Oruç Aruoba: 'Kişi, ölümden sonra geri kalandır'
Oruç Aruoba, tam da kendi şiirinde bahsettiği gibi, ölümden sonra da, ondan geri kalanlarla yaşayacaktır, okurunu düşündürmeye devam edecektir.
Yazarları diğer insanlardan ayıran en büyük fark mirasının sadece yakın çevresinde kalmaması, okuru olan her kişiye tek tek bir parça pay düşmesi. Bir yazarla belli bir ilişki kurabilmiş okur, yazarın bedeni dünyadan gittiğinde o mirasa sahip olduğunun bilinciyle bir nefes alabilir. Her yazarda bunu hissetmezsiniz ama bazı yazarlar size metinlerinin yanında anı, yaşanmışlık ve düşünme bırakır. Ayrıca, okuduğumuz metinlerin kendince anları vardır ve bu size bir metni okuduğunuz zamana gidebilme yetisi kazandırır. Bir anlamda zaman içinde yolculuk; kıymetli bir yolculuk... Oruç Aruoba’nın bedeni dünyadan gitti, haberi aldığımda önce bir durup sonra kitaplığa koştum. Nedenini bilmiyorum ama bir şekilde yerinde olup olmadığını kontrol etme hissini hatırlıyorum. Sanki gitmedi demek ve kendini buna ikna etmekti, varlığının somutluğu olan metinlerini orada görmek ve rahatlamak. Sonra tüm metinleri yere indirip, bahsettiğim okuma anlarında dolandım tüm gün. Anlamayıp koyduğum soru işaretlerine, altını çizdiğim cümlelere, okunduğu anlardaki duygusal durumumu yansıtan notlara baktım. Füruğ’un o ünlü dizesine “kuş ölür, sen uçuşu hatırla”ya istinaden, “yazarın bedeni gitmiş olabilir, sen metni hatırla” dedim kendi kendime.
Oruç Aruoba’nın bedensel olarak varolamayacak olması temelli bir gitme değil çünkü daha genel anlamda okurun yaşamına dâhil olmuş, onu bir yanıyla yakalamış bir yazarın tamamıyla gitmesinin mümkünlüğü yok. Çünkü varlığının bir parçası metinleriyle okurunda yaşıyor.
ANLAM HER ŞEYDİR
Oruç Aruoba üzerine düşündüğümde ilk aklıma gelen şey anlam arayışı, anlam bulma, yoksa onu icat etme yeteneği. Bu durumun en güzel örneğini de “Çengelköy Defteri”nde (2011) görürüz. Beylerbeyi Çakarı’nın yanıp yanmamasına takılır, devamlı kontrol eder, yanmıyorsa yetkilileri arar, onunla ilgilenir. Kısacası araya başka tümceler girer ama asıl mesele dönüp dolaşıp çakara bağlanır. Beylerbeyi Çakarı’nın adı yoktur ama tanımı vardır: “FIR3sec10m3M”, bu tanım üzerine düşünür, çözümler ve bir cümle hâline getirir Aruoba: “Üç mil görüş alanlı, on metre yüksekliğinde, üç saniyelik aralıklarla çakan, kırmızı, çakar”. Sonra şu cümleyi ekler: “İnsan bir şeyi yazabiliyorsa, bu, anlamlıdır-insan çünkü anlamsızı yazamaz…” Yazmak bir şekilde anlamı bulmakla ilişkilenir bu cümlelerde, söylenmek istenen illa anlamlı bir bütünlük içinde cümle kurmak da değildir fikrimce, söylenebilir hâle getirmek aynı zamanda yüklediğin anlamı ifade edebilmektir. Anlamsız da yazılabilir ama onun bir yanı yine anlamlıya dayanır, çünkü anlamsızlığı yazmak da bir biçimde ona anlam kazandırmak değil midir? Aruoba’nın “İle” (2013) metninin hemen başında yine bu anlam meselesi karşımıza çıkar, “en içteni içten söylemek” diye şiirsel bir deyimleme biçimi bulduğundan bahsettikten sonra şöyle der: “Bir tehlike de, ‘edebî’ olmağa çalışmak: Biliyorsun, tam olarak oturmuş bir tümce ancak tam anlamlıdır; kaypaklığa engel olabilir –ya da benim kanım bu. Bu yüzden tümcelerime özen gösteririm ben (senin eleştirdiğin gibi de, kendime öteki insanlara, görünüşlere “dış” şeylere göstermem o özeni –yalnızca ‘içteki şeylere’; anlama ve anlamı aktaran şeye, tümceye gösteririm: anlam her şeydir.” Aruoba için anlama ulaşmak onu iç’in derinliklerinden bulup çıkarmak, “en içteni içten söylemek” buna özen göstermek, dış’ın değil iç’in ifadesi olan tümceye ulaşmaktır bu nedenle işte “anlam her şeydir” ve en anlamsız olanın bile tümcesi o anlama bir yanıyla tutunur.
