'İşte Sonra'*
David Grossman’ın kaleminden, Dilek Şendil çevirisi ile Siren Yayınları tarafından yayımlanan "Ülkenin Sonuna", her şeyin mümkün göründüğü gençlik günlerinden yetişkinliğin burukluğuna ve aşktan sağ çıksalar da yaşama yenik düşen insan kalıntılarına dair bir öykü anlatıyor. "Ülkenin Sonuna", uzun sürede okunduğundan, ha deyince bitirilemeyen hacimli bir roman olduğundan olsa gerek, başına her oturuşunuzda başka hâletiruhiyelere sokabiliyor...
Giray Kemer
Biraz geç okudum Ülkenin Sonuna’yı. Ama bu gecikme sert ve karanlık bir karantina sahnesiyle başlayan metnin daha da bir hakkını vermemi sağladı diyebilirim. Bu baş yapıtı pandemi dönemi sonrası kişisel karantina hatıralarımız henüz tazeyken okumak tesirini de hazzını da artırdı benim için.
Evet hülasası fikrim bu. Ülkenin Sonuna bir baş yapıt.
Klasik roman temel olarak iki ana konuyu ve onun varyasyonlarını işler denir. Ölüm ve aşk. Ülkenin Sonuna bu iki temel konunun yanı sıra arkadaşlık, savaş, coğrafya, ebeveynlik, yemek tarifleri, veganlık, müzik, spor, silah teknolojisinin geldiği noktaya dair izlenimler, ortadoğu politikaları, çocukluk, cinsellik gibi akla gelebilecek hemen her konuda irili ufaklı da olsa iki çift kelamı olan oldukça kapsamlı ve ağır bir metin.
Hemen yazının başlarında mutlaka bahsetmeliyim ki, çevirmen Dilek Şendil çok büyük bir iş başarıyor. Altından kalktığı cidden zor ve meşakkatli bir iş. 700 sayfayı geçkin, enterasan bir kip kullanımı ve sürekli içiçe geçen diyaloglarla örülü bu metni ustaca aktarıyor.
Ağırlığı, yavaş okunabilirliği, içine girmesinin zorlukları bir yana bırakılıp metnin büyüsüne kapılındığında okuru dev bir tanıdıklık hissi kaplıyor. Grossman ustalıkla herkesin kendisinden bir şeyler bulabileceği detaylar ve karakterlerle örmüş dev metnini.
Aşık bir ergenin o heyecanlı, hevesli dilbazlığında kendi ergenliğinizi bulabiliyorsunuz örneğin. Hele biraz da eli yazı çizi işlerine yatkın biriyseniz o şevki, çektiği o numaraları, “kimse kimseyi benim seni sevdiğim kadar sevmeyecek”e olan sarsılmaz inancı, şakalara saklanışı, çaktırılmamaya çalışılan dev yalvarışları anımsamak hiç de zor değil. Tüm bunlar yetişkinlikten bakınca gülümsenerek anılsa da aslında kişiliğimizin oturuşunda ne denli belirleyici olduğu üzerine o kadar da düşünmeyişimizi yadırgıyor, genç Avram, Ora’ya A - B diye şıklar sayarken siz de o büyük büyük laflarınızı, acemiliğinizi, çoktan seçmeli utançlarınızı hatırlıyor ve bu kez de başka türlü gülümsüyorsunuz
Ya da Ora’nın “başka bir çocuğum olsa ona verecek sevgim kaldı mı bilmiyorum” deyişinde annenizin dilinden dökülenleri bulabiliyorsunuz. İsrailli bir erkeğin yarattığı kurmaca bir kadının Türk bir anneyle birebir aynı cümleyi kuruşuna sevinmeli mi üzülmeli mi bilemiyorsunuz. Bunun altında yatanları, bir kadına bu cümleyi kurduran koşulları, tek çocuk,daha önemlisi anne olmanın ne demek olduğunu düşünüyor, bu kadar gerçek bir kadın yarattığı için de yazara eni konu hayran kalıyorsunuz.
Çocukluğun arkadaşlığı, arkadaşlıkların hayatı ne denli etkilediğini anlatışıyla, yanlış ülke politikalarınıza karşı duyduğunuz utanç öfke ve çaresizlik hissiyle, her bir karakterin her bir detayında ayrı bir yerinden yakalıyor size bu metin.
Atlas okuyan bir çocuğun berrak dimağından, plansız, ajandasız düşüncelerinden süzülen Ortadoğu siyaseti, ve bu siyaseti belirleyen o büyük ülkelerin bilmem kaç atlas sayfası uzakta olması saçmalığı, Ofer’in deyimiyle “ama onların ta orda” olması, şehit düşen, yaralanan binlerce gencin ne uğruna hayatlarını mahvettiğini kim bilir kaçıncı kez yüzünüze vuruyor.
