Bireysel ve beraber eylemlerle yaşamak
Jonathan Safran Foer'in kaleme aldığı, Bu Bizim Havamız Şahika Tokel çevirisiyle Siren Yayınları tarafından yayımlandı. Foer ekolojik krizin bir “kader” olup olmadığını sorgulayarak gezegenin hararetinin nasıl düşürülebileceğine ve ileride, bugünden daha iyi yaşama imkânı bulunup bulunmadığına yoğunlaşıyor.
Edward O. Wilson, kısa bir süre önce Türkçeye çevrilen Yarım-Dünya’da (Çev. Sami Oğuz, Koç Üniversitesi Yayınları, Nisan 2020); bir belirleme yapmış, bir çözüm önermiş ve bir öngörüde bulunmuştu.
Belirleme şöyleydi: “Aklımızda ekonomik büyüme, dizginlenmemiş tüketim, sağlık ve bireysel mutluluktan başka bir amaç olmadan, dehşet verici şekilde debelenip duruyoruz. Biyosferin geri kalanı üzerindeki etkimiz her yerde olumsuz, çevre dengesiz ve daha nahoş, uzun dönemli geleceğimiz ise daha az belirli bir hâl alıyor.”
Sunduğu çözüm önerisi de şuydu: “İnsanlık küresel biyolojik çeşitlilik hakkında çok daha fazla şey öğrenmeyip bu çeşitliliği korumak için hızla harekete geçmedikçe Yeryüzü’ndeki yaşamı oluşturan türlerin çoğunu kısa zamanda kaybedeceğiz. Yarım-Dünya önerisi, sorunun önemine uygun birincil, acil bir çözüm sunuyor: Ancak gezegenin yarısını veya daha fazlasını ihtiyat olarak bir kenara ayırarak çevrenin yaşayan kısmını kurtarabileceğimize ve kendi varlığımızı sürdürebilmemiz için gereken dengeyi sağlayabileceğimize inanıyorum.”
Wilson’ın öngörüsü ise şöyleydi: “Çok uzak gelecekteki jeologlar, ‘Antroposen ne yazık ki hızlı teknolojik gelişmeyi en kötü insan doğasıyla birleştirmiş. İnsanlar ve yaşamın geri kalanı için ne kadar korkunç bir zamanmış’ diyebilir.
Antroposen’in (İnsan Çağı’nın) en şiddetli dönemindeyken ve ekolojik anlamda keskin bir viraja girdiğimiz şu zamanda, ekonomik büyüme ile insani gelişme, daha çok yaşama ile daha iyi yaşama, hız ile denge arasında bir seçim yapmak durumundayız. Üstelik bu seçim ve onun yaratacağı sonuçlar, sadece bizi değil tüm canlılarla birlikte doğayı da ilgilendiriyor.
Ekolojik krize kafa yoranlar, çözüm üretmeye çalışan vicdanlı ve öngörülü insanlar bir tarafta, bu krizden nemalanmaya uğraşanlar, krizin varlığını kabul etmeyen kimi politikacılar ve hiçbir şey yokmuş gibi yaşamaya devam edenler ise diğer tarafta yer alıyor.
Jonathan Safran Foer de Bu Bizim Havamız’la topa giriyor ve ekolojik krizin bir “kader” olup olmadığını sorgulayarak gezegenin hararetinin nasıl düşürülebileceğine ve ileride, bugünden daha iyi yaşama imkânı bulunup bulunmadığına yoğunlaşıyor.
‘UZAKLARDA BİR YERDEKİ' EKOLOJİK KRİZ
Alan Shepard, Ay’dan “Dünya’nın doğuşunu” izleyip Apollo 17 mürettebatı da bu manzarayı fotoğraflarken “Mavi Bilye” benzetmesi yaptığında, gezegen henüz bu kadar altüst edilmemişti. Mavi ve yeşil dengeliydi, karbon ayak izi tartışması ise belki başlamamıştı belki de henüz başlıyordu.
1960’ların sonundan bugüne kadar köprünün altından çok su aktı, akan su ise bir hayli azaldı. Gelgelelim, 1960’lara kadar da pek çok şey olmuştu ama bu denli yıkıcı değildi.
Foer’in Bu Bizim Havamız’da anlattığı söz konusu değişime, doğa-insan mücadelesine, insanın doğayla kavgasına dair hikâyenin özünde, gidişatı değiştirmek ya da şimdiki yaşamımızı ağırlaştırmak için elimizi çabuk tutmamız gerektiği yer alıyor.
Foer, sadece ABD’de değil, yeryüzünün pek çok noktasında geçerli olan bir şeyi vurguluyor: Ekolojik kriz, pek çok insan için uzakta bir yerde! Söz konusu umursamazlık, en az ekolojik kriz kadar tehlikeli. Yazar, bu noktada bilmek ve hissetmek ayrımını gündeme getiriyor; ekolojik krizi biliyoruz ama bunun bizi kapsadığını hissetmiyoruz.
Hissetmeyenlerden daha trajik olanı ise krizi reddedenler: “Gezegen kriziyle ilgili sorun, krizin kemikleşmiş ‘kayıtsızlık öngargılarına’ toslamasıdır. İklim değişikliğine eşlik eden felaketlerin çoğu -aşırı hava olayları, taşkınlar ve kontrol altına alınması güç yangınlar, yerinden edilme ve kaynak kıtlığı dâhil olmak üzere- belirgin, kişisel ve kötüye giden bir durumun işaretiyse de bir bütün olarak öyle görünmedi. Gitgide güçlenen bir anlatının kirişleri gibi değil de soyut, uzak ve yalıtılmış bir görünüm aldı (...) İklim değişikliği inkârcıları olarak adlandırılan kişiler, iklim bilimcilerin yüzde 97’sinin vardığı çıkarımı, gezegenimizin insan faaliyetleri nedeniyle ısındığını reddediyor.”
