Göçler dünyayı dönüştürürken devrimi düşünmek
Marc Engelhardt tarafından derlenen, “Sığınmacı Devrimi ‘Son Göç Dalgası Dünyayı Nasıl Tümüyle Değiştirdi?’” kitabı İlknur Aka çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Metin, farklı halklardan, göçü yaşamış insanların deneyimlerinden yola çıkarak, son yıllarda yaşanan büyük göç dalgasının ardından dünyayı nasıl tahayyül edeceğimiz üzerine bir bakış sunuyor. Göçmen sorununu artık bilindik kavramlarla konuşmanın yeterli olmadığının altını çiziyor.
Amenna A. 38 yaşında, ya Suriye’de kalacak, çocukları ve kendisi bir bombaya kurban gidecekti ya da Akdeniz’in sularında boğulacaktı. Hayatının en zor kararını vermek zorundaydı. Savaş başladığında Suriye’nin Al-Hasaka kentinde öğretmenlik yapıyordu. Öğrencilerini seviyor, eşi ve çocuklarıyla mutlu bir hayat sürüyordu. Ancak savaş başladı, her gün bomba sesleriyle inleyen geceleri, gözyaşlarının durmadığı zamanları yaşamak zorunda kaldı: “Derken öyle bir an geldi ki, ölüleri saymayı dahi bıraktık. Uzun süre çocuklarımı mutlu ve huzurlu bir dünya vaadiyle oyalamaya çalıştım. Onların bu korkunç gerçekle yüzleşmelerini istemedim. Ama nafile…” diye anlatıyor yaşadıklarını. Tek derdi onlar için adil, eşit, barışın hâkim olduğu bir yaşam. Bu nedenle önce büyük kızı ve eşi yollara düşüyor, amaçları önden gidip güvenli bir yere sığınmak ve sonrasında ailenin geride kalanını yanlarına almak. Zorlu bir yolculuktan sonra Almanya’ya ulaşmayı başarıyorlar. Amenna da savaş koşullarına daha fazla dayanamayıp, iki küçük çocuğunu yanına alarak, ailesine kavuşmak için düşüyor yollara. Küçücük, aldığın nefesin bile ağırlık yapacağı sıkış tıkış teknelerde aşıyor denizleri; sırılsıklam kıyafetlerle, titreye titreye, her sınır noktasında çok korkarak... En sonunda o da Almanya’ya ulaşıyor: “Trenden inip kucaklaştığımızda hepimiz gözyaşlarına boğulduk. Pek çok insan orada durakladı ve bizleri izlemeye başladı. Onların da gözyaşlarını tutamadığını gördüğümde doğru bir yere geldiğimi anladım.” Amenna şu sıralarda Almanya’da gönüllü çevirmen olarak çalışıyor, resmi makamlara işi düşen sığınmacılara yardım ediyor. Çocuklarının gittiği okula ücretsiz İngilizce dersi vermek için başvurmuş. Ve yeniden hayal kurmaya başlamış.
'SIĞINMACI DEVRİMİ' NEDEN OLMASIN?
Amenna A. başından geçenleri, Marc Engelhardt tarafından derlenen, 'Sığınmacı Devrimi ‘Son Göç Dalgası Dünyayı Nasıl Tümüyle Değiştirdi?' kitabının önsözü için yazmış. İlknur Aka tarafından çevrilen kitap, Yapı Kredi Yayınları tarafından basıldı. Metin, farklı halklardan, göçü yaşamış insanların deneyimlerinden yola çıkarak, son yıllarda yaşanan büyük göç dalgasının ardından dünyayı nasıl tahayyül edeceğimiz üzerine bir bakış sunuyor. Göçmen sorununu artık bilindik kavramlarla konuşmanın yeterli olmadığının altını çiziyor. Bu nedenle Ekonomi tarihçisi Jürgen Nautz’un, “Dünyanın Büyük Devrimleri” adlı eserinde, “mevcut koşulların bir anda siyasi veya toplumsal olarak kökten değiştirilmesi” tanımından yola çıkarak, “sığınmacı devrimi” tanımı üzerine düşündürüyor. Göçler dünyayı kökten değiştiriyor, zaten sorunlu olan homojen ulus hayali daha da imkânsız hâle geldi. O zaman son göç dalgası nasıl bir devrime dönüşebilir? Her devrim bir yandan olumlu gelişmelere yol açarken diğer yandan başka sorunlarla başa çıkmayı getirmiştir. Bu nedenle dünyayı tamamen değiştiren göçlerin de “sığınmacı devrimi” olarak tanımlanması neden mümkün olmasın? Ayrıca, “sığınmacı