Alıngan hassasiyetler çağında dokunmanın gücü
Felsefeci Wilhelm Schmid'in insan türü için hem biyolojik hem sosyal açıdan hayati bir kavramı ele aldığı "Dokunmanın Gücü Üzerine", İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. “Dokunmanın Gücü Üzerine”, özellikle dokunmanın önemini yeniden keşfettiğimiz pandemi günlerinde, okurunu dokunma üzerine farklı şekillerde düşünmeye sevk ediyor.
Deneme kitaplarıyla edebiyat dünyasında sağlam bir yer edinen felsefeci Wilhelm Schmid’in bir eseri daha Türkçeye kazandırıldı. “Dokunmanın Gücü Üzerine”, Tanıl Bora’nın çevirisiyle İletişim Yayınları’ndan çıktı. İletişim-Psyke Dizisi’nin bir halkası olan kitap, “dokunma”nın analogtan dijitale evrilen süreçteki serüvenini gözler önüne seriyor. Temastan kaçındığımız pandemi günlerinde, okurunu, dokunmanın insan hayatındaki rolünü hatırlamaya davet ediyor.
Wilhelm Schmid, felsefe eğitimini tamamladıktan sonra farklı üniversitelerde misafir öğretim üyeliği yapmış bir yazar. Onun metinleri, genellikle kavramlar üzerine fikirlerini sunduğu denemelerden oluşuyor. Yazarın bir dönem Zürih’te bir hastanede “felsefeyle manevi destek” hizmetinde çalışması, bu metinlerin birçoğunun ortaya çıkmasında etkili olmuş. Kitabın önsözünde kendisi de “dokunma” üzerine fikirlerini hastanede hastalarla kurduğu ilişkinin şekillendirdiğini söylüyor: “Dokunmanın insanlar için nasıl bir anlamı olabileceğini, ancak bir süreliğine bir hastanede filozof olarak çalıştığım ve pek çok kişiyle konuşmalar yaptığım zaman sahiden idrak ettim.” (s. 7)
DOKUNMA SANATI
Yazar, önsözde, dokunmanın serüvenine kısaca değiniyor. Kuzey ülkelerinin dokunmacı kültürler olarak öne çıkmadıklarını, böylesi kültürleri genellikle güney güneşinin altında bulduğumuzu söylüyor. Eski çağlarda dokunmanın bir eylem olarak çok da hoş görülmediğini, hatta “düşmanca” bir tavırla karşılandığını belirtiyor. Geçmişle günümüz arasında bir kıyas yaparsak çok şeyin değiştiğini söylemek mümkün. Bu değişim, yeni teknolojilerin ortaya çıkması ve hayatımızın analogtan dijitale doğru evrilmesiyle birebir ilişkili. Dokunmatik ekranlar üzerinden yaşanan ilişkiler, bu durumun en güzel örneği. Dijitalin hüküm sürdüğü çağımızda, bu ekranların yeniden “dokunma” arzusu uyandırdığı da aşikâr. Yazar da aynı noktaya temas ediyor: Cansız ekranları parmaklamalar ve silip ovalamalar, canlı ötekilere dokunma ve onları okşama ihtiyacı uyandırıyor.” (s. 8)
Yazarın önsözde üzerinde durduğu bir diğer husus, dokunmanın “zorbaca” kullanılması. Bu durumda istem dışı dokunulmalardan bahsetmek gerek. Ne yazık ki çağımızın en büyük problemlerinden biri hâlâ fiziksel ve sözlü tacizi konuşuyor olmamız. Schmid, dokunmanın yalnızca olumlu yanlarından bahsederken değil, olumsuz yanlarını konuşurken de onun ne derece kuvvetli olduğunu hatırlamamız gerektiğini vurguluyor. Dokunma aynı zamanda, insanları ezen, aşağı çeken ve cesaretini kıran bir güç olabilir. Zorla dokunma bir şiddet edimidir ve artık “el yakan” bir konudur.
