Suyun hafızasına emanet bir İstanbul: Hamamname
Murathan Mungan'ın edebiyat dünyasınca uzun zamandır merakla beklenen kitabı “Hamamname”, Metis Yayınları'ndan çıktı. Geçtiğimiz günlerde raflarda yerini alan kitap, "türler ötesi" olarak nitelenmekte. “Hamamname”; İstanbul'un hamamları, sarnıçları, çeşmeleri, su kaynakları hakkında tarihi bilgiler verirken, vaktiyle suyun olduğu yerlerde yaşanmış hadiseleri de bir su cini vasıtasıyla aktarıyor. Geleneksel tarih anlayışının ötesinde, suyun hafızasında saklı bir İstanbul'la buluşturuyor okurunu.
Şiir, hikâye, roman, deneme, oyun ve senaryo türlerinde verdiği eserleriyle edebiyatımızın usta isimlerinden Murathan Mungan. Yaptığı her iş, mutlaka döneminde ilgi görmekte ve yazın dünyasını uzunca bir süre meşgul etmekte. Edebiyat camiası tarafından kendisinden hayli zamandır “Hamamname” isimli bir kitap bekleniyordu. Yazar, 1995 yılında yayımlanan “Murathan ‘95” kitabında yer alan “Ufuk Ayarı” bölümündeki “Ölmeden Önce” başlıklı yazıda, bir gizli tarih romanı düşüncesinin aklında olduğunu okuruyla paylaşmıştı. Osmanlı sanatları ile çağdaş anlatı teknikleri arasında yeni bir dil arayışı içinde olduğunu, bir hamam cininin ağzından İstanbul’un son birkaç yüzyılını anlatmayı amaçladığını söylemişti. Bu kitap, işte bu tasarının ürünü.
“Hamamname”; yaşayanlarıyla, ölüleriyle, dünü ve bugünüyle İstanbul'un hikâyesi. İsmiyle Klasik edebiyatımızda hamamları yahut içindeki güzelleri anlatan “hamamname”lere bir kapı aralıyor. Zaman, mekân, anlatıcı, olay örgüsü gibi ögeleri hesaba kattığımızda, 41 başlıktan oluşan kitabı, çerçevesi katı kurallarla belirlenmiş bir edebî türe indirgemek, oldukça güç. “Türler ötesi” olarak nitelenmesinin sebebi de bu. Bazı bölümler, Klasik edebiyatımızda bir şehrin güzelliklerinin anlatıldığı “şehrengiz”leri hatırlatıyor. Mungan, kitabın son bölümünü bir tür “Zeylname” olarak okumamızı istemiş. Böylece edebiyatımızdaki zeyl geleneğine de atıfta bulunmuş, bir kültürel mirası yaşatarak nice ustaya selam göndermiş.
“Hiçbir şey yok olmaz, kaybolmaz” anlayışının hâkim olduğu kitapta yer alan tarihi bilgileri de hikâyeleri de, yüzyılları dirilten suyun hafızasına borçluyuz. Anlatıcı konumundaki su cini, yalnızca hamam geleneklerinden değil, aynı zamanda devrin “peştamal kuşanma” ya da “baş vurma törenleri” gibi âdetlerinden de bahsediyor. Toplumsal meselelerden haber veriyor. Çeşme isimleri, kayık isimleri, sokak isimleri, bazı kelimelerin ortaya çıkış hikâyeleri, zamanında popüler olan bentlerin konumları gibi pek çok bilgiyi okuruyla paylaşıyor. Örneğin, “yadigâr” isminin halk zihnine “babası meçhul çocuk” olarak kaydolduğu, “külhanbeyi” lafının nereden geldiği, İstanbul’un en eski çeşmesi olan “Kırkçeşme”nin başka bir yere taşınacak diye yerinden söküp alındığı ve akıbetinin meçhul olduğu, “Yahudi Batağı”nın ne anlama geldiği, Osmanlı’da başı bir yerde bedeni bir yerde gömülü olan birçok devlet adamı olduğu, yolcu kayıklarında kürek çekenlere “hamlacı” dendiği ve daha nicesi... Tüm bunların sonunda, İstanbul’un suyun hafızasına emanet olduğu düşüncesi sarıyor zihnimizi.