krizi” gibi eski kavramlar “üstesinden gelinebilir” bir sorun algısı oluşturuyor ve başka türlüsünü hayal etmenin yolunu tıkıyor. Farklı faklı sebeplerle de olsa, -savaş, ekonomik nedenler, bulunulan yerde geleceğe dair umut kalmaması, iklim krizi- kitaba göre, sığınmacı: “yerinde kalmak istemesine rağmen gidendir.” Bu gönüllü bir yola çıkış değildir, her ne kadar kitapta yapılan görüşmelerin çoğunda geri dönme, hayal olarak karşımıza çıksa da bu insanlar, temel insani hakları elde etmek için yerlerini terk etmişlerdir. Eşit, adil bir yaşam talebi kuşkusuz herkesi kapsar. Bu nedenlerle “sığınmacı devrimi” kavramı, bir devrimin ne getireceği bilinemez ama yapılandırılabilir anlayışından yola çıkıyor, eğer dünya devletleri ve halkları göçmenler için elini taşın altına koyarsa, onlarla dayanışmaya gönüllü olursa, çok kültürlü bir dünyanın da yolu açılabilir ve bu bir devrime dönüşebilir. Metinde özellikle gittikleri yerde iyi karşılanan göçmenlerle kurulan birlikte yaşamın ve bunu ören dayanışmanın olduğu görüşmeler, bu konuda umutkâr olabileceğimizi gösteriyor. Daha iyi bir yaşama kavuşmak için yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalmış insanlarla kurulacak başka bir yaşam, bulunduğumuz coğrafyanın göçmenlere yaklaşımını düşününce, çok zor görünüyor ama kitapta yer alan metinler en azından bu olasılığı akılda tutmaya yetiyor.
DENEYİMDEN, DAYANIŞMAYA
Kitapta, göçmenlerin dostça karşılandığı yerlerin deneyimlerinden, orada kurulan ortak yaşamdan bahsediliyor. Bu yerlerden biri de Almanya'nın Rügen adası. Toplam 311 kişinin yaşadığı, geçim biçimi tarım olan, bir bakkalı bir de lokantası bulunan küçük bir yerleşim alanı. Bu bölgede, “kooperatifçilik dönemi” adı verilen zamandan kalma prefabrik beton yapılara sığınmacıları yerleştirme kararı alınıyor. Köy sakinleri yüz sığınmacının geleceği söylentisini duyunca başlangıçta ikiye ayrılıyor. “Öfkeliler” adı verilen grup karşı çıkıyor, hattâ boş prefabrik evlerin yenilenmesine karşı imza kampanyası bile başlatıyorlar. Yaşlı bir kadın karşılarına dikilerek, hiddetli bir sesle; “kaçanlara yardım etmenin ahlâki bir görev olduğunu söylüyor, sözümona lüks evlerle ilgili olarak da: "'Ben o evleri gezdim: İçinizden hiçbiri o evlerde oturmak istemez'" diyerek devam ediyor. Yabancıya karşı alışıldık reflekse, düşmanlaştırıcı tavra karşı çıkıyor. Sığınmacılar köye geldiğinde bahsedilen evlere yerleşiyorlar ama ne eşya ne yemek ne de elbise var. Başta karşı çıkanlar da dâhil seferber olup, ihtiyaçları karşılıyorlar. Şimdilerde köy meclisinde beraber toplanıp, ormanlık bölgede yığılan çöpleri birlikte toplama kararı alıyorlar.
Suriyeli Muhammed: “Biz burada çok mutluyuz. İnsanlar çok nazik, biz de, buradaki yaşama daha fazla katkımız olabilsin diye elimizden geldiğince çabuk Almanca öğrenmeye çalışıyoruz” diyerek belirtiyor hislerini. Rügen’de yaşayanlar kimliğin karşılaşmalarla nasıl aşındığını gösteriyorlar. Hayali düşmanlar yaratmaktansa, ırkçı ön yargılar geliştirmektense, bir arada nasıl yaşayabiliriz diye soruyorlar. Rügen halkının bu davranışının bir sebebi de deneyimleriyle ilişkili: “1946 yılındaki nüfus sayımında Rügen’de 370 sürgün yaşıyordu; ada sakinlerinin beşte ikisinden fazlası. Hepsi de İkinci Dünya Savaşı sırasında kaçmıştı, birçoğu da kendi isteği dışında.” Bu nedenle göçmen olmanın anlamını bilmek, geçmişin deneyimlerinden ders çıkarıp şimdide, iyiye dair bir şeyler yapabilmek bu olsa gerek diye düşünmeden edemiyor insan.
