‘İkinci Hayat’: Kaçmak, kovulmak, imkânlar ve çıkmazlar
Nurdan Gürbilek’in “yer duygusu” üzerinde düşündüğü kitabı “İkinci Hayat” Metis Yayıncılık tarafından yayımlandı. Gürbilek kitabında, son yıllarda gündemimizden düşmeyen meseleleri metinler üzerinden tartışıyor ve “ikinci bir hayatın”, yeni bir başlangıç olasılığının izini sürüyor.
Son yıllarda en çok konuştuğumuz konular, ev, yer, yurt, sürgünlük, göçmenlik, yabancılık... Özellikle “yurt” üzerine düşünürken, “yurtsuz” olmayı, politik bir imkân olarak da görebiliyoruz. Aidiyetsizlik ve özgürlük ilişkisi bize böyle bir tahayyül sunuyor. Yurdu dünya olarak kurunca, onun tüm sorunlarını yüklenebileceğimizi düşünüyoruz, neye uyanacağımızın belli olmadığı şartlarda yaşarken kavramlar da sabitliğini kaybetti çünkü artık dünyada bir ev yok: Evimiz dünya. Sanırım böyle düşünebilmeyi biraz da bir yurda sahip olduğumuzu bildiğimiz için yapıyoruz. Ne kadar ait hissedip hissetmediğimizin ötesinde, bilinçdışı bir yurt duygusu bahsetmeye çalıştığım. Zorla göç etmek zorunda kalmayanın, dünya denen yerin başka bir ülkesinin sınırlarında, yabancılığı, sürgünlüğü deneyimlemeyenin konumu için bahsedilebilir bu durumdan. Bir de elbette yurt kelimesinin kafamızda canlanan o milliyetçilikle, tekilci bakışla birlikte yer etmiş olumsuz anlamı var, “kanla sulanmadan” varlığı düşünülemeyen yer olarak. Ayrıca, sınırların anlamını biliyoruz, göçmenlere nasıl davranıldığını, hukukun tamamen askıya alındığı, o sınır denen yerlerde neler yaşandığına da tanık oluyoruz. Bunların hepsi ev, yer, yurt gibi kavramları devamlı sorgulamamıza sebep oluyor çünkü kelimeler tek bir anlama gelmiyor, onları eğip bükmek, çoklu bir gözle değerlendirmek gerekiyor.
SORULAR, KONUMLAR VE HATLAR
Nurdan Gürbilek’in, Metis Yayınları tarafından basılan yeni kitabı, İkinci Hayat ‘Kaçmak, Kovulmak, Dönmek Üzerine Denemeler’in ilk bakışta bana düşündürdükleri oldu yukarıda bahsettiklerim. Metinde yazar, son yıllarda üzerine çok düşündüğümüz, “yer”, “yurt” “ev” gibi kavramlardan yola çıkıyor ancak bunlardan bahsedebilmek için şöyle bir ayrıntının varlığını hatırlatıyor; bu kavramlara sahip olma duygusu yani bir “yerli” olma, o aidiyet yoksa, hiç olmamışsa veya zorla öznenin elinden alınmışsa buna maruz kalanın başka bir hayat imkânı olur mu? Evden kaçan ile kovulanın durumu peki, aynı olabilir mi? Herkesin güvende olabileceği bir ev üzerine de düşünüyor Gürbilek, nasıl bir ev “yabancı”dan arınmış, homojen, kapıları başka olana kilitli bir ev mi? Yoksa genişleyen, kapısını ortaklıklara açan bir ev mi? Yazar, edebiyat, sinema hatta dizi metinleri üzerinden ele alıyor konuları. Gidenin, dönebilenin, kalanın gözünden bakarken; farklı yollardan ilerleyerek, yakın dönem metinlerinden günümüz politikasına, yazarın konumuna, okurun bakışına göz atmamızı sağlıyor. Metinlere sinen yaşanmışlıktan, şimdiye dair imkânlar üzerine çatlaklar açıyor. Bu kitabın meselesini oluşturan sorular, farklı pek çok yazarın cümlesini bir araya getirirken, Gürbilek onları bütünleyip uzlaştırma çabasına girmiyor, yerleştikleri yerden, metinler üzerine kazıya girişerek, bir şekilde eleştirel bir anlama çabası veriyor. Soruları oluşturan bir hattan bahsetmiştik sanırım, daha girişte yer alan cümleler bize bu konuda fikir verebilir: “Bir yanda insanın enginlere açılabilmek için bir koruyucu hücreye, bir eve ihtiyacı olduğunu söyleyen (‘Ev ilk evrenimizdir’) Bachelard var. Diğer yanda bir ‘Yola Çıkmış’ Kafka’sı: “Buradan uzağa işte, buradan uzağa, hep uzağa buradan, ancak böylelikle hedefe varabiliriz…” Bir yanda yeni silahların kaçış çizgilerinden yaratılacağını söyleyen (‘kaçmaktan daha eylem dolu bir şey olamaz”) Deleuze var. Diğer yanda “yurt saçmalıkları” bu alanı ele geçirdi diye ona duyulan ihtiyacı yok sayamayacağımızı söyleyen Jean Améry: “İnsanın bir yurda