John Fowles: Düzenli bahçeler mi yaban ormanlar mı?

John Fowles, Ayrıntı Yayınları tarafından, Süha Sertabiboğlu çevirisi ile basılan 'Ağaçlar' kitabında evrim düşüncesiyle birlikte doğal çevreye yaklaşımımızın bizi antroposantrizme yaklaştırdığını savunuyor. Fowles, tüm bunların sonucunun ise bizi doğaya yabancılaştırmak, ondan daha da uzaklaştırmak olduğunu düşünüyor.

Google Haberlere Abone ol

Uzunca bir süre evde oturunca pencere ya da balkon bir gözlem yerine dönüşüyor. Salgın günlerinde, baharın gelişini, doğanın uyanışını bu yerlerden gözledik. Benim için de öyleydi durum. Baharın ilk günlerinde karşı apartmanın girişindeki küçük bahçenin uyanışına tanıklık ettim. Kendiliğinden çıkan otlar, çimenler bir süre sonra yayıldı ve yemyeşil bir görüntü ortaya çıktı. İnsanların da çok ortalıkta olmaması nedeniyle çabucak büyüyüp serpildiler. Kediler dışında çok fazla ziyaretçileri yoktu ne de olsa. Sonra bir sabah pencereyi açtığımda yeşil otların kaldırımda serilmiş, buruşmuş öylesine bırakılmış olduklarını gördüm.

Köklerini saldıkları yerde sadece kahverengi toprak örtüsü kalmıştı. Gün içinde yerlerine gül fidesi dikildi. Otlar çöpe götürüldü. Peki, bu gözlem bize politik ve felsefi anlamda bir şey söyler mi? Bu durumun insan türünün doğa ile olan ilişkisinin, deneyiminin bir sonucu olduğunu düşünebiliriz pekâlâ. “Seçme”, “ayıklama” kendisi için hem estetik anlamda hem de fayda anlamında uygun biçime sokma olarak değerlendirilebileceği gibi, yabancı gördüğü türü yok etme, adlandırılmamış olandan çekinme gibi farklı sebepler de öne sürebiliriz.

John Fowles’un, Ayrıntı Yayınları tarafından, Süha Sertabiboğlu çevirisi ile basılan, “Ağaçlar” adlı kitabı yukarıdaki gözlemimi anımsattı. Fowles, biçimli ve düzenlenmiş bahçelerin politik, kültürel, felsefi ve dinî anlamını sorgularken, insanın “yabana” olan bakışının, onun doğa ile kurduğu ilişkinin, başka türlere tavrının altında yatan nedenler üzerine düşünüyor. Fowles’un metni başlangıçta baba-oğul çekişmesinin konu edildiği bir kitap hissi bıraksa da ilerledikçe öyle olmadığı fark ediliyor. Her ne kadar yazar, babasının her şeyi özenle seçilmiş, yabani hiçbir şeye yer bırakılmamış, düzenli bahçesinin karşısına “yaban doğayı” koyarak işe başlasa da onun asıl derdinin, modern bilimsel perspektiflerin adlandırma, kategorize etme, düzenleme, yaban olmaktan çıkarma gibi tahayyüllerinin, yerleşik hâle gelmesinin sonuçlarını ortaya koymak olduğunu görüyoruz. Fowles orman ile ruhani bir ilişki kurarken bu bakışının bir çeşit din gibi anlaşılabileceğini düşünüyor, insanın doğaya yabancı konumunun ondan neler çaldığını hatırlatırken, çok sık duyduğumuz dünyanın sonu geldi tezine tersinden bakarak, asıl sonu gelenin insan türü olabileceğine işaret ediyor.

