Tartışmalı bir ‘başyapıt’: Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği
1982 yılında Milan Kundera tarafından yazılan ve felsefi roman türünün en başarılı örnekleri arasında yer alan “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”, dört farklı karakter etrafında şekillenerek bu karakterler özelinde varoluşçuluk, geleneksellik, aile, kadın erkek ilişkileri, siyasi otorite kavramlarını irdeliyor. 1968 Prag Baharı ve ardından SSCB’nin işgali çevresinde Tomas, Tereza, Sabina ve Franz’ın yaşamlarını konu edinen roman, aynı zamanda okurunu düşünmeye iteleyen, onu dünyayı anlamaya, tartışmaya kışkırtan bir kitap olmayı da başarıyor.
20. yüzyılın en tartışmalı kitaplarından biri hangisidir diye sorulsa duraksamadan Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’dir diyebilecek birçok kişi bulunur. Bunun nedeni biraz da Milan Kundera’nın tartışmalı konumuyla ilgili: Yazar, liberal entelektüeller ve muhafazakâr anti-komünistler tarafından ateşli bir şekilde sahiplenilip, savunulurken; sekter sosyalistler tarafından lanetlenmişti. Bu koordinatlarda bulunması ise ister istemez ölçüsüz bir övgü ile, dengesiz bir eleştirellik arasına sıkışmasına neden oldu. Hem övgüler hem de yergiler kısmen doğruluk içerseler de Milan Kundera’nın yapıtını kapsayacak nesnel bir pozisyonu ıskalamayı tercih ediyorlardı. Nesnel bir pozisyon tutturmaya çalışan akademisyenleri de çaresiz bırakan bir metin yazmıştı Kundera. Çünkü metnin akışkan yapısı, ele gelmeyi, bütünlüklü bir değerlendirme içine sıkıştırılmayı reddediyor.
Milan Kundera’nın tam da bunu hedeflediğini; övgücüleri de, yergicileri de, nesnel bir pozisyona tutunmaya çalışan akademisyenleri de sürekli bir şekilde tartışma meydanına çekmeyi dilediğini söyleyebiliriz. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nin ana sorusunun kendisiyle de ilgili olduğunu kanıtlamak ister gibidir: “Ağırlık mı hafiflik mi?” Kitap bir taraftan edebi, felsefi, politik ve psikolojik bir ağırlık taşıyacağı iddiasını taşır. Fakat diğer taraftan bu iddiaları çürütmek için elinden geleni yapar. Edebi anlamda yenilikçi olduğunu düşündüğümüz yerlerde geleneğe dayandığını keşfederiz mesela. Felsefi anlamdaki ağırlığı, kendi retoriğine kapılmayla gölgelenir. Politik duruş ise en muhalif olduğu düşünüldüğü anda bile apolitiktir. Edebi, felsefi, politik hafifliğin psikolojik bir derinlik yaratması ise kaçınılmaz olarak imkansızdır. Ne var ki tüm bunlara rağmen Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, okurunu düşünmeye iteleyen, onu dünyayı anlamaya, tartışmaya kışkırtan bir kitap olmayı da başarır. Sanırım tam da bu yüzden geçen yüzyılın en tartışılası kitaplarından biri olmayı hak eder.
PRAG BAHARI VE SONRASI
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, 1968 Prag Baharı ve ardından SSCB’nin işgali çevresinde Tomas, Tereza, Sabina ve Franz’ın yaşamlarını konu edinir. Prag Baharı ve ardından yaşananların kitabın ana karakterlerinin yaşamlarını nasıl değiştirdiğini tartışmaya açar Kundera. 1968’de, Prag Baharı olarak da adlandırılan Çekoslavakya’daki demokratikleşme hareketi, SSCB ve Varşova Paktı tarafından bir karşı devrim olarak görülmüş ve süreç 20 Ağustos 1968’de ülkenin işgal edilmesiyle sonlanmıştı. Bu işgal sonunda yaklaşık üç yüz bin kişi Batı ülkelerine iltica etmek zorunda kalmış; ülkelerinde kalan aydınlar, sanatçılar, kanaat önderleri ya nedamet getirmeye zorlanmış ya da işlerinden edilmişlerdi. Roman da, bu olaylarla alt üst olmuş yaşamlara odaklanır. Bunu yaparken de insanın karşısına çıkan durumlarda ahlaki olarak neyi tercih etmesi gerektiğini sorgulamaya çalışır Kundera. Kişi aşkta, siyasette, felsefede ya da günlük yaşamda neyi tercih edecektir: Ağırlığı mı hafifliği mi? İhaneti mi bağlılığı mı? Giydirilmeye çalışılan deli gömleğini mi kendi benliğini mi? Tüm roman yapılan tercihlerin, atılan adımların, vazgeçişlerin, tutunmaların dökümüne ayrılır.