ihtiyaç duymaması için önce ona sahip olması gerekir.” Arkalarda bir yerde, evin toplumsal dayanağıyla birlikte bireysel anlamına da yitirdiğini, bugün çoktan çıkar bölgesine dönüştüğünü söyleyen Adorno’nun sesi duyuluyor: “Ev geçmişte kalmıştır.” Gürbilek, bu hatta düşüncesini ilerletirken karşılaşmalardan, zıtlıklardan, imkânlardan ve çıkışsızlıklardan besleniyor. Böylece, herkesi ilgilendiren, üzerine cümlemiz olan bu kavramların anlamının herkes için, her durumda aynı olmayabileceğini fark ediyoruz. Kesinlikli fikirlerin dışına çıkıp başka gözlerden konular üzerine yeniden düşünüyoruz.
KAÇAN VE KOVULAN İÇİN EV AYNI ANLAMI TAŞIR MI?
Benjamin’in Tek Yön adlı metninde yer alan “Evine Dön! Her Şeyi Affettik” yazısında geçen bir cümle; “Çünkü yalnız on beşindeyken bildiğimiz ya da yaptığımız şey sonradan bizi cezbedecektir. Hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz. On beşindeyken evden kaçmamış olmak”, bu cümle evden kaçışı bir imkân olarak tahayyül etmemize izin veriyor, evden kaçmış olmanın olumlu anlamı ise metnin şu sorusuyla aşınıyor; evden kendi isteğiyle ayrılan ile kovulanın yanıtları aynı olur mu? Benjamin bu cümleyi kurduğunda diyor Gürbilek ve devam ediyor, “Berlin’de otuzlarının ortalarındaydı henüz. Said (ise) on beşinde evden yollanmanın ‘hayatının en yıkıcı deneyimi’ (Yersiz Yurtsuz) olduğunu söylediğinde Kudüs’ten ayrılmak zorunda kalmasının üzerinden elli küsur yıl geçmiş, hayatının sonuna yaklaşmıştı.” Burada hem içinde bulunulan koşullar olarak hem de Gürbilek’in de metinde işaret ettiği gibi yaş olarak fark var ve elbette en baştaki sorunun cevabı farklı çünkü evden kendi iradenle çıkıp gitmekle, zorla, baskıyla çıkmak zorunda olmak aynı deneyimler değil. Sadece metinlerde değil, kendi hayatımızda da evden bir vesileyle çıkmanın özgürleştirici bir yanı olduğunu düşünürüz ama konuşanın konumuna göre anlam yer değiştirir. Çünkü baştaki soruyu hatırlamak gerekirse kaçmak ve kovulmak arasında fark vardır. Bu nedenle kaçılan ev ile kovulduğun ev aynı anlamı içermez.
SÜRGÜNLÜK KONUMU VE İMKÂN
Ülke bahsinde sürgünlük ve yerinden edilmişlik üzerinden ilerliyor Gürbilek ve son yılların en çok karşılaştığımız figürlerinden sürgün üzerine düşünüyoruz. İsimsiz ölüler mezarlığı olan denizlerden kurtulmayı başarabilmişse veya bir şekilde pasaport mümkün olmuş, ülkeden çıkılabilmişse, başka bir yaşamın mümkünlüğünün peşinde bir düş belki de sürgünlük. Ama sorunlu bir düş hiçbir yerli hissedememe, yabancı olduğunu her daim hatırlama, kekeme bir dille yaşamda kalma çabası daha çok. Çünkü sürgünlük konusunda Said bağlamında bahsederken de kitapta hatırlatıldığı gibi; “Sürgün üzerine konuşmak ne kadar çekiciyse, sürgün hayatının o kadar zor olduğunun” farkında olmak gerekir. Gürbilek, edebiyatın deneyim alanı dışında sürgünden söz ederken şöyle diyor: “Bu çağın kitlesel yerinden etmelerinin karanlık perspektifinden bakıldığında, bir insanın doğup büyüdüğü yerle arasında zorla açılmış bir çatlaktır sürgün.” Bu nedenle romantik bir anlatının parçası olmaktan çok daha fazla şey ifade eder. Tam da burada okurken aklıma gelen Saroyan’ın Bağrı Yanık Arap öyküsünü hatırlayabiliriz. Bu öyküde, Hosrov adlı karakterin, kahvehanede tanıştıkları tahmin edilen Arap Halil ile ilişkisi anlatılır. Öykünün dikkat çeken yanı Halil ve Hosrov’un kurdukları dilsiz ilişkidir, onların ortaklığı “zavallı ve bağrı yanık yetimler” olmaktır. Öykünün öne çıkan duygusu ise yabancılıktır, farklı yerlerden gelen insanların buluştuğu kahvehane bu yurtsuz insanlar için ortak bir mekân düşüncesini imler. Halil ve Hosrov’un hiç konuşmadan süren ilişkisi bir dil imkânının yokluğunu anımsatır. Sürgünlük üzerine düşünürken aklımın bir köşesinde bu metin durur. Gürbilek’in bahsettiği “zorla açılmış çatlak”ın da iyi bir ifadesi olabilir diye düşündüm bu nedenle.
