İmran Ayata: Kimlik, her daim çelişkiyi içinde barındırır
İmran Ayata’nın romanı "Dersim Alexanderplatz", İletişim Yayınları tarafından okurla buluştu. "Kimliği karmaşalar olmadan düşünemiyorum, kimlik her daim çelişkiyi içinde barındırır" diyen Ayata ile "Dersim Alexanderplatz"i konuştuk.
İsmet Melenağzı
DUVAR- Yazar İmran Ayata’nın romanı Dersim Alexanderplatz, geçtiğimiz günlerde Vanina Kutelas çevirisiyle İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Dersim Alexanderplatz'de Dersim’e yapılan yolculuk üzerinden kimlik ve aidiyet meselesi, his ve yaşanmışlıklara dayalı, didaktik olmayan bir üslup ile irdeleniyor.
Aidiyet duygusunun, benlik algısının ve belirli kalıplara sıkıştırılmaya çalışılan kimlik kavramının yerini çokluğa, farklılıkların birlikteliğine bırakışına işaret eden romanda, roman boyunca bir yandan arkadaşlık, aşk, tutku ile harmanlanmış bir hayatın keyifli bir okumasını yaparken, diğer yandan kişisel ve toplumsal kimlik oluşumunda durağanlığın yerini nasıl akışkanlığın aldığına tanıklık ediyoruz.
İmran Ayata ile romanını ve kimlik meselesini konuştuk.
Artık ciddi bir birikim oluşturan, Türkiye kökenlilerin ürettiği Almanca edebiyat üzerine konuşalım önce biraz. Geniş bir yazar kadrosu da oluştu, herhalde en “şöhretleri” Feridun Zaimoğlu olmak üzere. Hiç şüphe yok, bu edebiyat Almanca edebiyatın içinde yer alıyor… Fakat, diyerek birkaç soru sıralayacağım. Birincisi, yayıncılarca, eleştirmenlerce, okurlarca “şüphesiz” Almanca edebiyatın içinde kabul ediliyor mu, yoksa bir alt kategori, bir “janr,” bir “niş” gibi mi görülüyor? Bunu tersinden de cevaplar mısınız lütfen: Almanya’daki Türkiye kökenli topluluklar ve okurlar, bu yazarlara özel bir ilgi gösteriyorlar mı?
Belki biraz kabaca ve genel bir cevap olacak ama kabul edilmenin ölçü birimi “başarı”. Şunu söylemek istiyorum; eğer roman ve yazar başarılı ise daha kolay Alman edebiyatına dahil ediliyor. Bu aslında birçok alanda öyle. Fatih Akın, Alman sinemasıdır. Ama başarı kulvarında koşmayanlar daha çok niş ve janr sayılır. Yine de kolaya kaçmak istemiyorum; durumun böyle olmasının diğer boyutu, göçmen arka plandan gelen yazarlar ve sanatçıların kendisidir. Eğer çalışmalarımın temaları, anlatım biçimim bu arka plandan besleniyorsa, bu benim de niş ve janr konumunda görülmemde etkili olur. Şuna vurgu yapmak istiyorum, kimse beni “bu şekilde yaz“ diye zorlamıyor. Tamam, belki toplumsal çelişkiler ve kültür endüstrisi mekanizmaları beni bu yöne itiyor olabilir ama sonuçta yazan benim. Kalem benim kalemim. Bu anlamda benim Alman edebiyatının içinde kabul görme veya niş olmam çok önemli değil. Bunu samimi olarak söylüyorum. Kaldı ki göçmen temelli olmamı avantaja dönüştürecek kadar yetenekli olduğumu düşünüyorum.
Türkiye kökenli edebiyatçıların temalar, dili kullanmak bakımından Almanca edebiyata bir katkı getirdiklerini düşünüyor musunuz? Bunu şunun için de sordum: romanınızda tek tük Türkçe kelimeler geçiyor – en basitindan “abi”… Bunların Almancaya “transferi” gibi bir etki gözleyebiliyor musunuz, edebiyatın buna etkisi ve günlük hayatın edebiyata etkisi var mı?
