Hanım Koçyiğit: ‘Elke’, geçmişin ihyasıdır
Hanım Koçyiğit’in kaleme aldığı 'Elke' Klaros Yayınları tarafından yayımlandı. “Elke, kültürel ve tarihsel noktalarda bir hata barındırsın istemedim. Dolayısıyla, romanın gerçeklik iddiası olmadığı halde tarihsel olayları ve kültürel ögeleri kurguya yerleştirirken üzerinde çalıştım, farklı kaynakları taradım” diyen Koçyiğit ile kitabını, kitapta yer alan kültürel öğeleri ve yeni çalışmalarını konuştuk.
Batuhan Saç
DUVAR - İnsanın hikâyesinin doğumuyla başlamadığını söylüyor Elke. Öncelikle bunu yapıyor belki. Bir duygu ki nesilden nesile, bedenden bedene taşınıyor. Gerçeği eğip büküyor Hanım Koçyiğit, eliniz bu romanla buluştuğunda sokakları değil çağları yürüyorsunuz, tutup çekiyor kurduğu sahneye. Şiiri de taşıyor, okur duyacak; bu romanın koca bir coğrafyayı taşıyan sesi çalınacak kulaklarına.
Hanım Koçyiğit’in bin yılların yorgun bilgilerini, şifacılığı, cennetten kovulmuş melekleri, doğaüstü olaylar ve karşılaşmaları, kuşaklar boyunca süren ailelerin serencamlarını, Türk, Kürt ve Ermeni halklarının iç içe geçmiş, dil ve din farklarının da ayıramadığı ortak kültür ve tarihlerini anlattığı Elke: Ateşle Mühürlenen, Klaros Yayınları tarafından yayımlandı. Hanım Koçyiğit ile Elke’yi, nasıl hazırlandığını ve kitabın olmazsa olmazlarını konuştuk.
Elke, nasıl bir mutfakta hazırlandı? Hangi malzemeler kullanıldı, nasıl bir ateşte pişti, hangi masaya sunuldu?
Bu sorunun cevabı benim için ayrı bir anlatı, başlı başına bir hikâye aslında. İzninle kısaca değinmek istiyorum. Herkesin hayatında kırılma noktaları vardır, dibe vurduğu, yerlerde süründüğü, çalacak kapısının kalmadığı, olmazlara sardığı, hayatının alt üstlerini yaşadığı süreçler… Ve bizi biz yapan, bugünkü varoluş halimizi şekillendiren, karakterimize ve davranışlarımıza yön veren faktörlerdir hayatımızdaki kırılmalar, kayıplar ve kritik virajlar. Bir şekilde atlatır, yola devam ederiz. Ben, eyvallah deyip devam edenlerdendim. Ama son seferinde öyle olmadı. Tökezledim. Düştüğüm yerde kalakaldım.
Tam bu süreçte, daha öncesinden de tanıdığım İskender Savaşır ile kesişti yollarımız. Her şey İskender Savaşır’la başladı demeliyim belki de. Savaşır, haftada bir devam eden çalışmaları için Adapazarı’na geliyordu. Sağ olsun benimle görüşmeyi kabul etti. Ama sonrasında benden kaynaklı, daha başından sonlanan bir terapi sürecimiz oldu. Sanırım direnç gösteriyordum ama İskender Hoca vazgeçmedi. Onun rüya oturumlarına katılmamı istedi. Rüya oturumlarıyla beraber devam eden seminerlerine katıldım. Dinler tarihi, arkeoloji, psikanaliz, mitoloji, uygarlıklar tarihi, Michelangelo seminerleri… Adam derya deniz, yok yok yani. Sonra Dalgın Sular Projesi başladı. “Sende çok malzeme var, mutlaka katılmalısın” dedi. Her hafta gidiyorum ama açıkçası nedir, ne işe yarar ve bende çalışır mı hiçbir fikrim yok.