DENEME İLE KURGU İÇ İÇE
Kundera bunu yaparken, deneme ile kurguyu iç içe geçiren bir tarz benimser. Bölüm başlarında denemeler yoluyla açılan tartışmanın yaşananlar ile derinleştirilmesini hedefler Kundera. Özellikle kitabın ilk yarısında bu formülün işlediğini gözlemleriz. İlk okurken yenilik hissi yaratan bu tarz, aslında romanın ilk çıktığı andan bu yana kullanılan bir tekniğe dayanır. Ahmet Mithat Efendi romanlarında duyduğumuz “ey kari” nidasına benzer şekilde yazarın sesi kitabın ortasındadır. İlk başta yazardan bağımsız bir anlatıcıymış hissi edindiğimiz bu ses, ilerleyen sayfalarda taraf tutar, okuru yönlendirir, hakikati tekeline almış bir kanaat önderi gibi hareket etmeye başlar. Tam da bu noktada Kundera, kendi formülünü reddederek yazar olarak kitabın içindeki varlığını daha da belirgin kılmaya başlar. Kitabın içine yedirilen bu denemeler bir taraftan okuru tartışmaya davet eder, kışkırtır ve heyecanlandırırken; diğer taraftan tartışmanın önünü tıkayan bir kesinliğe de sahiptir. Tam da bu yüzden okur ikilemde kalır: “Ağırlık mı hafiflik mi? Gerçekten bir kere yaşanan hiç yaşanmamış mı sayılır? Kitcsh mi bok mu?” gibi sorular yerine şu ikilem ön plana çıkmaya başlar: “Tartışmaya katılsa mı katılmasa mı?”
YARATICI BİR KOLAJ
Bu ikileme rağmen, Kundera’nın çağrısının ısrarcı olduğunu kabul etmek gerekir. Tartışmadan kaçmak neredeyse imkânsız hale gelir. Bunu sağlayan unsurlardan biri de yaratıcı bir şekilde bir araya getirilmiş bir kolaj tarafından dürtüldüğümüzü hissetmemizdir. Romanların başka kitaplarla konuşmaları ile ilgilenmeyen okurlar için sıkıcı sayılabilecek bir arkeoloji faaliyetine davet edildiğinizi hissedersiniz Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde. Roman, Nietzsche’nin Ebedi Dönüş düşüncesi ile açılır, Parmenides’in olumlu/olumsuz ikiliğiyle devam eder mesela. Dil bilimsel tartışmalarla da zenginleşir bu fikirler.
Başka kitaplarla konuşmalar bununla sınırlı değildir. Kitabın konusu biraz da Tolstoy’un ünlü ikiliklerine dayanır. Anna Karenina ile Savaş ve Barış’takine benzer şekilde karşıt çiftler yaratır Kundera: Tomas – Teresa ve Sabine-Franz. Tereza’nın Tomas’a elinde Anna Karenina ile gitmesi ya da Tereza ve Tomas’ın köpeğinin adının Karenin’in olması Tolstoy referansını özellikle vurgulamaya hizmet eder aynı zamanda. Başka küçük göndermelerde romanı zenginleştirmeye devam eder: Tomas’ın kaçamak yaptığı kadınların yanında uyuyamaması fikri François Truffaut’nun Jim’inin benzer tercihiyle eşleşir mesela. Ya da “Erkekler nazikti, Tereza'nın yanından geçerken şemsiyelerini iyice yukarı kaldırıyor, yol veriyorlardı. Ama kadınlar pes etmemeye kararlıydılar; her biri dosdoğru ileriye bakıyor, karşısındaki kadının kendisinden daha aşağı olduğunu kabul edip kenara çekilmesini bekliyordu. Şemsiyelerin karşılaşması bir güç sınavıydı” pasajında anlatılan Tereza’nın Prag’ın kadınlarıyla girdiği şemsiye savaşı, Dostoyevski’nin yeraltı adamının kaldırımda yol verme problemine selam çakar.
