Diktatörlük yıllarında bir gazetecinin vicdan yolculuğu
Pereira İddia Ediyor faşist bir rejimde, artık mesleğinin son yıllarındaki bir kültür sanat gazetecisinin Monteiro Rossi ve sevgilisi Marta ile kurduğu ilişkiyle birlikte dönüşümünün hikâyesi. Başka türlü söylemek gerekirse, bir bilinçlenme, bir vicdan hikâyesi.
Sene 1938. Portekiz otoriter, milliyetçi ve Katolik bir diktatörlükle yönetiliyor. Ama nasıl bir diktatörlük? Örneğin, 30 Ekim 1938’de milletvekili seçimleri yapılıyor, ama halkın yalnızca yüzde 11’i oy verdiği bu seçimlerde tek aday 100 kişilik blok listesiyle Salazar oluyor. Üstüne üstlük 21 yaşından büyük okuma yazma bilen her erkeğin oy verebildiği ülkede, 21 yaşını dolduran kadınlar için bir de lise mezunu olma şartı aranıyor. Salazar 6 yıl önce başbakan olmuş, 30 sene daha başbakanlık yapacak. General Oscar Carmona ise 12 yıldır cumhurbaşkanlığı görevinde, 28 Mayıs 1926’da darbeyle geldiği bu konumu ölümüne dek yani 13 yıl daha terk etmeyecek. Bu arada komşu İspanya’da iç savaş var ve sosyalizm, hatta demokrasi düşmanı Salazar, tıpkı Papa, Hitler ve Mussolini gibi Franco’nun en büyük destekçilerinden biri. İber Yarımadası’ndan biraz uzaklaşırsak, bir yıl sonra İkinci Dünya Savaşı patlak verecek, Portekiz savaşta nötr kalacak. İşte böyle bir dönemde, 1938 yazının ortasında geçiyor Pereira İddia Ediyor.
Fransız çizer Pierre-Henry Gomont, bu naif ve çarpıcı çizgi romanı, Antonio Tabucch’nin aynı adlı eserinden yola çıkarak yaratmış. Portekiz’de yaşayan İtalyan yazar Tabucchi’nin romanı Pereira İddia Ediyor, bizim kuşağın sansüre ve baskıya karşı yazılmış ikonik romanlarından biri. Hatırlarsanız, 1994’te, yayımlanmasından yalnızca bir sene sonra da sinemaya uyarlanmıştı. Roberto Faenza’nın çektiği 1995 yapımı “Sostiene Pererira”nın, Marcello Mastroianni ve Daniel Auteuil’lü kadrosuyla, kaçırılmaması gereken bir film olduğunu da not edelim ve çizgi romana dönelim.
Pereira, başkent Lizbon’da çıkan küçük bir Katolik gazetenin, yani “Lisboa”nın kültür-sanat editörüdür. Kendisini de “iyi bir Katolik” olarak tanımlar ve faşist Salazar rejiminin düsturu “iyi Katolikler komünizme karşı durmalıdır” sözüne olabildiğince uymaya çalışır. Hava boğucu derecede sıcaktır ve ülkede paranoyanın hâkim olduğu baskıcı bir siyasi ortam vardır. Sansür kurulu gazetelerin tepesine çökmüştür, hatta kurula gerek kalmadan otosansürün doruklarında dolaşan Pereira’nın gazetesine bile... Onların izni olmadan yazılara bir cümle bile eklenemez. Pereira, bir lokantanın orta yerinde, “Ben politikayla ilgilenmiyorum, kültür sanatla ilgileniyorum” diye bağıracak kadar siyasete mesafeli, sokaktaki keyfi gözaltılara ses çıkarmayıp oradan sıvışarak uzaklaşan, hayattan vazgeçmiş bir gazetecidir. İş dışındaki vaktini ölmüş karısının fotoğrafıyla konuşarak ve Balzac çevirileri yaparak geçirir. En büyük derdi ise ölümle birlikte kurtulacağına inandığı iri ve sarkık bedenidir.
Ta ki bir gün gazetede Monteiro Rossi adında genç bir felsefe mezununun ölüm üzerine yazdığı yazıyı okuyana kadar. Pereira’nın hayatı, Monteiro Rossi’yi aramasıyla değişecektir. Rossi’yi telefonda, ölümden sonra bedenin ve ruhun dirilmesi konularında sorgularken kendisini birden ondan gazeteye ölmüş ünlülerin hayatını yazmasını isterken bulur. Tabii ki Rossi, Pereira’nın yazmasını istediği Mauriac ya da Bernanos gibi sağcı yazarların değil, Lorca ve Mayakovski gibi sosyalist yazarların hayatlarını yazacaktır. Pereira ise kendisinden beklenmeyen bir şekilde yazıyı yayımlayacak, bu uğurda Salazar destekçisi patronuna karşı Rossi’yi savunmayı göze alacaktır.
Hikâyenin tamamını anlatmayayım, ama şu kadarını söyleyeyim, Pereira İddia Ediyor faşist bir rejimde, artık mesleğinin son yıllarındaki bir kültür sanat gazetecisinin Monteiro Rossi ve sevgilisi Marta ile kurduğu ilişkiyle birlikte dönüşümünün hikâyesi. Başka türlü söylemek gerekirse, bir bilinçlenme, bir vicdan hikâyesi. Geçtiğimiz aylarda Karakarga Yayınları tarafından basılan bu kitap korona virüsü gündemi nedeniyle hak ettiği ilgiyi görememiş gibi duruyor. Umarım okuyucusunu bulur ve elden ele dolaşır. Çünkü geçtiğimiz yüzyılın minör bir hikâyesi gibi duran bu çizgi roman aslında bize çok tanıdık bir evrenden sesleniyor, bizi vicdanımızla ve bugüne dair düşüncelerimizle baş başa bırakıyor.