BİÇİMLENMİŞ DOĞA, BİÇİMLENMİŞ İNSAN

Bahsettiğimiz gibi Fowles, babasının bahçeyle olan ilişkisinden yola çıkıyor derdini anlatmak için, onun bahçesi hakkında söylediği şu cümleler konuyu açmamıza yardımcı olabilir: “O ağaçlar aslında onun en gerçek felsefesi, hakiki felsefeye, soyut fikirler dünyasına sevgisiydi ve aslında (budama makası gibi ağızlarıyla, sert hukukçulardan hoşlanması gibi) doğadaki düzensizliğe karşı nefretinin tezahüründen başka bir şey değildi. İyi filozoflar gerçekliğin kaosunu budar, evcilleştirip sabit bir biçime sokar ve böylece de değerli ve nefis meyveler vermeye zorlar…” Fowles, babasının doğa ile kurduğu ilişkiyi ironik bir dille anlatırken aslında bu durumun onun hayata bakışıyla olan ilgisini de kuruyor, düzenleme, biçimleme, denetleme modern insanın hayata bakışının da yansıması çünkü. Ağaçları budamak, onları bir şekle sokmak, evcilleştirmek ve insana yararlı meyveye ulaşmak, bir anlamda insanların kurumlarda biçimlenip devlete, sisteme en iyi meyvesini sunacak hâle getirilmesini anımsatıyor. Ki Fowles’un da asıl bahsetmek istediğinin bu olduğu sonraki bölümlerde anlaşılıyor, babasının bu bakışına karşı şöyle söylüyor: “Bunu hep, aramızdaki çok büyük fark olarak gördüm; ve hayret verici, genetik yönden gizemli. Onun nefret ettiğine tapıyordum ben. Benim bahçelerim, ilk kez gördüğüm andan itibaren, İngiltere’nin Batısındaki ve daha sonra da Fransa’daki unutulmuş ve giderek terk edilmiş koruluklar ve ormanlardı.” Fowles’un doğa yaklaşımı Henry David Thoreau’nun “yaban” tutkusunu çağrıştıran bir yerde duruyor bana kalırsa. Onun fikirlerinde biçimlenmiş, düzenlenmiş, bir manzaraya dönüştürülmüş doğanın karşısına insan eli değmemiş, çitlenmemiş, bataklıları kurutulmamış, otları ayıklanmamış “vahşi” bir doğa tahayyülü vardır, Fowles’un metin boyunca bahsettikleri bu açıdan Thoreau düşüncesini hatırlatıyor.

Ağaçlar, John Fowles, çeviri: Süha Sertabiboğlu, 80 syf., Ayrıntı Yayınları, 2020.

DOĞANIN KENDİ İÇİNDE BÜTÜNLÜKLÜ DÜZENİ

“Ağaçlar” kitabında Fowles, evrim düşüncesiyle birlikte doğal çevreye yaklaşımımızın bizi antroposantrizme yaklaştırdığını savunuyor. Bununla kast ettiği doğal çevreye ait bir şeyin ayırt etme ve bireyselleştirme yoluyla bütünsel gerçeklikten koparılması, tekil hâle getirilmesi, etiketlenmesi ve sabitlenmesi diyebiliriz. Çiçeklerin yahut ağaçların isimleri ve tabiatları bu “ayırt etme” ve “bireyselleştirme” yöntemiyle bütünsel gerçeklikten koparılır, Fowles’a göre bu, “düşünsel olarak fotoğraf kadrajı”nın gördüğü işlevi görür. Onu bir yere sabitleyerek çevresinden koparır, kategorize eder, adlandırır. Çünkü amaç bilinmedik hiçbir şey bırakmamak doğanın “yabancı” olan kısımlarını deşifre etmek büyüsünü kaybettirmektir ve antroposantrizmi benimsemiş modern insanın ve bilimin amacı da budur, insan temelli, doğal çevreye yabancı bir düşünme. Ayrıca, Fowles şunu hatırlatıyor: “Bilimciler simbiyoz sözcüğünü, türler arasında birbirinden ayırabilir karşılıklı yarar sağlayan ilişkilerle sınırlar; ama gerçek orman, nasıl olursa olsun her gerçek yer tüm bu fenomenlerin toplamıdır. Onların hepsi varlıklarının birlikteliği içinde birlikte var olduklarından, bir anlamda simbiyoz hâlindedir. Sırf, bu muazzam etkileşimlerin, zamanda ve mekanda çakışmaların toplamı bilimin ölçemeyeceği bir şey olduğu için (bilimciler, ölçülebilir olsa bile, yararlı fonksiyonun ötesinde diyecektir belki de) bu kadar alışmışız bunu görmezden gelmeye; kuşun uçuşunu ve havalandığı dalı, rüzgardaki yaprağı ve yerdeki gölgesini birbirinden ayrı olaylar ve sırlar gibi görmeye… Ne kuşu? Hangi Dal? Ne yaprağı? Hangi gölge? Bu soru-sınırlar gerçeğe değil bize aittir.” Kısacası, doğadaki ortak yaşam kendi bütünlüğü içinde sınırsız ve özgürdür, bitkiler ve hayvanlar arasındaki ilişki bu ortak yaşamdan doğmuştur doğaya bakışımızda kuşu, dalı, yaprağı, gölgeyi ayrı ayrı bir sır gibi görüp çözmeye çalışmak yanıltıcıdır, hepsi bu ortak yaşamın bütünü içinde anlamlıdır. Onları ayırt ederek, çözümlemeye çalışmaktansa bu ortak bir arada yaşamın getirdiği ilişkiden ne öğrenebiliriz diye sormak belki de türümüz için daha anlamlı olacaktır.

