'Sanatın Öyküsü'nden bir trajedinin öyküsüne
Bir gün Remzi İnanç kitapları düzenlerken, tezgâhın üstünde yeni gelmiş bir kitap dikkatimi çekti: "Sanatın Öyküsü"! Bu kitabı mutlaka almalıydım. Ama çok pahalıydı, 200 lira. O günlerin parasıyla, bir öğrencinin bir haftalık harçlığına bedeldi. Neyse ki benim çaresizliğimi gören Remzi İnanç, o yıllarda böyle bir kurumsal uygulamasının olmamasına karşın, kitabı taksitle alabileceğimi söyledi ve sekiz taksitte anlaştık. Şiir yazan bir genç olarak, sanat konusunda kitaplar okumak istiyordum ve bu konuda Türkçe kitap çok yetersizdi, bu nedenle "Sanatın Öyküsü" ilaç gibi gelmişti.
Bir kitabın kapağında, o kitabı çeviren kişinin adının da bulunması gerektiğini düşünürüm. Başka dillerden dilimize çevrilmiş olan birçok kitabın kapağında çevirmenin adının bulunmamasını, yayıncılık etiği açısından önemli bir sorun olarak görürüm. Geçenlerde, çalıştığım bir yazı bağlamında kitaplığımdan çıkardığım çok değerli, çok önemli bir kitabın kapağında çevirmenin adının yazmadığını görünce, bu yazıyı yazmaya karar verdim. 1976’da yayınlanmış bir kitap: Sanatın Öyküsü, çeviren; Bedrettin Cömert. Cömert, İtalyancadan yapılan bu çeviri nedeniyle 1977’de, Türk Dil Kurumu Çeviri Ödülü'ne değer görülüyor.
Ne var ki daha da trajik bir olayla karşılaştım: İlk baskı yılı 2007 olarak belirtilen kitabın 2017’de yapılmış 7. baskısında, çevirmenin adı olarak “Ömer Erduran-Ahmet Erduran” yazıyor. Yayınevinin sahipleriymiş. Demek bu günlerde çıkması planlanan, “unutma hakkı” adı verilen yasaya bir de “unutturma hakkı” adlı yasa eklenmesi gerekiyor. Ama bu unutma ve unutturma işi yasalarla nasıl gerçekleşecek, bilemiyorum. Örneğin, Sanatın Öyküsü dendiği zaman, benim belleğimde aynı anda Bedrettin Cömert adı canlanıyor. Unutmam mümkün değil. Çünkü bu kitabın bendeki derin anısı şöyle: 1976 yılında, Adana’dan üniversite öğrencisi olarak geldiğim Ankara’da, 2004 yılına kadar, yirmi sekiz yıl kalacak; on kitap ve bir askeri darbe yaşayacaktım. Ankara’ya geldiğim günler, bu kentin kendine özgü sonbahar günleriydi. Ama ortalıkta ölüm kol geziyordu. Faşist darbeye dört yıl vardı. Bakanlıklar’daki at kestaneleri parlak, pırıl pırıl, kahverengi meyvelerini döküyorlardı kaldırımlara. Ankara’nın ünlü Zafer Çarşısı’na sık sık uğruyordum çünkü orası aynı zamanda Kitapçılar Çarşısı'ydı. Ünlü Toplum Kitabevi de bu çarşıdaydı. Küçücük bir dükkân olmasına karşın, Ankara entelijansiyasının buluştuğu bir mekândı. Gazeteciler, yazarlar, şairler, akademisyenler buraya sık uğrar, güzel sohbetler olurdu. Dükkânın sahibi olan değerli insan Remzi İnanç da bir yandan sohbete katılır, bir yandan da yeni gelen kitapları düzenler, fiyat etiketi yapıştırırdı. Ben de o yıllarda hem kitap almak hem de tanıştığım Metin Altıok, Hasan Hüseyin, Enver Gökçe gibi şairlerle karşılaşmak için (onlar da buraya takılırdı) sık giderdim. Bir gün Remzi İnanç yine kitapları düzenlerken, tezgâhın üstünde yeni gelmiş bir kitap dikkatimi çekti: Sanatın Öyküsü! Bu kitabı mutlaka almalıydım. Ama çok pahalıydı, 200 lira. O günlerin parasıyla, bir öğrencinin bir haftalık harçlığına bedeldi. Neyse ki benim çaresizliğimi gören Remzi İnanç, o yıllarda böyle bir kurumsal uygulamasının olmamasına karşın, kitabı taksitle alabileceğimi söyledi ve sekiz taksitte anlaştık. Şiir yazan bir genç olarak, sanat konusunda kitaplar okumak istiyordum ve bu konuda Türkçe kitap çok yetersizdi. Bu nedenle Sanatın Öyküsü ilaç gibi gelmişti. Belki de bugünkü sanat birikimimin, özellikle plastik sanatlar konusundaki teorik ve tarihsel bilgilerimin temeli Sanatın Öyküsü’dür diyebilirim.