Sürgünlükten çıkan bir imkân üzerine düşündüğümüzde ise yazının ilk başında bahsettiğimiz durum gelir akla, dünyayı evleştirmek, tüm parçalarını yabancı olmaktan çıkarıp ilişkilenmek. Gürbilek’e göre; Said’de en güçlü yorumunu “‘Entelektüel Sürgün’de bulur bu durum; Sürgün hayatının sadece mutsuzluk ya da hınç gibi olumsuz duygular değil, başkalarının gerçekliğini görmemizi engelleyen kesinlikleri aşmamızı sağlayabilecek keskin bir bakış açısı da üretebileceğini söylüyordur, Said.” Sürgün yaşamının zorluğuna rağmen başka olanla karşılaşan ve düşünsel imkânını daha geniş bir çerçeveye taşıyabilendir. Ama rağmen kısmı da önemlidir, Gürbilek’in cümleleriyle ifade edersek: “Yerinden edilmenin telafisizliğiyle yuvadan uzaklaşmanın düşünsel imkânları…” Telafisizliği içeren ama aynı zamanda yuvadan uzaklaşmanın getirdiği “özgürleşmeden” doğan bir düşünsel biçim sözü edilen. Bu nedenle Said yazısında iki yanı da gördüğümüzü söylüyor yazar, birini diğerine öncelemektense ikisini aynı anda taşımak, bu da “ne orada ne burada arada” olarak düşünebileceğimiz sürgünlük konumunun yansıması olarak yorumlanabilir belki.
YURDU OLMAYANIN KONUMU
Tolstoy “İnsana ne kadar toprak lazım?" sorusuna kısaca, “İnsana cansız bedeninin sığacağı kadar toprak lazım” cevabını verirken, Améry soruyu şöyle değiştiriyor “İnsan yurda ne kadar ihtiyaç duyar?” Gürbilek, “yurt” meselesini bu sorular üzerinden kat ederken, Améry “ikame yurt”lar olarak tabir ettiği para, itibar, şan, şöhret bunlara ne kadar az sahipse o kadar yurda ihtiyaç duyacağını söylüyor. Burada şu cümlesi bana göre kilit bir yerde duruyor: “Proust, Beckett, Sartre manevi yurttaşlarım olabilir, ama onlardan zevk alabilmem için sokakta kendi yurttaşlarıma rastlamam gerekir. Kültürel enternasyonalizm ancak yurdun güvenli topraklarında serpilebilir.” Bu cümleler şunu gösteriyor ki tanındığın, tanıdığın, kültürel olarak, inanç olarak ortaklaştığın insanlarla bir yerde olmakla yine tanıdığın ama bir şekilde “farklı” ve “yabancı” hissettiğin topraklarda olmak aynı değil. Çünkü Blanchot’nun yabancısının “ortak yaşama yeniden ne zaman kavuşacağını” sorduğunda aldığı yanıta benzer bir durum ortaya çıkıyor burada, cevap şöyledir: “Burada herkes ötekilerle haşır neşir yaşar, ama ortak yaşantı yoktur” (1999: 6). Sennet’in “yabancısı” ise, Gürbilek’e göre: “Evrensel bir yurttaş değil, onu geldiği yere bağlayan kültürel bavulu kolay kolay fırlatıp atamayacağını fark eden biridir. O ağır yükle başa çıkmanın tek yolu onu bazı yerinden etmelerle hafifletebilme becerisi geliştirmektir.” Bunu bir ayna olarak tahayyül ediyor Sennet, Gürbilek’in yorumuna göre: “Bugünün kimlikçi dünyasına tutulan bu yabancılaştırıcı ayna, insanın kendini tanımlarken başvurduğu verili çerçeveleri bozmanın, kendini ve (başkalarını) kültürel tiplerden daha fazlası olarak görmenin, kendine bir ikinci hayat kurmanın imkânını taşır.” Böyle bir imkân kimliği yerinden eden onu sabit olmaktan çıkarandır