Mehmet Özkan Şüküran: Yaşadım, okudum, yazdım ya da tersi...

Şair Mehmet Özkan Şüküran'ın yeni kitabı 'Aynada Yürüyen Sesler', İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. Şüküran, "Kitapta bizi çağırdığını söylediğim ses, bu coğrafyada adil olmaya, siyaseten etik davranmaya, sorumlu hissetmeye cüret edebilenlerin karşılaşabildiği, taşı kaldırmaya çalıştığı ve her aynaya baktığında görebileceği bir ses" diyor.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR- Şair Mehmet Özkan Şüküran 'Gül Rengini' adlı şiir dosyasıyla, 2016 Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü'ne değer görüldü ve kitap aynı adla Kasım 2016'da Varlık Yayınları tarafından yayımlandı. Son yılların dikkat çeken isimlerinden Şüküran, geride bıraktığımız dört yılda kimi dergilerde şiir ve edebiyat üzerine poetik yazılar kaleme aldı. Bu gürültü çağında kendini ve şiirini koruyan Şüküran, İthaki Yayınları tarafından yayımlanan yeni şiir toplamı 'Aynada Yürüyen Sesler' ile bir kez daha okurlarını selamladı. Sözünü sakınmayan, bunu yaparken şiiri popülizme kurban etmeyen, zemini sağlam bir şair Mehmet Özkan Şüküran ve şiiri üzerine düşünürken ne çuvaldızdan sakınıyor ne de tarihin bir yangın yeri olmuş haklı öfkesinin harından...

"'Camlarınıza taş olurum' diyen çocuklara" ithafıyla söze başlayan 'Aynada Yürüyen Sesler' imgesel anlatım ve kimlik ekseninde gelişen politik tavrıyla okunmayı hak ediyor.

2016 Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü'ne değer görüldünüz. Uzun sayılabilecek bir sürenin ardından yeni kitabınızla okur karşısındasınız. Geçen zamanda ne yaptınız? 

'Aynada Yürüyen Sesler' ile ilk kitap arasında, yazılma sürecini de hesaba katarsak, dört yıldan uzun bir süre var. Okur için uzun mu bilemem fakat şiir için çok da uzun sayılamayacak bir süre. İlk kitap çıktıktan sonra, uzunca bir süre şiir yazmadığımı söylemem gerek. Bir tıkanma, diyet değil; suyun varacağı menzili izlemek gibi daha çok. Bu açıdan, suyun akışını izlerken, şiiri takip etmenin yanında kuramsal, kültürel metinleri okumakla, şiirin dışında ama şiire değen yolları takip etmekle ve bunları dilim döndüğünce, yazmakla uğraştım. İki kitap arasındaki edebi hikâyem bu minvalde. Fakat okumakla edebi hikâyenin tamamlanmadığı aşikâr. O halde şöyle mi demeli: yaşadım, okudum, yazdım ya da tersi.

'ŞİİRE BENİ GÖTÜREN SESLERE KULAK VERDİM'

Şiiriniz, 'çağıran', 'ses isteyen' bir yerde duruyor. Şiir nerede konuşur, nerede çağırır?

İlk şiir kitabımı eline alan sevdiğim bir şair, daha birkaç sayfa okurken kitabı köşeye fırlattığını, devam edemediğini fakat birkaç gün sonra sesli okumayı denediğini ve şiirin içine ancak o şekilde girebildiğini söylemişti. Benim için kıymetli bir yorumdu. Şiirin anlamını gözettiğim kadar, sesini de gözettiğimi söyleyebilirim. Sözün en çok şiire benzediği bir yerde doğdum, bunun da etkisi olabilir. Buradan, sorunuza gelecek olursam, şiirin sesini önemsediğim kadar, şiire beni götüren seslere de kulak verdim. Şiirin yalnızca konuşması, konuşur halde olması çoğu zaman monolog olarak kalır, fakat çağırma ediminin kendisi diyaloğa davettir. Çağrı gelin beraber buraya bakalım, burada ben şunu gördüm, siz ne görüyorsunuz gibi bir şey de olabilir, bakın bu sizi de çağırmıyor mu, demek de. Kitapta bizi çağırdığını söylediğim ses, bu coğrafyada adil olmaya, siyaseten etik davranmaya, sorumlu hissetmeye cüret edebilenlerin karşılaşabildiği, taşı kaldırmaya çalıştığı ve her aynaya baktığında görebileceği bir ses. Dolayısıyla, ilk bölüm uzak bir menzilden el sallıyor, yetişmesi mümkün ama zor olan bir yerden, sesin nereden geldiğinin kabulü bile zor. İkinci bölümde sesin yakınlaştığını, bir yüze karşılık geldiğini görüyoruz, buna kulak vermek de kulak ardı etmek de sesle hemhal olanın elinde.

İmgelerle ilerleyen bir evren yaratıyorsunuz. İmge dünyanız nasıl oluşuyor? İmge ile hangi aracılar sayesinde buluşuyorsunuz? 

İmgeyi bir fikrin, bir biçimin varlık kazanması, burada olmayanın buraya getirilmesi olarak ele alırsak, gündelik hayatın içerisinde, benim için çoğu zaman imgenin kendisini dayatması şeklinde zuhur ediyor. İmgenin oluşması, bir vücuda karşılık gelmesi imgenin kendi şiddetinin, kendi ısrarının ürünü çoğunlukla. Bir de edebi olanın teknik sınırlamaları, kendi iç dinamikleri imgeden kaçışı bir tür imkânsızlığa vardırıyor. Beri yandan kullanışlı, yontmaya elverişli, işçiliğin ortaya çıkabildiği bir alan da. Şiirin kendini açığa vurduğu yerde, imge kendi yolunu, bütünlük ve anlam açısından şairinden bağımsız olarak da duyurabiliyor zaman zaman. Ama elbette, imgeye açık olmak da en önemli etken.