Foer, ekolojik krizi kavramanın, hissetmenin ve çözüm için hareketlenmenin yolunun, bilgiden ve onu yorumlamaktan geçtiğini belirtiyor. Bilgi, umursamayı sağlıyor ve umursama da bir dizi uyarıyla yüzleşmeyi kolaylaştırıyor. Foer, bunu güncel bir örnekle derinleştiriyor ve “biz”i, yeryüzünün tamamını ima ediyor: “Gezegeni kurtarmak için selfie’nin tam tersine ihtiyacımız var.”
'TUFAN DA BİZİZ GEMİ DE'
Foer’in asıl meselesi ise sera gazı emisyonunu katlayan; yediğimiz et ürünlerinin kaynağı olan hayvan yetiştiriciliği. Et tüketiminin (dolayısıyla bir anlamda yemek yemenin) fizyolojik, psikolojik, kültürel ve ekonomik boyutlarını hesaba katan yazar, evdeki yangının nasıl körüklendiğini anlatıyor uzun uzun: “Gezegenimiz bir hayvan çiftliği” derken ürkütücü rakamlar veriyor, nüfus artışıyla hayvan yetiştiriciliği ve et tüketimi arasındaki bağlantıyı açıklıyor, buna bağlı olarak aşırı yemekten dem vuruyor, tüm bunların sera gazı salınımına ve iklim değişikliğine etkisini, yine rakamlarla ortaya koyuyor.
Tabii bu arada Foer’in önermelerinden bazıları fena hâlde anlamsız ve yanlış. Bir örnek: “Ya gezegen bizden intikam alacak ya da biz gezegenin intikamı olacağız!” Buradaki anlamsızlık ve yanlışlık, yazarın doğanın işleyişini kendi hâlinde sürdürmeye çalıştığını ve insan kaynaklı engellerin bunu sekteye uğrattığını gözden kaçırmasıyla ortaya çıkıyor. Foer’in atladığı bir başka nokta ise doğada intikam diye bir şeyin bulunmadığı, bunun insan dünyasına ait olduğu.
Foer’in hakkının teslim edilmesi gereken belirlemelerini de es geçmemek lazım. Buna da bir örnek: “Amerikan Rüyası, kişinin anne ve babasından daha iyi bir hayata sahip olmasıdır, özellikle servet açısından (...) ‘Yeterince şeye sahip olmanın’, ‘daha fazlasına sahip olma’ anlamına gelmesi, hem ABD’yi hem de küresel ısınmayı yaratan zihniyettir.”
Ekolojik krizi “felsefi bir sorun” diye niteleyen Foer, bu varoluşsal problemle yüzleşmenin çözüm üretmek için zaman kazandıracağını düşünürken şöyle diyor: “Milyonların hayatını önemsemek kolay değil, bir tek yaşamı önemsememek mümkün değil.”
Foer, dünyayı yöneten söz sahibi ülkelerin ekolojik krizin ilk kurbanları olmadığını ve bu intihardan, karbon ayak izi en küçük ülkelerin etkileneceğini (hatta etkilenmeye başladığını) belirtiyor: Bangladeş, Haiti, Zimbabve, Fiji, Sri Lanka, Vietnam, Hindistan…
“Uzaktaki” bu kriz, yaşantımızı değiştirmemiz gerektiği gerçeğini ötelemiyor. Bir başka gerçek ise insanın dünyayı yok oluşa sürüklediği ve onu kurtarmanın da yine insanın elinde olduğu. “Tufan da biziz gemi de” diyen Foer, bu nedenle beraberce gerçekleştirilecek bireysel eylemlerin çözüm yolunda mesafe almamızı sağlayacağını söylüyor: “Yapısal bir değişikliğe ihtiyacımız var; fosil yakıtlardan küresel olarak uzaklaşmalı, yenilenebilir enerjiye geçmeliyiz. Karbon vergisi benzeri bir şeyi yürürlüğe koymalı, ürünlere çevresel etki etiketi konmasını zorunlu kılmalı, plastiği sürdürülebilir çözümlerle değiştirmeli ve yürünebilir şehirler inşa etmeliyiz. Bizi zaten benimsemek istediğimiz tercihlere itecek yapılara ihtiyacımız var. Batı’nın güney yarımküreyle ilişkisini etik açıdan ele almaya ihtiyacımız var. Siyasi bir devrime bile ihtiyacımız olabilir. Bu değişiklikler, bireylerin tek başına gerçekleştiremeyeceği değişiklikler gerektiriyor. Kolektif devrimlerin bireylerden oluştuğunu, onların önderliğinde gerçekleştiğini ve binlerce bireysel devrimle pekiştirildiği gerçeğini görmezden gelerek bireyler, son derece bireysel olan beslenme biçimlerini değiştirme kararı almadıkça çevresel yıkımı sınırlama hedefimize ulaşma şansımız yok.”
Gezegenle birlikte gezegendeki insan, hayvan ve bitki yaşamını kurtarmak ön planda olacaksa Foer’in bahsettiği beraber gerçekleştirilecek bireysel eylemlerin önemi büyük.
Gezegeni tamamen kurtarmak istiyorsak Roy Scranton’ın dediği gibi “ölmemiz gerekiyor.” Ancak biliyoruz ki intihar hiçbir sorunu çözmüyor. “Daha yaşamak” ancak Foer’in belirttiği eylem şekliyle mümkün.