Varoluş sıkıntısını doğrudan sözlük anlamıyla yaşamanın ne demek olduğunu belki de ilk kez düşündürüyor. İsrail ve politikalarına “karşı olmak” ülkemizde hemen her kesimin üzerinde ortaklaştığı neredeyse tek şey olduğundan belki de, Avram “Bir ingiliz varolduğunu ıspatlamak zorunda değil örneğin” diye içinden geçirdiğinde siz de bir anlığına hiç bu tarafından bakmamıştım dedikten sonra kendi meşrebinizce “ama”larınızı sıralıyorsunuz.
Savaşın, salgın hastalıkların, işkencenin, ölümlerin gölgesinde aşkı da ıskalamıyor Grossman.
“Ne zamandır seyrediyorsun beni?
30-40 yıldır.”
Romantizmin de an’a dair olduğunu o saniyelik cevabıyla, düşündürmeden söyletişiyle gösteriyor.
Gelgitlerle dolu çok sık yol, dil, tarz değiştiren bir roman Ülkenin Sonuna. Tüm bu bahsettiklerimin haricinde pekala bir geç Yeşilçam filmi gibi de okunabilir. Hani 90lardaki başarısız arthouse denemelerimizin öncüleri. Hani Mehmet Aslantuğ falan oynar. Esas adamımız uzak bir fenerde inzivadadır. 80 Darbesi döneminde işkence görmüştür. Eski sevgilisi bir şekilde onu bulup yanına gelir. Bizimki donuktur, öfkelidir, ne yapacağını bilemez ama sonlara doğru kendini bulur. Ufak ufak toparlanıyor derken bu sefer de başka aksilikler olur vs.
Uzun sürede okunduğundan, ha deyince bitirilemeyen hacimli bir roman olduğundan olsa gerek başına her oturuşunuzda başka haletiruhiyelere sokabiliyor. Yine aynı şekilde kaybeden bir erkeğin hikayesi olarak da okunabilir, savaş döneminde hastanede açılan ve bir diğer savaşta biten bir yol hikayesi olarak da... Ya da klişelere sığınılabilir. Zaten dilbaz olan, romantik olan, daha çok seven hep kaybeder bu işlerde “Batsın ulan bu dünya. Kardeşim Avram gel öpüjem” de denilebilir bir İsrail arabeski olarak.
Ya da gündemde olan biten malumken bu kadar basit okumayıp yüzdeki gülümseme kaldırılır ve o hastalıklı erkeklik hali irdelenebilir. En başından beri friend zonelanan bir erkeğin ısrarını, istenmeyişini romantize edip, fırsatını bulduğu ilk anda da aşık olduğu kadının hayaını manipüle edişi olarak da okunabilir pekala. Yoksa o sempatik dilbaz Avramımız saplantılı bir tacizci midir? Sevdiği kadının hayatına devam etmesine izin vermeyen, görünmez elini hep üzerinde tutan buna bahane olarak da savaş sırasında yaşadıklarını gösteren, geçmişinin, İstenmeyişinin, çocukluk travmalarının, çirkinlğinin, şişmanlığının intikamını alan bir psikolojik şiddeti faili midir? Bilmiyorum. Bu konuda feministler fikir beyan etsin.
Her ne olursa olsun okuduğumuz her satırın acelesiz, sakin sakin, yazılmış, savrulmaya çok teşne bir metinken ustalıkla derinleştirilmiş olduğunu ve tamamıyla kabiliyet koktuğunu yadsıyamayız.
David Grossman’ın yazıya, yazmaya, kelimelere nasıl bir tutkuyla bağlı olduğunu, öyle ki tam romanını yazdığı sırada savaşta vefat eden oğlunun acısından bile kelimelere sığındığını roman boyunca hissedebiliyor, yazarın kendi tabiriyle “rafları hakikaten sallayacak” bir kitap yazmayı ne kadar çok istediğini anlayabiliyoruz.
1001 gece masallarının coğrafyasından çıkan acı tatlı yanlarıyla uzun bir masal anlatıyor bize Grossman.
“Zaten öyle değil midir. Kimseciklere anlatılamayacak ya da uyandığında yeniden yaşayamayacağın bir rüya. Zaten işin eğlenceli yanı da bu. Sözcüklerle ifade edememek. Benim sözcükleri bulamamam.”
Zaten masallar bundan ibaret değil midir?
Khalas.