'YAPMAM GEREKENİ YAPTIM'
Kitapta, geçmiş deneyimlerin bu anlamda şimdide iyiye vesile olmasının bir örneği de Midilli Adası’nda karşımıza çıkıyor. Adanın kuzeydoğu kıyısında sessiz sakin bir köy olan Skala Sikamineas; göçmen teknelerinin uğrak yeri olması ve halkının gösterdiği dayanışma nedeniyle Nobel Barış Ödülü’ne bile aday gösterilmiş. Bu köyün sakinlerinden Emilia Kamvysi’den şöyle bahsediliyor kitapta: “Emilia Kamvysi, öteden beri, hayatta hiçbir şeyin kendiliğinden anlaşılır olmadığını biliyor. 83 yaşında ve bu süre zarfında çok şey yaşadığı gibi çok daha fazlasını da işitmiş. Her şeyden önce, 1922’deki büyük Türk-Yunan Mübadelesi’nde sığınmacı olarak Midilli’ye gelen annesinden “Hiçbir şeyleri yokmuş” diye bahsediyor Emilia Kamvysi…” “Tarih Meleği”nin geçmişe dönük yüzü, aslında insanlığa bugünde yapabileceklerine dair çok şey söylüyor. “Sığınmacı Devrimi”ni mümkün kılacak durumlardan biri de bu belki geçmişte acı çekmiş olanların deneyimlerinden yola çıkarak, bugünde dünyada daha az acı çekilmesine vesile olmak, gönüllülük esasıyla el uzatmak, dayanışmak. Emilia Kamvysi de bunu yapmış, kıyılarına çocuk cesetleri vuran bir yerde, kâbuslar içinde yaşamak zorundayken, elini onlara uzatmış. Onu aslında çekilen bir fotoğrafıyla dünya tanıyor.
Bu fotoğraf şimdi onun 20 metrekare dahi etmeyen tek göz evindeki servis büfesinin üzerinde duruyormuş. Pek çok yerden tebrikler almış; “Ben sadece yapmam gerekeni yaptım” diyor. Bu sefil dünyada yaptığının nasıl kıymetli olduğu çok da önemsemiyor gibi görünüyor.
NASIL YAPACAĞIZ?
Marc Engelhard tarafından derlenen, “Sığınmacı Devrimi ‘Son Göç Dalgası Dünyayı Nasıl Tümüyle Değiştirdi?’” adlı metinde, Kürtler, Süryaniler, Suriyeliler, Afganlar, Iraklılar, Lübnanlılar, Afrikalılar kısacası, yaşadığı yerin imkânsızlıklarından dolayı yeni bir yurt hayaliyle zorla göç etmek zorunda kalmış, farklı etnik ve dini kökenden insanların deneyimleri yer alıyor. Kitap, gerçek hikâyelerden yola çıkarak, göçmenlerle birlikte, devrimci bir bakışla, yeni bir dünyayı nasıl inşa edebiliriz sorusuna yanıt arıyor. Elbette yukarıda bahsettiğimiz mutlu sonla biten hikâyeler her durum için geçerli değil, özellikle göç kararı almadan önce bu insanların yaşadıklarını okudukça, o çaresizliği hissedebiliyorsunuz. Çünkü kimse gönüllü olarak yeni bir yurt aramaz. Peki, ne olacak dünya devletleri ve halkları dayanışmayı mı seçecek yoksa gözlerinin önünde yaşanan felâketlere seyirci mi kalacak? Midilli Adası’ndan Sgouridis’in kendilerini övenlere sitemle söylediği gibi; “sığınmacılar değil asıl sorun olan. Ancak görüyorum ki, bizleri parmakla gösterenlerden, sınırlara yüksek duvarlar çekip ama kendilerini centilmen gibi tanıtanlardan hiç yardım gelmiyor.” “Sınırlara yüksek duvarlar çekmeye” devam mı edilecek? Bundan yıllar sonra göçmenlerle bir arada eşit bir yaşam mümkün olacak mı? Fransa’ya göç etmiş, Lübnanlı Chantal’ın söylediği gibi iyi insanlar olsa da “insanın gönlünden kopan gerçek ve içten iyi yürekliliği” gösterebilecek miyiz? Eğer göstermezsek, dünya vatandaşları olarak başaramazsak, yapacağımız, Sudanlı göçmen İsa al-mahdi’nin dediğine çıkacak: “Bize yardım etmezseniz, bizim de ölmekten başka çaremiz kalmayacak, sizler de bunu izleyeceksiniz.” Savaş nedeniyle hiçbir hayali kalmamış Yemenli Al-absi’nin tekrar düş kurmasını sağlayabilecek miyiz? O kadar çok soru var ki ama rahatlatıcı olan başka türlüsünün mümkün olabileceği, en azından geçmiş deneyimlerimizden dersler çıkarıp, Emilia Kamvysi’nin yaptığı gibi “yapmamız gerekeni, yapabiliriz”. Bunun yolu da dayanışmaktan, seyirci kalmamaktan, önyargılarımızdan kurtulmaktan ve dost eli uzatmaktan geçiyor. O zaman göçmenlerle birlikte çok sesli bir dünyayı tekrar tahayyül edebilir, yaşananları telafi edebiliriz, neden olmasın?