'SULARIN ZAMANI ÂLEMLER KADAR': METİNLERARASILIK
“Hamamname”, yalnızca İstanbul hamamlarının hikâyesini değil; zerreden peştemala, çeşme başlarından ırmaklara, yeryüzünden gökyüzüne suyun hikâyesini de anlatıyor. Su üzerine yazılmış, söylenmiş, aktarılmış sözleri yâd ederek onun dünyadaki öneminin üzerinde ısrarla duruyor, bazı satırlar “su güzellemesi” olarak nitelenebilir. Okurla konuşan hamam cininin suya olan hassasiyeti, okurun “Ey her devrin locasına kurulup oturanlar, günahlarınızdan arınacak su bırakmadınız geride.” (s. 29) yahut “Suların başını beklemeyi unuttu insanlık kendini dünyanın sahibi sanırken.” (s. 53) gibi cümlelerle uyarılmasıyla birlikte farklı meselelerin gündeme gelmesini sağlamış. Su kaynaklarına eskisi gibi rağbet göstermeyen, bununla da kalmayıp kaynaklarını tüketen insanlığın eleştirisi söz konusu.
Su üzerine yazılmış satırlar, okura, bir şairle muhatap olduğunu anbean hissettirmekte. Bu türler ötesi kitabın su üzerine yazılmış bölümleri, nazım ve nesir arasında bir yerde durarak "mensur şiir"i andırıyor. Bu durum, kitabın diğer bölümleri için de geçerli. Mungan'ın şiirsel üslubu, kimi zaman seçtiği kelimelerin yan yana dizilişinde kimi zamansa bir anlatının orta yerine yerleştirdiği dizelerde kendini gösteriyor. "Su gibi akan" bir kitapla karşı karşıyayız.
Okur farklı bir anlatıcıyla birlikte, bir su ciniyle. İstanbul’u karış karış dolaşan, yerinden göğüne yaşananlara şahitlik eden, suyun hafızasını temsil eden su cini, zamanı ve mekânı bir gören anlayışın temsilcisi niteliğinde. Geçmişiyle ve ölüleriyle birlikte yaşayan, bu yönüyle Yahya Kemal’in düşüncelerini hatırlatan bir İstanbul’dan bahsediyor. Onun hangi zamanda olduğunu, “çarşı hamamlarında gayrimüslimlere nalın giymenin yasaklandığı devirlerde” (s. 11), “Boğaz’da yüzen kayıkların, kullanıldıkları yerlere, yönlere ve onları kullanan kişilere göre adlandırıldıkları zamanların sularındaydım” (s. 132) gibi giriş cümlelerinden anlıyoruz.
“Demelerimden anlamışsınızdır: Suyun koynunda saklanan Su Cini’yim ben.” (s. 19) ifadesiyle kimliğini açıklıyor anlatıcı. Okura seslendiği dönemin geleneklerini, zihniyetini, toplumsal yaşama dair unsurlarını aktarırken okurla konuşuyor. “Bildin mi?”, “Bildiniz mi?” gibi kalıplarla seslenerek onu uyardığı ya da ona tavsiye verdiği satırlar mevcut: “Ey yolcu! Sözün burasında dur, yolunu düşür İstanbul’a, canına su verdiğim bunca laftan sonra hiç olmazsa III. Ahmed Çeşmesi’ni görmeye Sultanahmet’e uğra. Beklerim.” (s. 30) Okurun zihnini uyanık tutan bu ifadeler, aynı zamanda “üstkurmaca” örneği. Su cini, kurmaca bir dünyanın içinde olduğunu okura apaçık hissettirmekte: “Şimdi siz bunları okurken ben bir ebrunun gözlerindeki haredeyim. Şu ân bakışmakta olduğumuzu siz görmediniz, ben bildim.” (s. 147)
“Bu kitabın harcında başta Reşad Ekrem Koçu olmak üzere, Ebüzziya Tevfik, Ahmet Refik, Enderunlu Vâsıf, Ahmet Rasim, Sermet Muhtar Alus, Semavi Eyice, Hamamcılar kethüdası Derviş İsmail, Enderunlu Fâzıl Bey gibi nice yazarın bıraktığı mirasın hakkı vardır.” diyor Mungan. Onun bu sözleri, kitabın “metinlerarası” niteliğine işaret ediyor. Öyle ki kitapta, birçok eseri, şairi ve yazarı yâd ettiği gibi, onların dizelerini de sunmuş okuruna.