Schmid’e göre, her insanın hayatında bir “dokunma sanatı” olmalı. Çünkü ancak bu şekilde dokunmanın hakkını verebiliriz. Ona yüklediğimiz anlamları düşünelim. Örneğin “dokunaklı” kelimesini genellikle insan ruhuna dokunan ânlar için kullanıyoruz. Ya da dokunmanın yalnızca fiziksel olmadığını vurgulayan tabirler mevcut: “Ruhsal dokunuş”, “zihinsel dokunuş” veya “aşkın dokunuş” gibi. Yazar, tüm bunların bilincinde olup “gündelik hayatın tiyatrosu”nda dokunmaya hak ettiği rolü vermemizi istiyor. Kitabını niçin kaleme aldığını da açıkça belirtmiş: “Dokunmanın farklı türlerine dikkatimizin açık olmasını ve her şekilde dokunma sanatını idman etmeyi sağlamak... İşte bu küçük kitap size bunun için şevk vermek istiyor -ki şu alıngan hassasiyetler çağında tekrar bir parça ince duygululuk, bir dokunma duyarlılığı oluşabilsin.” (s. 11)
Schmid’in kullandığı başlıklar oldukça dikkat çekici. Kendine dokunmayı “benliğin duyusallığı”, birbirine dokunmayı “aşka hep yeni bir başlangıç”, gülmek ve gülümsemeyi “hissedilen dokunuş”, susmayı “derinden dokunan” ve okuma sanatını “düşünsel dokunuş” olarak adlandırmış. Özellikle gülmek ve susmak üzerine fikirleri ve onların dokunma ile bağını sorgulaması, kitabın ilgi çekici yönlerinden.
DOKUNUYORUM, DOKUNULUYORUM, O HALDE VARIM
Schmid, kitabın birinci bölümünde, okuru “ilk temas”a götürüyor: Doğuma. Bir bebek, henüz doğmadan evvel dokunmayla tanışmakta. Anne karnında döl kesesini dolduran amnios suyunun ve rahmin hareketlerinin dokunuşlarıyla sarmalanmakta. Doğum olayı da her anlamda insana “dokunan” bir tecrübe. İlk temastan itibaren dokunma, insan hayatı için vazgeçilmez bir hâl alıyor. Schmid, bu “vazgeçilmez oluş”tan yola çıkarak dokunulan bebekler ile dokunmadan esirgenen bebekler arasındaki farka değinmiş.
Yazar, dokunmayı, insan olmanın şartı olarak görüyor. Hatta bu fikrini Descartes’ın meşhur sözü “Düşünüyorum, o halde varım”ı dönüştürecek kadar benimsemiş. Bu sözün “Dokunuyorum, dokunuluyorum, o halde varım” şeklini daha uygun buluyor. Ona göre, duyusal olarak, ruhsal olarak, zihinsel olarak veya aşkın olarak dokunulan bir insan “var”dır, yaşıyordur. Dokunma ve dokunulma tecrübesinin “iyileştirici” etkisinden yoksun bir insan ise her anlamda eksik bir hayata sahiptir. Dokunmanın nasıl “sihirli” olduğu kültür tarihinde de bilinmekte. Özellikle “şifa sanatları”, dokunmanın gücüne odaklanmış ve öğretilerini onun üzerine inşa etmiştir: “Ellerin ve elle dokunmanın nasıl kendine mahsus bir sağaltıcı etkisi olduğuna dair tek kanıt, tarihsel havadisler değildir. Bütün insanlar, okşayan bir elin mutluluk veren, teskin eden etkisini ve onun eksikliğinin acı veren tecrübesini bilirler.” (s. 15)
Schmid’in üzerinde durduğu “zihinsel dokunuş” ve “aşkın dokunuş” tabirleri, aslında gündelik hayatımızda karşılığı olan tabirler, yalnızca durup üzerine düşünmüş değiliz. Örneğin bir sanatçının ruhumuza dokunduğunu söyleriz yahut bir filozofun hayatımıza dokunduğunu. Aslında kastettiğimiz hayatımızda bir şeyleri değiştirme kudretine sahip olduklarıdır. Schmid, zihinsel olanı, sonluluğa tâbi olmayan enerjilerin yoğunlaşması olarak görüyor. Bu nedenle de Sokrates, Platon, Aristoteles, Epikür, Seneca gibi çoktan ölüp gitmiş olan fikir insanlarının hâlâ hayatımıza dokunabildiğini ekliyor. Burada kastedilen elbette zihinsel dokunuş. Aşkın dokunuş ise bizi doğrudan dinler tarihine yönlendiriyor. Bu tabir, farklı kültürlerde farklı şekillerde yorumlanabilir. Schmid bu bölümde “din” ile kastedilenin belirli bir iman cemiyeti yahut kilise değil, bizzat “dinsellik fenomeni” olduğunu özellikle vurgulamış. (Yani, asli kabul edilen bir şeye bağlanmak.) Ardından Michelangelo ve onun meşhur eseri hakkında söyledikleri ise düşündürücü:
“Michelangelo Sistine Şapeli’ni resimlerken dünyanın hadisatını somut bir surete büründürmek istedi ve fani insana ebedi oluş tarafından dokunulmasına ilişkin etkileyici bir resim çıkarmayı başardı buradan: tanrısal enerjinin Adem’e dokunuşu... Adem’i canlandıran kıvılcım, parmak ucundan parmak ucuna sıçrıyor gibi görülür orada. Yoksa Adem midir, dokunuşuyla tanrısal enerjiye hayat veren?” (s. 18)
YERE DOKUNMAK, KENDİNE DOKUNMAK, BİRBİRİNE DOKUNMAK
Schmid, düşüncenin var olması için bir bedenin var olması gerektiğinden yola çıkmış. Fakat düşüncenin problemlerinden biri, bedenin en üst noktasında bulunması. Bu nedenle birkaç basit idman yaparak insan, dikey pozisyondan yatay pozisyona geçmeli, yani yere dokunmalı. Bedenin “aşağıda” olması, insana birçok ayrıcalık sağlayacaktır: “Zemini hissetmek ve kendini ona teslim etmek, devrilip düşme korkusunu azaltır. Tökezleme ihtimali korkulan bir şey olmaktan çıkar, çünkü aşağıda olmanın nasıl bir şey olduğunu algılayabiliyorsunuzdur. Aşağıda daima sizi taşıyan bir yer vardır, yeraltında da öyle. Daha da aşağı düşemez insan.” (s. 21-22)
Yazara göre yatay pozisyonda olmak ve yere değmek, hayatın nasıl başladığını hatırlatır insana. Ve günün birinde nasıl biteceğini... Bu nedenle yatay olan hayata daha fazla bağlanmayı sağlar. Ayrıca perspektifimizi değiştirerek aşağıdan yukarıya bakmak, dünyayı daha derli toplu görmemizi sağlar. Yazarın bahsettiği idman hareketleri, nefes egzersizleri, özellikle yoga ve meditasyon kültüründe önemli bir yere sahip. “Derin nefes” ve “düz nefes” arasında, yaşam kalitesi açısından büyük bir fark olduğu konuşulmakta. Modern zamanda insanlar derin nefes alıp vermeyi unutmuş ve daha kolay olan düz nefese alışmıştır. Hatta nefes almak öyle “otomatik” bir şeye dönüşmüştür ki onun önemini de unutmuşlardır. Oysa düz nefes vücuda oksijen girişini azalttığı için düşünme kabiliyetimizi de etkiler. Schmid, fikirlerini temellendirirken Nietzsche’ye de atıfta bulunuyor, onun derin nefes almak için farklı alışkanlıklar yaratma tavsiyesinde bulunduğunu, bunu da mümkün olduğunca yere dümdüz uzanarak yapmak gerektiğini vurguladığını söylüyor.
Schmid, insanın kendisine dokunuşu bağlamında “gündelik tiyatro” adını verdiği oyunu perde perde anlatmış. Bu perdelerde insanın bedeniyle nasıl meşgul olduğunu görüyoruz. Aynada kendimizi izlemek, güzel giyinmek, makyaj yapmak, kuaföre gitmek, modayı takip etmek, aksesuarlarla süslenmek, dövme yaptırmak gibi birçok eylem, kişinin bedenine dokunuşuyla ilişkili. Sıradan bir günümüzü düşünelim. Sık sık kendimize dokunma ihtiyacı hissediyoruz. Alnımızı kaşımak, saçlarımızla oynamak, elimizi çenemize koymak, düşünürken başımızı ellerimizin arasına almak, ağrıyan bir yerimize dokunmak gibi birçok örnek verebiliriz bu duruma. İnsanın kendisine dokunma arzusu, bedenini güzelleştirme çabası bir yere kadar anlaşılabilir. Yazar, tüm gücümüzü dış suretimizin hoşluğu için harcamamamız konusunda bizi uyarıyor.