Sanatın Öyküsü… Bu harika kitabın, bir yayınevi için altın yumurtlayan tavuğun (!), üstelik son derece saygın bu kitabın nasıl olup da başka çevirmen adlarıyla yayınlandığını araştırırken, çevirmen Sabri Gürses’in bir yazısıyla karşılaştım: Sabri Gürses, Çeviribilim adlı sitede, Ocak 2012’de yazdığı bir yazıda, 2007’de “Çevirmenin Notu” dergisinde yazdığı bir yazıdan şu alıntıyı paylaşıyor: “Cinayetin ardından Bedrettin Cömert’in İtalyan eşi Maria Agostina, cinayet sonrasında süren tehditlere bir yıl dayanabildi ve Türkiye’den oğulları Kemal ve Ergun Cömert’le birlikte ayrıldı. Ünlü birtakım aşırı sağcıların adının geçtiği cinayet aydınlatılamadı. Hasan Hüseyin, Bedrettin Cömert’in çalışmalarını 1979-80 yıllarında bir dizi kitapta derledi (çevirileri Dili Dille Seviştirmek adlı kitapta yer aldı). Uzun yıllar yeniden yayımlanmadı kitaplar. 2007 yılında De Ki Yayınevi, ‘Bedreddin Cömert Kitapları’ dizisinde çalışmalarını yeniden yayımladı. En ünlü çevirisi, yıllarca temel başvuru kitabı olmuş olan çeviri, Sanatın Öyküsü’yse artık onun adıyla değil, başka bir çeviriyle yayımlanıyor. Çevirmenin mirası yazarın mirasından daha zor korunuyor.” (Çevirmenin Notu, sayı 5, “Bedrettin Cömert: Çevirmen ve Ölüm“)
Anlaşılıyor ki, Sanatın Öyküsü’nün yayıncısı Remzi Kitabevi, Hasan Hüseyin’in vefatından sonra, mirasçıları tarafından kitabın yayın hakları 2007’de kendilerinden alınınca (Bedrettin Cömert’in kitaplarının yayın yetkisi ailesi tarafından Hasan Hüseyin’e verilmişti), bu değerli kitabı kendileri çevirmeye karar vermişler. Yayınevinin sahibi olan iki kardeş, Bedrettin Cömert’in yaptığı gibi İtalyancadan değil, İngilizceden çevirmişler. Üstelik aynı yıl çevirmişler ve yayınlamışlar. Demek bu oldukça uzmanlık isteyen sanat kitabının gerektirdiği sanat bilgisine, tarih bilgisine ve eleştiri bilgisine de sahiplermiş. İngilizceyi ve Türkçeyi de çok iyi biliyorlarmış ki, çok süratle çevirebilmişler. Doğrusu onları kutluyorum.
Sanatın Öyküsü’nün bendeki ilk baskısında, Bedrettin Cömert’in çevirmen olarak yazdığı, “Çevirenin Önsözü” adlı metnin sonlarında yer alan teşekkür bölümünü burada paylaşmak isterim. Çünkü o da bir kişiyi kutluyor: “Elden geldiğince kesin bir terim diliyle, açık-seçik bir sözdizimiyle ve edebiyat yapma hastalığına kapılmayan bir anlatım beğenisiyle Türk okuruna sunduğum bu çeviride dostlarımın çeşitli yönlerden azımsanmayacak katkıları olmuştur. (…) Ayrıca çevirmen olarak adımı görmekten gurur duyduğum bu yapıtın dilimize kazandırılmasında gösterdiği çaba ve titizlikten dolayı Remzi Kitabevi’nin dürüst ve anlayışlı yöneticisi sayın Erol Erduran’ı bu hizmetinden dolayı kutlamak isterim.”
Bedrettin Cömert’le hiç karşılaşma şansım olmadı. Ama Hasan Hüseyin’den duyardım. Zaten insanlarla henüz ilişkiler kurmaya başladığım günlerde, 1978’de, bir gün Hacettepe Üniversitesi öğretim üyesi olan Bedrettin Cömert’in silahla katledildiği haberi duyuldu. Ertesi yıl aynı üniversitede idari personel olarak işe başlayacaktım. Sanat Tarihi bölümü, onun kitaplarından oluşan, “Bedrettin Cömert Kütüphanesi” kurmuştu. Arada bir giderdim. Birçok derginin önemli sayılarını, az bulunan değerli bazı kitapları orada okumuştum. Bu dergileri ve kitapları okurken, Bedrettin Cömert’in parmak izleriyle beni yönlendirdiğini hissederdim…