YABANCI DOĞA

Fowles, metin boyunca doğayı sahiplenilebilecek, denetlenebilecek gizemi çözülecek bir yer gibi düşünme amacını sorguluyor. Tüm bunların sonucunun ise bizi doğaya yabancılaştırmak, ondan daha da uzaklaştırmak olduğunu düşünüyor. Çünkü gizemi çözülmesi gereken bir süre sonra “tehdit” gibi algılanmaya başlıyor, modern insanın ve bilimin edimleri doğayı bize “yabancı” bir şey gibi sundukça, ki -“yabancı” olana bakış sadece doğa için değil insan için de geçerli- korkulacak bir şey veya tabu hâline geliyor. Bu nedenle Fowles şöyle söylüyor: “Gündelik yaşamda doğadan uzak olanlar için belki de doğanın her türlü sunumu, hiç olmamasından iyidir. Ama bu tür sunumların büyük kısmı bana doğrudan, gerçeklerden yapılan yine acıklı ve yabancılaştırıcı seçim ya da daraltma olan hayvanat bahçesi konseptinden inmiş gibi geliyor. Demir kafesin ardından şemsiye sokmalar hayvanat bahçesini ekrana taşımakla son bulmaz.” Gerçekten düşününce ekrana hapsetmekle hayvanat bahçesine hapsetmek arasında bir ilişki var, ikisi de sınırlamak ve gerçekliğinden koparmak anlamını taşıyor. Ayrıca doğaya karşı “yabancı”lığı arttırıcı bir yanı var çünkü seyirlik bir nesne, biçimli bir manzara gibi gördüğümüz doğa ve türleri çok daha derinlikli.

DOĞANIN TEMSİLİ

Okuduğumuz metinlerde, izlediğimiz filmlerde, masallarda ormanın temsili üzerine düşünelim şimdi. Orman karanlık, kaybolunan, geceleri ağaçların canavarlara dönüştüğü, “kötü” insanların saklandığı, büyücülerin yaşadığı yer olarak daha çok çıkar karşımıza, hafızamızı yokladığımızı görebiliriz. Fowles, doğanın temsiline ve zihnimizde oluşturulan bu algıya da dikkat çekiyor. Raymond Chandler gibi yazarlar, “kötü orman” yerine “kötü kenti” koymuş olsalar bile diyor Fowles: “Orman sahnesinin romanın ilk öncüleri için çekiciliği kesinlikle ormanın kendi çekiciliği falan değildi. Orman çok belirgin bir şekilde kötüydü; ama kötülüğüyle, yolcular için oluşturduğu gerçek ya da hayali tüm tehlikelerin meşru portresine uygun bahane sağlıyordu.” Yazar, sadece romanda değil, sanatın başka dallarında, dini yapılarda da bu durumun izini sürüyor. Ormana dair oluşturulan, tehlikeli, kötü, korkunç algısının yansımalarını ortaya çıkarmaya çalışıyor ve okura nedenler üzerine düşünmek kalıyor.

UMUT VAR MI?

Peki, hiç umut yok mu? Fowles’un “Ağaçlar” kitabında, umuda dair üç önerisi var: “Birincisi, doğayı tam anlamıyla tanımak bir bilim olduğu kadar, sanattır da. İkincisi, bu sanatın özü kendi kişisel doğamızda ve bunun diğer doğayla ilişkisindedir ve asla, bizim dışımızdaki “şeylerin” bir koleksiyonu biçimindeki doğa değildir. Son olarak da bu tür bilgi yahut ilişki başka bir yolla -resimle, fotoğrafla, sözcüklerle, bilimle- yeniden üretilemez.” Doğadan beslenilebilir, onun imgeleri kullanılabilir ama bu onun ancak yeniden üretimi olabilir. Bizim onunla ilişkimizi -eğer gerçek bir ilişki istiyorsak- tüm bunların ötesinde bir yere konumluyor Fowles. Onu kendimizden ayrı bir yere konumlamamayı, ormanı kereste için, ağacı meyve için sevmemeyi, onun yaban doğasını kendi oluşu ve ilişkiselliği içinde kabul etmeyi öneriyor çünkü doğa aracılarla değil, yazarın deyimiyle, “sadece başka kişilerin gözü ve bilgisi yoluyla gerçek bir şekilde anlaşılamaz.” Doğa ancak bizim kendimizi onun bütünü içinde tahayyül etmemizle, şimdide kendi gözümüzle görüp, hissettiklerimizle, sezgilerimizle, onunla kurduğumuz eşit ilişki ile anlamaya yaklaşılabilir.