu hususu yazının başlığına taşıyacak kadar açıkça ortaya koyar. “Yazı ve Arınma”.

Buradan niyet okumaya açık bir önerme ile olumlanan yazının odağında bir yeniden tanımlanma, günah çıkarma, kefaret ödeme olduğunun da altını çizebiliriz. Yazar öfkelidir evet, kalem kâğıda değdiği yerde bir mürekkebin kinini de sürükler ardında. Ama ‘Ben’ kendi içindeki dönüşümü bu yazıyla aşabilir dolayısıyla yazı bir eyleme biçimi olarak, tıpkı Benjamin’in işaret ettiği sevgilinin yüzündeki kırışıklık gibi, kusurların arasında gizlenen güzelliği sevebilme cesaretini gerektirir. Dolayısıyla yazı, edebi kurguda bir yeniden yaratım olarak yazarın da kendini yeniden tanımladığı bir sınıra çeker bizi. Yazının gücü belki de bu sınıra bizi vardıran meselelerin altında yatan karanlığı oymak, onu yalnızlığın çeperinden alarak kendi içkinliğimizde bulmak ile alakalıdır. Nitekim Deleuze, yazmak hamlesinin özüne daha keskin bir eleştiri yöneltir. Ona göre yazmak, bir kimsenin özel bir meselesi değildir. Aksine, insanın (dolayısıyla yazarın) kendini evrensel bir meselenin içine atması anlamına gelir. O halde yazar hem kendini bir “bozulmanın” içerisine atabilmeli hem de bu bozulma halinden bir ben yaratma kudretine de haiz olabilmelidir. Zira yazar, evrensel meselenin içerisinde debelenen bütün anlamları tezgâha çekmek ve oradan bir arınma imkânı oluşturabilmek için de yazar.

Son kez Deleuze’den el alarak yazının sınırları bahsine bakmak gereklidir bu aşamada. Yazar tıpkı bir hayvan gibi tetikte olan kişidir der Deleuze. Bu “tetikte” bekleyen yazar, tıpkı gün doğumunun aydınlattığı bir yerde ışığa bırakılan eşyalar gibi, anlamı, bu şekilde hayatın içindeki devinimlerde, yaşamda mevcut anlık hareketlerde, mimik ve jestlerde bulur, yakalar. Burada artık, hayvana karşı sorumludur yazar. Çünkü yazmak, artık konuşmanın kirli yüzünü de göğüslemek, onu da kendi içinde eriterek bir bütün olarak dilin kudretini kendinde birleştirmekle yükümlüdür. O halde yazmak, tetiğe basmaya hazır bir avcı gibi, gerilerek, yaşamdan koparılan ve bir bakıma çarpıtılan “gerçekliğin” yansımasında yüzümüzü görebilmektir. Bize narsistik kişilik bozukluğundan mustarip bir hasta gibi, kendimizden bir parça bulduğumuz zaman hoş gelen yazı, aynı zamanda, kendi gerçeklik algımızın çarpıklığı ile de bağlantılıdır böylece. Zira bizi temize çıkaracak olan şey; bütün bir hınçla aynada kendi yüzüne bakan varlıkta değil, yüzünü maskeleyen şeyi bilmenin ıstırap verici haliyle yaşama katlanan ve bu yaşamın içerisinde mermerden bir put gibi yükselen bilinci kırmakta olan insanda gizlidir. Her şey belki de başa dönmeye meyyaldir. Yazı, putları kırmakla işe koyulmadır. Bu put, en başta kendimiz olsak dahi!

Dipnotlar

  1. Deleuze A’dan Z’ye. Dinlemek isteyenler için söyleşinin ilk kısımı Vimeo.com’da.
  2. Orhan Pamuk. Babamın Bavulu. İstanbul: YKY
  3. René Girard. Romantik Yalan ve Romansal Hakikat. Çev. Arzu Etensel İldem. İstanbul: Metis