Kültürü ve edebiyatı hiçbir zaman homojen ve statik düşünmedim. Kimlik de öyle. Çok önemsediğim Stuart Hall vakti zamanında şöyle demişti: "Kimlikler, çoğul olarak oluş halinin, oluş sürecinin araçlarıdır." Kimlik politikalarının revaçta olduğu bugünlerde bunu hatırlamak önemli bence. Ama soruya dönmek istiyorum. Evet, Türkiye kökenli edebiyatçılar Almanca edebiyata katkı getiriyorlar, hem temalar hem de dili kullanma bakımından. Bunu yeterince yapabiliyorlar mı? Emin değilim. Ama bunu ölçmek veya betimlemek çok zor. Elbette Feridun bunu başardı, hem de çok büyük bir sükse ile. Ama taa 1970’ler ve sonrasında bu anlamda önemli öncüler var –Aras Ören ve Emine Sevgi Özdamar gibi. Ben şahsen o jenerasyonun öncülüğünü çok önemserim. Romanımın Aras Ören’den bir alıntıyla başlaması tesadüf değil, naçizane bir teşekkür ve saygı gösterisi. Ama eğer “Alman kültürü”nü – artık bu her neyse –daha ciddi şekilde etkileyen bir sanat dalı arıyorsak, cevap çok açık: Hip Hop. O alandaki gençlerin başarısı çok daha önemli. O kadar ki, güncel dile bile yansıyor. Yani o kadar önemli… Hatta bazı rapçi ve hip hopcıları günümüzün edebiyatçıları olarak tanımlamak gerekir. “Haftbefehl” ve “Pashanim”, Alman dilini bir süredir kapsamlı bir biçimde etkiliyor.
Görebildiğiniz kadarıyla, bu edebiyat Türkiye’de nasıl karşılanıyor? Ne kadar biliniyor, ne gözle bakılıyor?
Dersim Alexanderplatz, Türkiye’de ilk yayınladığında WDR Cosmo radyosunda bir söyleşide, bugüne kadar Almanya’da Türkiye kökenli yazarların yapıtlarının Türkiye’de pek bilinmediğini, pek önemsenmediğini dile getirmiştim. Akabinde sosyal medyada buna tepki gelmişti, mesela Akif Pirinççi’yi örnek gösterenler olmuştu. Doğrudur. Ben 51 yaşındayım. Birkaç yıl hariç hep Almanya’da yaşadım. Türkiye’de, benim Almanya’daki hayatımla, neler yaptığımla, ne düşündüğümle ilgilenen insan sayısı 10 kişiyi geçmez. Bu benim zaafım olabilir. Çok komik muhabbetlere şahit oldum Türkiye’de, özellikle edebiyat ve sanat aleminden insanlarla. Bütün akşam kendilerini ve yapıtlarını konuşup karşısındakine bir tek soru sormadan geçen sohbetler. “Haa, siz de yazıyorsunuz. İyi.” O kadar! Bunlara çok şahit oldum. Almanya’da 60 yıllık bir Türkiye’den göç tarihi var. Bu önemli aslında. Ama bunu karşılayan bir ilgi yok. Biraz var ama, yeterince değil. Son dönemde de Berlin’e ciddi bir göç var, özellikle İstanbul’dan, “creative industry” denen alandan. Merak ediyorum, bu gelen yeni nesil acaba bir şekilde bu tarihle ilgileniyor mu? Ben pek şahit olamadım. Tam tersine, “ötekileştiren” bir grup izlenimi veriyorlar, kendilerini daha eğitimli, daha elit görerek… Yanlış anlaşılmasın, içlerinde inanılmaz güzel istisnalar da var.
