Soğuk evlerden gelen sesler: Kesekli Tarla
Tarlaların kesekli, evlerin soğuk ve sessiz, sokakların güvensiz, sevgilerinse şefkatsiz olduğu bir zemine basıyor Figen Şakacı'nın öykülerinin ayakları. Bastığı yerlerse gayet tanıdık yerlere dokunuyor.
Buse Özlem Bay
“Öfke içinde büyüyoruz. Oturduğumuz semte, sokağa, odalara, eşyalara, kış aylarında güçlükle ısıttığımız, eskimiş, ortası çukur pamuk yataklara öfke duyarak büyüyoruz” der Tezer Özlü Çocukluğun Soğuk Geceleri'nde. O soğuk, mutsuz ve sevgisiz memur evinde geçen çocukluğun onu nasıl bir "öteki" haline getirdiğini, toplum için tedavi edilmesi gereken yeni bir "deli"nin el birliğiyle sırasıyla aile, okul ve yine toplum tarafından nasıl yaratıldığını kendi hikâyesinden süze süze anlatır. Bir günlük, bir itirafname veyahut bir çığlık olarak okunabilir Çocukluğun Soğuk Geceleri. Ya da sadece bir kurgu. Sonuçta hayat dile döküldüğü an kandırmaca maskesini geçirir yüzüne. İşte Kesekli Tarla da yine aynı maskenin ardında o soğuk duvarları aşındıran bir metin.
Figen Şakacı, bir büyüme hikâyesini anlattığı ve yine İletişim Yayınları tarafından yayımlanan üçlemesinin -Bitirgen, Pala Hayriye ve Hayriye Hanım'ı Kim Çaldı?- ardından bu sefer öykülerle anlatıyor Özlü'yle olan ortak dertlerini. Kapak fotoğrafını Gohar Dashti’nin "Home" serisinden alan eserin kökleri, aslında hiçbir zaman “yuva” olamamış evlerden geliyor. İçinde 22 kısa öykünün toplandığı Kesekli Tarla hem maddi anlamda hem de kucakladığı tema anlamında birbirini tamamlayan öykülerden oluşuyor. Ancak mutsuz ailelerin, şiddetin kol gezdiği evlerin, anlaşılamayan çocukların, sıkıntıya bulanmış evliliklerin, hastalıkların ve kavgaların kol gezdiği öykülerde Figen Şakacı mizahi yanını yine de kaybetmiyor. Küçük bir kızın günlüğünden oluşan Bitirgen, her nasıl “ben”in sesi olup karakterin kişisel tarihini akıllara kazıyorsa Kesekli Tarla’nın çoğu öyküsü de aynı yolu izliyor. Özellikle küçük kız çocuklarının, hasta adamların, hizmetçilerin ve sevilmeyen evlatların sesi olan bu “ben dili”, öyküleri adeta bir sesleniş, bir iç döküş haline büründürüyor. Anlatma ve kendi tarihini yaratma gücünü bu “ezilen” karakterlere veren Figen Şakacı, bu bunaltıcı evlerin dört duvarları arasında bir umudun büyümesine de şans veriyor.