hatta quir bir bakış olarak bile görülebilir. Kimlikten özgürleşmek, onun yapısına hapsolmamak verili olandan kurtulmak anlamına gelebilir. Améry’ye dönersek, onun durumunda farklı olan neydi? O, kimlikte ve kökende mi ısrar ediyordu? Sanırım bunun cevabı hayır çünkü Gürbilek’in ifadesiyle o şunu söylüyordu: “Bu ikinci hayatın kendisi için imkânsız kılındığını…” “Kendini Alman Hans Meyer’den kulağa Fransız gibi gelen Jean Améry’ye dönüştürme çabası sonuç vermemişti.” Bu nedenle “insan yurda ne kadar ihtiyaç duyar?” sorusuna kesinlikli bir cevap verilemeyeceğini düşünüyordu Améry. Onun derdi yurt kavramının sadece milliyetçilikle anlaşılmasına bir itirazdı belki de. Çünkü böyle yorumlandığında yani yurt kelimesi kesinlikli bir bağlama hapsedildiğinde başka konumları göremeyebiliyoruz mesela Améry’nin konumu gibi: “Bu dünyada insanın yurda ihtiyaç duymaması için ona sahip olması gerekir.”
Gürbilek, farklı konumlar üzerinden “Kökenler mi, başlangıçlar mı?” sorusuna yanıt arıyor. Yazının sonunda şöyle söylüyor Said: “Entelektüel Sürgün’de güçlü insanın bağımsızlığa bağları reddederek değil, onları işleyerek ulaştığını söylemişti. Yani, belleğinde olanı inkâr etmeden, onlarla birlikte yeni bir başlangıç fikri…” Bu nedenle: “Bir entelektüel, gemisi battıktan sonra karada değil, karayla birlikte yaşamayı öğrenen birine benzer.” Kendisini yeni yurtta karşılaştıklarıyla birlikte yeniden düşünen bir entelektüel figür bahsedilen ama atlanmaması gereken herkes için her zaman aynı “başlangıç” fikrini öneremeyeceğimiz, çünkü Améry’nin konumu bize konunun farklı uğrakları olduğunu hatırlatıyor.
Gürbilek İkinci Hayat kitabında, son yıllarda gündemimizden düşmeyen meseleleri metinler üzerinden tartışıyor ve “ikinci bir hayatın”, yeni bir başlangıç olasılığının izini sürüyor. Kelimelerin artık aynı anlamlara gelmediğini fark ediyoruz okurken, mahalleye aynı gözle bakmıyoruz, yazının “kaçış çizgileri”ni, günümüz yazarının “eksik halkı”nı fark ediyoruz. Tanıklık ederken topluca susmanın ne anlama geldiğini görüyor ya da yaşananların yaşandığı yerde kalıp gitmeyeceği, bir gün bir şekilde geri dönebileceği üzerine düşünüyoruz. Giden aynı kalır mı? Her gitme ve eve dönme aynı mıdır bize politik anlamda neler söyler sorularını soruyoruz. Dilsel bir vatan tahayyülü üzerine düşünürken, yazarın dilsel bir yurdunun imkânına bakıyoruz. Kısacası, tamamından ayrıntıyla bahsedemesem de İkinci Hayat’ın soruları tüm güncelliğiyle hem edebiyatın hem de yaşamın ortasına denk düşüyor. Son olarak şu söylenebilir ki; kaçmak, kovulmak, dönmek arasında savrulup duran bir dünyanın belirsizliğinde, imkânlar üzerine düşündüren, bütünü parçalı hâle getiren, çatlaklar açan bir kitap: İkinci Hayat.
KAYNAKLAR
- Blanchot, M., (1999), “Sonradan Sonsuz Yineleme”, (Çev. Serdar Rıfat Kırkalioğlu), İstanbul: Kabalcı.
- Saroyan, W., (2017), “Aram Derler Adıma”, (Çev. İrma Dolanoğlu Çimen, Ohannes Kılıçdağı), İstanbul: Aras Yayıncılık.