DİL
Oruç Aruoba için bir diğer önemli mesele dildir diyebiliriz. “Olmayalı”(2011), adlı metninin bir yerine şöyle bir not iliştirmişim: “Oruç Aruoba, dil oyunu mu yapıyor, dil deneyi mi?” Bu sorunun cevabını hâlâ tam bildiğim söylenemez. Belki de ikisini birden yapıyordu, dilin sınırlarıyla oynuyor, onunla neler yapabileceği üzerine de yöntemler deniyordu. Ama şunu söyleyebiliriz ki insanın dünyadaki ilişkisinin belirleyeni olarak dili görüyordu, varoluş ile dil arasında bir ilişki varsa da bunun belki de en çok şiirle ortaya çıkabileceğini düşünüyordu. Yanı başına notu düştüğüm metin şöyle:
“TAŞ
ırım: Ölüm
ü. İçimde bir
yerde. Nerede. Bilmem.
Gider. Götürür
de. Gider
iz.”
Aruoba, belki de sadece oyun oynamıyor, deney yapmıyor aynı zamanda çok önemsediği anlamı çoğaltıyordu dil biçimleriyle... Çünkü bu metnin son dizesi “gider –iz” kullanımına baktığımızda iki farklı anlam görebiliyoruz. “Ölüm gelir gideriz” veya “Ölüm gelir ve insanın yaşamdaki izini de götürür.” Aruoba metinlerinin okurunda yeri olmasının bir nedeni de bu bana kalırsa, onun anlam arayışına eşlik etmek. Metnin bir yerine soru işareti koyduran, okuru birlikte düşünmeye teşvik eden bir yazarın, onu işe dâhil ederek, onunla birlikte kendi anlamına yaklaşma çabası ve bunun için dili işlevselleştirmesi sanırım burada gördüğümüzün göstergesi de bu.
'ZİLİF'
Oruç Aruoba’dan söz ederken adını anmadan geçemeyeceğim bir metni de “Zilif” (2013) bu metin üzerine yazdığım bir değerlendirmede bir “iç döküm” metni olarak gördüğümden söz etmiştim. Bu önemli çünkü “iç döküm” metinlerinde yazarın zaaflarını, kaygılarını, kendine dair olduramamışlıklarını açık yüreklilikle dile getirmesi beklenir. Aruoba’nın “Zilif”ine bu anlamda bakıldığında kültürel erkeklikle yüzleşilen bir yan tespit edebiliriz. Kızına yazdığı bu metinde toplumun biçtiği roller ile kendisi arasında kalmış bir insanın serzenişi duyulur. Ama sadece toplum deyip sıyrılmaz işin içinden kendisini de katar, istenen kişi olamamanın sorumluluğunu alır. Kendisi olarak kabul görmemenin nedeninin verili toplumsal normlar olduğunu hatırlatır: “Toplum da öyle: Benden hep önceden konmuş kalıpların içine girmemi istediler. Benden, ben olarak, belirli bir görevi üstlenmemi isteselerdi sorun olmazdı, benim istediğim zaten buydu. Ama benim görevin kendisi durumuna girmemi istediler. Benim bambaşka bir kişi olmamı bile değil; sanki kişiliksiz bir şey, bir alet, bir makina…” Ve istenen kişi olamadığını kabul eder, bunu dışarının gözü üzerinde olmasına rağmen yapamadığı için eleştirinin yönünü kendisine de çevirir, yaşadıklarıyla ve yaşattıklarıyla yüzleşir: “Çünkü, işte, başka, olduğumdan farklı bir kişi olmak istemezdim –bütün yoksunluklarımla, kusurlarımla, bozukluklarımla, ben benim…” Kendi olma çabası önemlidir onun için, verili kodlarla hareket edememesinin nedeni de budur ama bundan kaynaklı etrafına zorluk çıkardığının da farkındadır Aruoba ve bu yüzleşme bence kıymetlidir.