Doksanların toplumsal problemlerini sırtlayan Pala Hayriye’de olduğu gibi hem geçmişin hem de günümüzün sorunlarını göz önüne seriyor Kesekli Tarla. Öykülerinde toplumun ikiyüzlülüğünün altını da özellikle çiziyor yazar. Ülke de bir evse eğer, içinde en çok üşünülen sınırlar onunki oluyor. “İsmail’in Gör Dediği” öyküsünde kendi benliğini unutarak varlığını sahte kimliklere sarıp o ıssızlık halinden kaçmaya çalışan, kendinden çok baba bildiği iktidarı koruyan İsmailler hatırımıza geliyor. Seren Yüce’nin Çoğunluk (2010) filmindeki baba karakteri, adını bile Mertkan koyduğu oğlunu kenara çekip kız arkadaşı konusunda akıl verdiğinde “Kendin gibilerle beraber ol. Hepimiz Müslümanız, Türk’üz. Ailemize yaraşır kişilerle beraber olman lazım… Takıldığın adamlara dikkat edeceksin. ... Bu gibi tipler vatanı bölmek derdindedir. Bunlarla beraber olmak hepimize zarar verir” der ve olmayan bir düşman yaratır. Tüm gücünü de bu düşmanları yok etmeye adar. İsmail de aynısını yapıyor. “Öteki”lerden korkar İsmail ve “öteki”lerden çok korktuğu için bir tek kendisi kalsın ister. Bu uğurda kendi babasını bile gözden çıkarabilir. Bir tek kendisi ve yapay kimliği kalmalıdır ki yer altından çekilmesin, günler inandığı gibi akmaya devam etsin.
Bu inançları takip etmeyenler “deli” olur. Sarı duvar kâğıtları arasında “deliren”, tavan arasında “deliren”, şifa verdiği için “cadılaşan” nice kadın gibi sarı elbise görünce deliren kadın kahramanlar da olur, tıpkı “Sarı” öyküsünde olduğu gibi. Ya da çocukları delirten evlerden çıkış anca hastaneler olur. Evlerdeki hastalıklar unutulur. Şiddetin, istismarın, bitmek bilmez kavgaların ve sevgisizliğin irini akar durur da gören olmaz
“Babaannemin Kirli Çorapları”nın annesiz-babasız Ekrem’i, “Ben Hangi Kutunun İçinde Gizlidir?”in hayal gücüyle hayata tutunan küçük öznesi, “Gönlünce yaşamak sırası bir gün Âdem’e de gelecek miydi?” diye düşünen “Aralık”ın bozacı Âdem’i, daha sonra kimsenin haberini alamayacağı “Süprem”in Ömer’i… Mutsuz ailelerin kimsesizliğe hapsedilen çocukları… “Ev büyük. Ev yalnız. Ev eski” diyor Tezer Özlü. Evin yarattığı kimsesizliğin öfkesini birebir hissettiğimiz öykülerde bu nedenle anti-kahramanları takip ediyoruz çoğu zaman. Hiçbir zaman uzlaşamayacak olan, uyuşamayan ve kendi bildiğini okuyan ama bir şekilde anlaşılan, hak verilen…
Şakacı, bu öfkeyi didikleme halini çocuklarla da sınırlı bırakmıyor. Birbirini terk eden eşler, aldatıp aldatılanlar, birbirini hiç sevmeyenler ve sevip bıkanlar, hepsi ama hepsi toplumun ikiyüzlü ahlâkı içinde en gerçek halleriyle var oluyorlar. Hastane kokusundan cam kenarında yenen elmalara kadar her ayrıntı aile denen çürümenin baş aktörleri haline geliyor. Tüm bunlara ek olarak “Panzehir”, “Sevgili Düşmanım” ve “Ana Ekran” öykülerinde karşılaştığımız gibi, yazarın yazma eylemine değindiği noktalar da oluyor. Yazan karakterlerin merkeze alındığı bu öykülerde Figen Şakacı’nın yazmakla ilgili kişisel anekdotlarına rastlarken, bunları okumak bir anlamda okuyucuda “oyun içinde oyun” hissini de yaratıyor.
Önceki romanlarıyla adeta hem bir ömrün hem bir ülke tarihinin hikâyesini geride bırakan Figen Şakacı, onu yazmaya iten sorunun cevaplarını öykülerinde de aramaya devam ediyor: "Tarla mı kesekli yoksa biz mi yürümeyi bilemedik?"
Her seferinde verilecek cevap farklı olsa da sormanın yolu yazmaktan, yazmanın yolu da yaratmaktan geçtiği için tarladaki kesekleri azaltmanın ya da yürümeyi öğrenmenin yolu da bir şekilde gözümüzün önüne seriliyor.