Dalgın Sular’da kendimi geçmişimle ve babaannemle hesaplaşırken buldum. İskender Hoca’nın kılavuzluğunda geçmişin kapılarının bir bir açılışına şahit oldum. Bundan ürktüğümü ve sarsıldığımı hatırlıyorum. Sonra bana “yaz” dedi. Bu, bir kitap yaz demek değildi aslında. Benim de öyle bir derdim yoktu zaten. Elimde anlamlandıramadığım, birbiriyle alâkasız bir sürü malzeme vardı. Bunların o gün yaşadıklarımla ne ilgisi olduğunu ve benden tam olarak bunlarla ne yapmamı istediğini bilmiyordum. Emir büyük yerden deyip yazmaya başladım. Ve ortaya çıkan şey beni de şaşırttı. Kendimi zihnimde uçuşan kelimeleri, cümleleri, etrafımda beliriveren karakterleri yakalamaya çalışırken buldum. Babaannemin yürüdüğü yolların izini sürmek, Elke söylencesinin gizine eşlik etmek bitimsiz bir serüvendi adeta. Her başvurduğun kaynak beni başka bir kaynağa götürüyor, başladığım her hikâye kendinden sonra beni başka bir öykünün kapısına bırakıyordu. Benimle beraber yazmaya niyet ettiğim o kısa metin de yol aldı, dönüştü ve bir roman oldu.
Yürüdüğüm bütün sokakların çıkmazlara götürdüğünü düşündüğüm, karanlık, kasvetli bir dönemde İskender Savaşır bana başka yolların var olduğunu hatırlattı. Onun her şeyi bir şölene dönüştürme özelliği, anlatılarının insanda büyülü gerçekliğin diyarlarındaymışsın hissi yaratan o tarzı, sert gerçekleri oyunun bir parçası gibi önüne bırakıvermesi, bende varlığından habersiz olduğum bir şeyleri harekete geçirdi. İnançlarımı, doğru bildiklerimi sorguladığım ve kendimi hesaba çektiğim bir dönemin nihayetinde Elke’yi yazmaya başladım.
Özetlememi istersen; Elke, Dalgın Sular mutfağında mitoloji, psikodrama malzemeleriyle, söylenceler ve geçmişin saklı kalan yaraları eşliğinde hazırlandı. Dönüşümün, yeniden yeni yollar keşfetme heyecanının verdiği ateşte pişti ve okuyucunun değerlendirmesine sunuldu.
Romanınızın olmazsa olmazı var mı, yani o çıkarsa bu romanın adı değişir dediğiniz ne vardı?
Romandaki her karakter bütünün bir parçası ve her biriyle tanış oldum, her birinin hikâyesini önemsedim. Ama Elke ve Halime olmasaydı böyle bir anlatı olmayacaktı. Çünkü bu yolculuğa beni ikisi çıkardı. Öncelikle onlardan ilham aldım. İkisinin temsil ettiği şeyler bu romanın olmazsa olmazı. Şüphesiz ki Elke’siz hiç olmazdı…
‘ANADOLU VE MEZOPOTAMYA EDEBİYAT İÇİN ÇOK BESLEYİCİ BİR ALAN’
İştar Gözaydın, romanınız hakkında bir değerlendirme metni yazdı. İfade ettiği pek çok kıymetli yer var, bunlardan birisi de Elke’nin aynı zamanda kültürel bir araştırma için saha oluşturabileceğini söylüyor olması. Siz ne düşünüyorsunuz, Elke böyle bir alana kucak açabilir mi?
İştar Gözaydın gibi akademiden bir ismin Elke’ye dair yazı yazması benim için müthiş bir şey tabii. Kaleme aldığı metni ilk okuduğumda büyülendiğimi söyleyebilirim. Heyecanımı bastırıp sindirmeyi başarana kadar defalarca okumak zorunda kaldım. Her okumadan sonra tuhaf sesler çıkararak evin içinde dolandığımı hatırlıyorum. Çok kapsamlı ve derinlikli bir inceleme yazısı.