ÖLÜMÜN ÖZGÜRLEŞTİRİCİLİĞİ
Aruoba’nın metinlerine yansıyan bir düşünce de insanın ölüme doğru bir yaşam sürmesinin getirdiği krizdir. Sonlu bir varlık olan insan için ölüm fikriyle yaşamanın sıkıntısı, onu devamlı zihninde taşımak zorunda kalması büyük sorundur. Ancak ölüm yazar tarafından yaşamı anlamlı kılmanın bir yolu olarak görülür. “De ki İşte”(2011) adlı metnin ilk iki bölümünü tamamen ölüm ve yaşam konusuna ayırmıştır ve yaşamla birlikte ölümü düşünmüştür. Birinin varlığının diğerine anlam kazandırdığına dair fikrini metnine yansıtmıştır:
“Yaşamın sana sıkça söyleyebileceği tek şey ölümdür
Öyleyse, yaşamın tek açık anlamı,
Ölümdür.
Yaşamın tek anlamı ölümse,
yaşamın anlamı – yoktur…
Ölüm, yaşamın belirginleşmiş yanıysa,
yaşamın anlamı –boştur…
Ölüm, yaşamın belirginleşmiş yanıysa,
yaşam, bilinçlendirilmiştir.
Yaşamın tek belirgin yanı ölümse,
yaşam her yanıyla –özgürdür.”
Ölümün bir gün kapımızı çalacağını biliriz, insan her şeyden kaçabilir ama ondan kaçamaz. Bu durum Aruoba’nın söylediği gibi, yaşamın boş ve anlamsız olduğu düşüncesine götürebilir bizi ama aynı zamanda bizi yaşama karşı bilinçlendirir, onun anlamını biraz da öleceğimizi bildiğimiz için farkına varırız. Aruoba’nın bahsettiği özgürleşme de bunu fark ettiğimizde başlar, çünkü ölüm belirginleştikçe insan yaşamı önemser, önemsedikçe ölümden özgürleşir. Durum yazarın başka bir metninde söylediği gibidir çünkü: “Yaşam bilinci, eninde sonunda, ölüm bilincidir.”
Oruç Aruoba metinleri üzerine sayfalarca yazılabilir ama her şeyden önce ondan öğrendiğimiz çok şey olduğunu eklemeli; yolu, yürümeyi, yolun ne zaman yöne dönüştüğünü, yokluğun kıyısında durup, hiçlik düşlemeyi ama yine de güneşe bakmayı bırakmamayı, kazma kürek yaktırmayan Mart sonlarında gelen erken eriğin tadını, gelmeyeceğini bile bile beklemeyi ve bundan haz almayı, bazen suskun bazen fısıldayan meşeleri, kedileri, insanın kurtlar tarafından yenmeye hazırlandığı ölümü düşünmeyi, solucanları, sokakları, doğayı… Ve daha pek çok şeyi en önemlisi de sanırım yaşamı yazıyla birlikte tahayyül edip düşünebilmeyi, şiirle felsefeyi birbirine yaklaştırmayı, yanından defterini hiç eksik etmemeyi… Sadece yazdığı değil çevirdiği metinlerle de kültürel dünyamıza etkisini, Wittgenstein’ı, Nietzsche’yi… Ve Aruoba’nın yapıtından ne çok şey kaldığını hatırlarken, onun dizeleriyle bitirmeliyiz sözü:
“Kişi, varolma gücünü
Ölü yüceliklerinden alır-
Kişinin yaşam besini, ölüp gitmiş kişilerin
Geride bıraktıklarıdır…
Kişi de, işte, tam olarak, ölümden sonra
Geride bırakabileceklerinin toplamıdır.
Kişi, ölümden sonra geri kalandır.
Kişi, ölümün yokedemediğidir.
Kişi, ölümden sonra da yaşayandır.”
Oruç Aruoba, tam da kendi şiirinde bahsettiği gibi, ölümden sonra da, ondan geri kalanlarla yaşayacaktır, okurunu düşündürmeye devam edecektir.