Kitapta metinlerarasılığı destekleyen bir unsur da, su cininin bu kitaba nasıl geldiğini anlattığı kısım. O, yalnızca suyun hafızasını değil, aynı zamanda yazın dünyasının hafızasını da temsil etmekte. Suların şehrin her noktasını dolaşarak bir bütünü oluşturması gibi su cini de eser eser dolaşarak hepsinin mensup olduğu bir “temel metni” işaret etmekte. Öyle ki su cini, suyun olduğu her yerde bulunmasına paralel bir şekilde mürekkebin değdiği yerlerde bulunduğunu; hikâyelerden, masallardan, mesellerden, menkıbelerden, el yazmalarından, tezkirelerden, hatıratlardan, mektuplardan, seyyah defterlerinden, esaret hatıralarından geçtiğini söylüyor ve ekliyor: “Nakkaş Osman’ın nakşettiği ‘Surname-i Hümayun’dan, Levni’nin nakşettiği ‘Surname-i Vehbi’den, sohbetname, düşname, vekayiname, menâkıbname, harname, bahname, nasihatname, salnamelerden geçip buraya, gününüze, Hamamname’ye geldim.” (s. 146)
YENİ TARİHSELCİ ANLAYIŞ VE TARİH YAZICILIĞI
“Hamamname”de tarih yazıcılığına yönelik eleştiriler mevcut. “Tarihte ne çok sayfa vardır ve ne az hakikat!” (s. 115) ifadesi bunun apaçık örneklerinden biri. Kaydedilmiş tarihi olayların “mutlak gerçek” olarak algılanmasına, tarih yazımının yalnızca büyük şahıslar ve şanlı zaferler üzerinden ilerlemesine, arka planda kalan hadiseler dikkate alınmadan aktarılmasına karşı çıkan ve tarihin onu kaydeden kişi tarafından oluşturulmuş bir kurgu olduğunu savunan “Yeni Tarihselcilik”e temas ediyor Mungan. Fakat, mutlaka tarihi anlatıların sürekliliğini sağlayacak anlatıcıların olacağını da vurgulamış:
“Varoluşun hikmetini unutmamış insanlar arasından her zaman birileri çıkar, çıkar da yaşadıkları devri unutulmaktan kurtarmaya, zamanın ve toprağın yüzünden silinenleri anlatmaya ömrünü adar. Ölümsüzlük elçisidir anlatmaya gönül verenler, onca unutulanı yeniden unutulmaz yapan.” (s. 77)
Su cini, bu anlatıcıların temsilcisi konumunda. Bu bağlamda, yazar ve tarihçi arasındaki ayrıma da değinmek gerek. Kitapta yinelenen şekilde, “varoluşun borcunu dünyaya ödemeye” kararlı kişilerdendir yazar. Belki de tarihçiyle arasındaki önemli farklardan biri, budur. Aristoteles’in ozan ve tarihçi ayrımını hatırlayalım: “Ozanın işi gerçekten olmuş şeyleri değil, olabilecek şeyleri, olabilirlik ya da zorunluluk gereği meydana gelebilecek şeyleri söylemektir.” (1) diyen Aristoteles, ozanın bir tarihçi gibi yalnızca yaşanmış olayları, yaşamış kahramanları konu etmek zorunda olmadığını belirtir. Bir bakıma, ozanın “kurgu”ya dayalı eserler verdiğini vurgular. “Hamamname”de ise şöyle bir cümle geçiyor: “Tarihçi olmaktan ziyade resmi tarihin muhafızı olanların yazdıklarında söylemedikleri ya da üstünü yalanla örttükleri ne çok şey vardır.” (s. 115) “Yeni Tarihselcilik”te, tarihçi de bir kurgu ustasıdır. Ve tarih metinler üzerinden ilerlediğine göre, onun üzerinde durulması gereken yanı “metinselliği”dir. Postmodernist romanlarda yer alan tarih anlayışı, “Yeni Tarihselcilik”le örtüşür ve bu tip metinlerde üstkurmacanın bulunması, bu anlayışı destekler niteliktedir.