Tabii İştar hoca bir akademisyen, bir araştırmacı. Haliyle çok başka bir yerden ve farklı katmanlarıyla ele almış. Çok kıymetli buldum. Ama kitap hakkında değerlendirme veya eleştiri yapma, önerme ya da değer biçme konusunda bana söz düşer mi, emin değilim. Sadece şunu söyleyebilirim; Anadolu ve Mezopotamya toprakları birçok kadim kültüre ait inanış ve zengin bir dil çeşitliliğine sahip. Ayrıca bu toprakların, bin yıllar boyunca ev sahipliği yaptığı medeniyetlerin bıraktığı sayısız efsane, figür ve mitoloji anlatısı var. Sanat ve özellikle edebiyat için çok besleyici, aynı zamanda bakir bir alan. Ki ben sadece çocukluğumda babaannemden dinlediğim bir söylencenin peşine düşerek yola koyuldum ve kurguyu oluşturan, metnin içine giren tarihsel, sosyal, kültürel her ögeyi ve mitolojik her detayı farklı kaynakları tarayarak, okumalar yaparak temellendirmeye çalıştım. Kim bilir mitolojiye yelken açmaya kalksan neler neler çıkar.
Romanınızda kültürel ögelerin olması bir sorumluluk hissini de beraberinde getiriyor mu, böyle bir endişeniz var mıydı?
Elbette. Açıkçası yazım aşamasında da, basıldıktan sonra da vurgu yaptığın endişeyi taşıdım. Ne kadar fantastik-kurgu bir anlatı olsa da içinde kültürlere ait detaylar, karakterlerin yoluna çıkan toplumsal olaylar ve yaşanmışlıklar var. Akan gerçek bir hayat var her şeyiyle. Kültürel ve tarihsel noktalarda bir hata barındırsın istemedim. Biraz had meselesi ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, romanın gerçeklik iddiası olmadığı halde tarihsel olayları ve kültürel ögeleri kurguya yerleştirirken üzerinde çalıştım, farklı kaynakları taradım.
‘İNSAN BİLMEDİĞİ DUYGULARI YAZAMAZ’
Elke’nin yazarının Hanım Koçyiğit olduğunu biliyoruz. Peki Elke Hanım, Koçyiğit’in neyini yazmıştır? Yazı sizi yazmış mıdır?
Yazmıştır herhalde. Düşünecek olursak eğer, insan bilmediği, deneyimlemediği duyguları yazamaz sanırım. Kaçınılmaz olarak ucundan kıyısından yazanın bir yansıması ya da kendini ele verdiği yerler muhakkak vardır. Bunun çok tasarlanabileceğini ya da önüne geçilebileceğini düşünmüyorum. Bir aktarım, bir bütünleşme doğalında oluyor.
Ben elbette bir Elke, bir Halime ya da bir Zöhre değilim ancak kendimi yakaladığım bazı yerler oldu. Elke’yi yazmamın bir nedeni vardır mutlaka ama bunu okura bırakmak bana daha eğlenceli geliyor. Ayrıca şunu ifade etmek açıklayıcı olacaktır sanırım; Elke, Hanım Koçyiğit için “geçmişin ihyası”dır.
‘ELKE’Yİ GAME OF THRONES’UN JENERİK MÜZİĞİ EŞLİĞİNDE YAZDIM’
Roman, film, müzik gibi yazarken beslendiğiniz ürünler var mı?
Çocukluğumdan beri kitaplarla hep iyi oldum. Yazım sürecinde okumalarımı daha da yoğunlaştırdım. Yıllar öncesinden okumuş olduğum bazı kitaplara tekrar döndüm. Özellikle son dönemdeki yeni yazarların kitaplarını okumaktan hayli keyif aldım. Yazamadığımda hemen kitaplara, filmlere kaçtım diyebilirim. Onlar beni harekete geçirir her zaman. Ama özel olarak değinecek olursak her hikâyenin, her metnin bir müziği var. Her hikâye bir şekilde müziğini kendi seçiyor. Ve o müzik olmadan yazamıyorum. Mesela Elke’yi Melih Kibar’ın “Mesaj” ve Game of Thrones’un jenerik müziği eşliğinde yazdım. Yakında çıkacak diğer kitabı ise 80’lerin 90’ların arabesk müziklerini dinleyerek yazabildim. Günlerce liste hazırlamakla uğraştım diyebilirim. Mesela bazen metnin ruhu ile müzik uyuşmuyor, hemen listeden çıkarıyorum.
Bir başka roman hazırlığınız var mı?
Evet var. Zamanı, dili, tarzı Elke’den çok başka bir hikâye. Yazarken çok eğlendiğim bir dosya oldu. Sevgili Müslüm Yücel son okumalarını yapıyor şu an. Onu teslim edince Elke’nin devam kitabına dönmeyi umuyorum.