Başkalarına dokunmak meselesini ise “birbirine dokunmak” başlığıyla sevenler üzerinden ele alıyor Schmid. Dokunmanın insanı güzelleştirdiğinden, aşkın enerjilerin birbirini tamamlaması ve örtüşmesi olduğundan bahsediyor. Dikkat çekici olan, sevenlerin birbirine dokunma tarzının zıtlıklardan besleniyor oluşu. Yazara göre kaş çatmak, tebessümden farklı bir tesir yapar. Çok da hoş olmayan bir bakış, güzel bir bakışa olan özlemi uyandırır. Nihayetinde şiddet içeren bir dokunuş ilişkinin mutlak sınırlarını çizer. Diğer yandan, sevenler arasındaki dokunuş yalnızca bedensel değildir, zihinsel de olabilir. Bu aşamaya erişmiş bir ilişki şüphesiz daha uzun ömürlü olacak, bedenler tutkuyla dolup taşmadığında da devam edecektir.
GÜLMEK, SUSMAK, OKUMAK
Schmid, gülmeyi “hissedilen dokunuş” olarak tanımlıyor. Bir başkasının gülüşünün bize mutlaka dokunduğunu, insanın gülerek kendi hapishanesinden kurtulduğunu söylüyor. Gülmenin bulaşıcı yönünden, bir insanın gülmekten ölebileceğinden de bahsediyor. Fakat ısrarla üzerinde durduğu nokta, gülmenin farklı hisler uyandıran birçok çeşidi olmasına rağmen “özgürleştirici ve onarıcı yönü.” Evet gülmek bazen tehditkâr olabilir, “şeytani kahkaha” tabiri bazı kültürlerde gülmenin hoş karşılanmadığının kanıtı. Gülmek, yıkıcı bir güç barındırabilir, “gülüşmeler” düşmanca algılanabilir ve rahatsız edici olabilir. Fakat mutlaka insana dokunan bir yön vardır gülmekte.
Susmanın doğası da gülmenin doğasını andırıyor. Schmid susmayı “derinden dokunan” şeklinde tanımlamış. Her susma, insana farklı şekilde dokunur. Fakat susmanın bizi nasıl etkilediğini ayırt etmek zordur. Yazar, susmanın dört biçiminden söz etmiş: Anlık susma, kasıtlı susma, kederli susma ve nihai susma. Anlık susma geçici bir susmadır, özel bir sebebi yoktur. Fakat kasıtlı susma, bir amaca yöneliktir. Yalnızca iyi niyetliyse insana hoş bir şekilde dokunabilir. Aksi yönde aşağılayıcı bir dokunuşa sebep olabilir. Kederli susma, insana bir şeyin acı bir şekilde dokunmuş olmasından kaynaklanır. Bu durumda kişinin tek bir kelime edecek takati kalmamıştır. Ya da söyleyeceği herhangi bir şeyin anlamının olmadığına inanıyordur. Nihai susma ise, içine kapanmak, dünyadan ayrılmak, çekip gitmektir. Schmid bu susma biçiminin “ötekilere bunu ömür boyu yara olarak taşıyacakları kadar sert dokunmak” (s. 48) olduğunu söylüyor. Ayrıca, bir şey karşısında “birlikte susmak”, herkese aynı derecede dokunacağı için, susarak birbirini anlamak mümkündür. Böyle bir susma biçimini tecrübe edenler, birbirlerine ait olduklarını bilirler.
“Okumaya dalmak, âşık olmaya benzer” (s. 51) diyor yazar. Okumak da dokunmanın bir biçimidir. Harflerde gizli olan ötekinin kendisine dokunmasına izin veren bir okur, bunu deneyimler. Fakat “öznelleştirici” okuma için geçerlidir bu. “Dıştan okuma” yahut “birlikte okuma” geleneği, modernliğin oluşumuyla “içinden okuma” geleneğine dönüşür. Böylece bir metnin okura dokunuşu içselleşir. 21. yüzyıla gelindiğinde ise okumanın “nesnelleştirici” tarzı baskındır. Okuma etkinliğine ayrılan süre, metnin insana dokunuşuna yetmeyecek kadar düşmüş durumda. Schmid, nesnelleştirici okuma tarzıyla birlikte kalıcı bir zihinsel dokunuştan uçucu bir zihinsel dokunuşa geçildiğini vurguluyor.
“Dokunmanın Gücü Üzerine”, dokunma ve onun insan hayatındaki rolü üzerine hazırlanmış derinlikli bir kitap. Özellikle dokunmanın önemini yeniden keşfettiğimiz pandemi günlerinde, okurunu dokunma üzerine farklı şekillerde düşünmeye sevk ediyor. Belki de bugüne dek yalnızca fiziksel yönüyle yorumladığımız dokunma sanatına bir de Schmid’in satırları arasından bakmak gerek.