“Yaşanmış nice hadiseden kayda düşülen yalnızca zafer diye bildikleri... hazinenin kâr hanesi...” (s. 174) ifadesi geçiyor kitabın son bölümünde. “Yeni Tarihselcilik” penceresinden su cininin anlattığı hikâyelere baktığımızda, tarih sahnesinin arka planındaki sıradan insanların belirdiği ânlar gözümüze çarpıyor. Çeşme başında durmuş soluklanan iki adamın sohbetinin aktarıldığı satırlar, bu duruma güzel bir örnek. Ayrıca, tarih yazıcılarının hadiseleri farklı farklı kaydetmesi durumuna “gönderme” olarak yorumlanabilecek bir anlatı da mevcut: Bir tellak ve arkadaşları tarafından katledilen şairin hikâyesi. Bu hikâyenin 18. yüzyıl şairlerinden Refîâ’nın farklı versiyonları anlatılan katlediliş hikâyesine ne kadar benzediğini göreceksiniz. Diğer yandan, bahsi geçen tellağın Arnavut olması, Patrona Halil İsyanı’ndan sonra İstanbul hamamlarında Arnavut tellakların görev yapmasının yasaklanmasını akla getiriyor.
Su cini, devrin zihniyeti hakkında detaylı bilgiler veriyor. “Zerreden peştemala”, “Yahudi Batağı”, “Cehennem Suyu”, “Etin çağrısı”, “İsimsiz” gibi anlatılarda, Müslümanlığa, gayrimüslimliğe, eşcinselliğe, kadın-erkek ilişkisine nasıl bakıldığına dair ipuçları yer alıyor. Yani, bir bakıma, tarih kitaplarında üzerinde durulmayan, halı altına süpürülen konular ele alınmış. “Yüzünde Ülker, adında Yadigâr”da, günümüzde hâlâ gündemde olan “çocuk gelin” meselesine değinilmiş. “Cumartesi Anneleri”ne de göndermede bulunmuş yazar. “Cellat Çeşmesi” başlıklı bölüm, şu satırlarla son buluyor: “Ölülerini asri zaman cellatlarının elinden alamayan analar, ... her cumartesi İstanbul’da, Galatasaray Meydanı’nda toplanıp kayıplarının akıbetlerini, ölülerinin kemiklerini, sahipsiz mezarlarının yerini devrin cellatlarından sormuşlar.” (s. 119)
Kitabın son bölümü “Tasvir nihayet”te, su ciniyle vedalaşıp yazarla buluşuyoruz. Bu buluşma, bir diğer üstkurmaca örneği. Yaptığı işi “dil nakkaşlığı”, anlattıklarını “tasvir” olarak tanımlayan yazar, son sözlerini, okuru da yaptıklarına dahil edecek şekilde sıralamış. Onun yönlendirmesiyle, yazıyı icat edenleri hayırla yâd ediyoruz, buhar olup gidenden kalanın hesabını soruyoruz, ustaları şükranla anıyoruz, dünyada sudan geçmemiş bir şey olmadığını hatırlıyoruz, hakikatin her çeşidiyle yüzleşmeye bakıyoruz... Uykusuna bıraktığımız “Su Cini” bizi günümüze uğurlarken, hamamın eşik altında saklanan eşik cininden aldığımız selamı bizden sonra geleceklere bırakıyoruz. Kendi hafızamızla baş başa kalıyoruz sonunda, kendi sularımızdan bildiklerimizle. Her bir satıra kendi göz izimizi bırakarak kitabı başka bir okura emanet ediyoruz. Minik damlalardan oluşan büyük bir okyanusa dönüşsün diye.
Dipnot
- Aristoteles, Poetika: Şiir Sanatı Üstüne, Çev: Samih Rifat, İstanbul, Can Yayınları, 2016, s. 37