Kitabın adının çağrıştırdığı varoluşçu felsefe de düşünsel harcın önemli bir malzemesidir. Albert Camus’nün Düşüş romanına açıktan gönderme taşıyan şu bölüm bu açıdan karakteristiktir: “Gözü 'daha yükseklerde bir yerde' olan herkes günün birinde gözünün kararabileceğini hesaba katmalıdır. Nedir göz kararması? Düşme korkusu mu? Peki ama gözetleme kulesinin sapasağlam trabzanları da olsa bu korkuya kapılırız; neden? Yok, göz kararması düşme korkusundan farklı bir şey. Bizi çağıran, bizi kışkırtan, altımızdaki boşluğun sesidir göz kararması; düşme arzusudur, bu arzunun karşısında dehşete kapılır, kendimizi korumaya çalışırız.”
DİDAKTİZME MEYİL
Varoluşçuluğa yapılan vurgu bununla sınırlı değildir. Kitabın karakterleri sürekli seçimlerle karşı karşıyadırlar ve bu seçimlerin sonuçlarıyla yüzleşirler. Bu varoluşçuluğun temel tezlerinden sayılabilecek insanların eylemleri ile tanımlanması fikri ile paralellik taşır. Kişinin hayatının anlamını sübjektiflik, seçme özgürlüğü ve amacı ile uyumlu olarak yaptığı seçimler belirleyecektir. Kundera’nın yarattığı karakterler bu sorumluluğu alma tarzlarıyla arzı endam ederler. Kundera burada da küçük bir kayırmacılık yaparak Tomas ve Tereza’yı ‘ideal’ çift olarak sunar okuruna. Burada da Tolstoy’a benzer bir tavır sergilediğini ve son anda didaktizme meylettiğine de şahit oluruz.
Didaktizme meyil sadece anlatıcının taraf tutuşuyla göstermez kendini. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni tartışmalı bir roman haline getiren, dahası eleştiri oklarına hedef olmasına neden olan şey, Prag Baharı sonrasında yaşananların öfkeli bir şekilde anlatılmasıdır. Bu bölümlerde kimi zaman anlatıcı doğrudan söz alır ve bu bölümlerde dizginlenemez bir nefret, bir romanda olduğumuzu unutmamıza neden olur. Bu bölümler Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nin bir başyapıt olma şansını ortadan kaldırması açısından da mühimdir. Kimi zamansa, anlatıcının sesi karakterlerin düşüncelerinde yankılanır. Sabina’nın içinden geçirdiği düşünceler olarak aktarılan ve faşizm ile komünizmi eşitlemeye çalışan egemen anlatının yeniden üretildiği şu bölüm bu açıdan karakteristiktir: “Onlara, komünizmin, faşizmin, bütün işgallerin, bütün istilaların ardında çok daha temel, yaygın bir kötülüğün yattığını ve bu kötülüğün havaya kalkmış yumruklar ve dillerinde bir ağızdan haykırılan bir örnek hecelerle uygun adım yürüyen insanlardan oluşan bir resmi geçitte en somut görünümüne kavuştuğunu anlatabilmek isterdi.”
Sonuç olarak Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde, okurunu seçimler, sorumluluk, ikilemler gibi konularda sürekli bir şekilde sınava girmeye zorladığını söyleyebiliriz. Bunu yaparken kendine dair değerlendirmeleri de aynı ikilemlere, kararsızlıklara sürüklemeyi başarıyor. Sırf bu yüzden bile Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği 20. yüzyılın en tartışmalı romanlarından biri olarak adlandırılmayı ve okunmayı hak ediyor.