'KİMLİK, HER DAİM ÇELİŞKİYİ İÇİNDE BARINDIRIR'
Almanca, Türkiye, Türkiyelilik dedik durduk… Alman olmak, Almanyalı olmak, Türk olmak, Kürt olmak, Dersimli olmak… Bu kimlik karmaşalarıyla öteden beri siyasi ve düşünsel olarak da uğraştığınız biliniyor. Romanında hiç didaktizme düşmeden, ama güçlü bir dip akıntı olarak yer alıyor kimlik meselesi. Hem bu “kimlik davası” ve karmaşaları üzerine genel bir şey söyleseniz, hem de bu meselenin edebiyat ve romandaki yerine ve usulüne dair, bu bakımdan edebiyat anlayışına değinseniz…
Kendi romanım üzerine konuşmak bana kolay gelmiyor. Aksine, çok zor benim için. Roman Almanya’da yayınladığında birçok eleştirmen ve okur “farklı bir ses oluşuna” vurgu yaptı. Dil, ritim, anlatım tarzı… Buna kimlik meselesini de dahil ettiler. Şöyle ki, kimlik meselesi alışılagelmiş bir şekilde işlenmiyor romanda. Şuna inanıyorum: Özellikle üniversite yıllarından beri kimlik teorileriyle bir hayli boğuştum. Stuart Hall, Etienne Balibar, Zygmunt Baumann, Judith Butler vs. okudum. Bu teoriler bir şekilde bende etkilerini koruyor, edebiyatıma da bulaşıyor. Bundan rahatsız değilim, tam tersine... Kimliği karmaşalar olmadan düşünemiyorum, kimlik her daim çelişkiyi içinde barındırır. Aynı zamanda kimlik, ayakta kalmak ve ilerlemek için de önemlidir – koltuk değneği gibidir. Kimlik nasıl oluşuyor, hangi dinamiklerle değişiyor? Bu gibi bir sürü sorular koyuyor önümüze kimlik. Romanın kahramanı Devrim pek çok anlamda “Almanya’daki ikinci kuşak Türkiyeli” kalıbına sığmıyor. Kimlik onu işi değil ama bir şekilde ha bire kimlik sorularıyla karşılaşıyor. Dersim sevdası, Dersim yolculuğu bir kimlik arayışı değil. En azından “özüne dönmek” değil. Devrim aslında bir “Dersim’e gidek gelek”i yaşıyor! Bir şekilde bir yolculuk yaşıyor, aslında iyi bir “yol filmi” çıkar bu romandan! Öyle bir teklif de vardı zaten. Ama olmadı.
Dersim, Dersim’in “sırları,” geçmişle yüzleşme, kitabın adına da yerleşmiş güçlü bir tema. Romanın kahramanlarından Rüya, “Dersim, insanları birbirine bağlar,” diyor. Roman da gerçekten Dersim’in, geçmişinde, hikâyesinde Dersim olan insanları birbirine bağlama gücünü anlatıyor. Bunu biraz anlatır mısınız lütfen? Dersim’in insanları birbirine bağlama gücü nereden geliyor?
Bu soruya kâmil bir cevap verebilsem, bana Dersim’de herhalde bir liyakat madalyası falan takarlardı! Şaka bir yana, gerçekten bilmiyorum, sadece tahmin yürüteceğim. Öncelikle Dersim tarihi ile ilgili olduğunu düşünüyorum, özelikle yaşanan acılar, ki bundan sadece 1938’i kastetmiyorum, insanları birbirine bağlıyor. Göç, siyasi başkaldırılar, azınlık ve marjinal olmak ve tabii ki Dersim’deki kendine özgü Alevilik, bir kültürel aygıt olarak bakarsak... Ve gerçekten o doğa, Munzur Dağı, Munzur Suyu, ne tuhaf değil mi bir dağın ve nehrin bu kadar etkili olabilmesi? Mutlaka türküleri, beyit ve deyişleri... Biliyorum, birçok insan bunu beğenmeyecek ve bir sürü eleştiri gelecek, ama önemli bağlardan biri de birçok Dersimlinin kendilerinin başkalarına göre daha aydın ve eşitlik savunucusu olduklarını düşünmeleri. Özellikle kadın - erkek ilişkilerinde (bilhassa erkekler) kendilerini öyle görüyorlar. Bundan hep şüphe duydum. Yani Dersimli olmak otomatik olarak başkalarından daha “ilerici” olmak anlamına gelmiyor. Şiddet ve ataerkilliğin halen bir sorun olduğunu düşünüyorum. Dersim’de de egemen olan ataerkilliktir.
Kitabın adının ikinci sözcüğüne gelelim: Alexanderplatz… Yeni kuşak büyük şehirli tahsilli orta sınıfların anlam arayışı, eğlence bıkkınlığı, aşkı anlayamaması, “bulamaması” da çok baskın bir tema. Bunun ele alınışı da hoş… Bazen Bukowski-vari bunalım boheminin kıyısında duruyor, bazen eski “toplumcu-gerçekçi” uyanma-bilinçlenme hikâyesinin kıyısına yaklaşıyor, bazen mesela Jonathan Franzen hatta iyice genç kalemlerden Sally Rooney’de görebildiğimiz, o “aşkı anlayıp-anlayamama” dediğim meseleyle meşgul yeni kuşak ruh haline yanaşıyor ama o kıyılarda kalıyor. Hiçbiri değil sonuçta! Ne dersiniz?
Tanrım, buna ne diyeyim ben? Böyle çağrışımlar uyandırıyorsa roman, buna sevinirim. Kent romanı olduğu kesinlikle doğru. Bohemlik önemli bir tema, toplumsal gerçekçilik de var içinde. Aslında saydığın hepsi var içinde, bir yandan da romanın bunlardan hiçbiri olmaması benim için anlamlı. Hayat öyle olduğu için, roman da öyle.
Bu vesileyle edebî akrabalarını da saymanızı isterim son olarak.
Bunun için bir ikinci bir söyleşi gerekir aslında! Kısaca cevaplayayım yine de. Herhangi bir ekol, ülke veya edebiyat akımının peşinde değil. Ne okur olarak ne de yazar olarak. Ama şöyle diyeyim, edebiyatta Asya değil daha çok Anglo-saksoncuyum. Bukowski ve Franzen demen tesadüf değil. ABD’den ve İngiltere’den akrabalığına “başvurmak” isteyeceğim yazarlar var. Son dönem çağdaş Fransa edebiyatına vuruldum. Virginie Despentes, Eduard Louis, Annie Ernaux ve Nicolas Mathieu’yü cok beğeniyorum. Almanya edebiyatı haliyle önemli benim için. “Bizimkilerden” Cihan Acar’ın ilk romanını zevkle okudum. Yade Önder çok güçlü bir kalem. Dilek Güngör’ün Ich bin Özlem’i (Ben Özlem’im) iyi bir roman. Bir şekilde cidden akrabalık hissettiğim roman ise Afro-Alman Jackie Thomae’nin Brüder (Erkek Kardeşler) romanı. Türkiye edebiyatını son yıllarda çok ihmal ettim. Eskiden daha çok okurdum, roman ve şiir. Bir dönem Ahmet Erhan'ı çok okur ve severdim. Halen benim için çok farklı ve önemli olan Cemal Süreya’dır. Ona tek dargınlığım, Doğu Perinçek’in 2000’e Doğru dergisinde yazmasıydı. Bir de abi gibi sevdiğim Akif Kurtuluş. Bu biraz tuhaf. Önce Akif Abi’yle, sonra şiirleriyle ve romanlarıyla tanıştım. Biraz amigoluk var yani. Son dönem Türkiye’de bende iz bırakan, Yavuz Ekinci’nin romanları. Bir de Akın Olgun’un öykülerini sevdim. Sonu gelmez, ama bir nokta koymak lazım.