'KALKAN YETMEZ, BİR YUMRUK OLMASINI DA ARZU EDERİM'

Politik atmosfer, ezen-ezilen çelişkisinin gittikçe derinleşmesi şiirinize yansıyor. Bu noktada hayatla, muktedirle karşı karşıya geldiğiniz anda şiiriniz yumruk mu oluyor yoksa sizi koruyan bir kalkan mı? 

Kalkan olmasını istesem de bu yetmez, bir yumruk olmasını da arzu ederim. Hem kendini korumak hem de hiç dayak yememek, zor. İkisinin bir arada olması, el ele yürümesi beni daha tatminkâr kılar. Yumruk, sert ve güçlü olmalı, muktediri yerinden kıpırdatmalı, gönül ister. Ancak edebiyatın yumruk olması, en azından muktediri yerinden sarsması, tekil olarak çok mümkün değil ki edebiyata yüklediğimiz bu misyonu edebiyat çoğu zaman sırtlayamıyor. Yumruğu attıracak cesareti verebilme potansiyeli, gücü elbette var, fakat katılır katılmazsınız, Mayakovski’nin yazdığı bir şiir Lukács’ın yazdığı bir metnin yanında çok sönük kalır. Aynı etkiye, aynı etkileşime sahip olmaz. Buna rağmen, edebiyat yaşadığımız durumu, gerçekliği, artık ışığı sönmek üzere olan bir geçmişi hatırlamamıza, bakış bahçesine çıkararak görmemize, algılamamıza yardımcı olur. Ne olursa olsun, ne yaparsak yapalım tam anlamıyla telafi edemeyeceğimiz şeylerin olduğunu hatırlatır. Kaldı ki bu tuhaf zamanlarda edebiyatın havlu atarak sahneden geri çekildiğini söylemek, söyleyebilmek kolay değil.

Bugün, Türkçe edebiyata ezen-ezilen ilişkisi, politik anlamda kendisine çok yer bulamıyor. Yayımlanan edebi eserlerin büyük çoğunluğu, buraya dair bir şey işlediğinde onu belirsiz bir formda dile getirerek açığa vurmaktan çekiniyor. Ya da şöyle diyelim, okurken yalnızca ağlamakla karşılık verebileceğimiz metinler yayımlanıyor, çoğunlukla. Ancak o derece ağlak bir formda yaşamadığını da biliyoruz bireyin. Bu hal, kötümser hal yazılan şiirde çok açık bir şekilde görülebilir. Diğer taraftan, her şeyin normal olduğunu, kötü giden bir şeylere dair hiçbir iz bulamadığımız, anlaşılması, okunması güç metinler de cabası. Yazı öznesi ve metin ilişkisinin garabeti…

Aynada Yürüyen Sesler, Mehmet Özkan Şüküran, 80 syf., İthaki Yayınları, 2020.

'EDEBİYATTAN BEKLEMEK DOĞRU DEĞİL...'

'Camlarına taş olan çocukların' şiiri kendi içinde sağaltılmış bir öfkeyi de barındırıyor. O 'cama taş olan çocukların' öfkesinin şiirle buluştuğu noktayı konuşalım. Şiiriniz bir hafıza mıdır, hatırlama mıdır yoksa bir mirasın yarına taşınmasında kuvvetli bir yoldaş mıdır?

Geleceği ilgilendiren şeyleri söylemede geçmişin işlevini yadsımak olanaksız. Değiştirelim, geçmiş, geleceği ilgilendiren şeyler söyler. Bugünü geçmişin, dünün gölgesinden konuştuğumuza göre, hatırlama ve yüzleşme mefhumları önem arz ediyor. Edebiyata da olan gereksinim biraz da bu yüzden. Toparlayan, arkadan gelen, onarılmaz sanılanın onarılamaz olduğunu söylemek için bile olsa. Bize iyimserlikten farklı olarak yalnızca karabasanlara maruz kalmak zorunda olmadığımız, onu kontrol altına alabileceğimiz izlenimini vermesi açısından. Şüphesiz var olan tüm sorunlarımızı masaya yatırmasını, onları çözümlemesini edebiyattan beklemek doğru değil. Edebiyatın böyle bir gücü yok. Bunu kabul edelim. Belki durumun kendisini çevreleyen faktörlerden biri olarak var olana bir katkısı olabilir, kişileri kendi aynasına yaklaştırabilir, kolektif bir birliktelik yaratabilir, aynaya, güne bir bıçak çekecek kudreti hatırlatabilir. Ancak edebiyatın kimi zaman, istemeden de olsa egemenin ideolojisine destek verdiği de olur. Her şeyin iyi güzel olduğunu gerçek durumun bir yanılsaması olarak göstermesi gibi. Yani bu istisna halinde, ekonomik krizin giderek yükseldiği, hukukun askıya alındığı tuhaf zamanda güneşli bir ortamda yazılmış hissi veren metin muktedirin iyimserliğini ve politikalarını olumluyordur daha çok.

“Camınıza taş olurum” diyen o kara çocuklar, öfkeli ve inatçı bir halin temsili. “Camınıza taş olurum” dedikten sonra artık onları kolay kolay ikna edemez, kendi yanınıza çekemezsiniz, oluru yok, o cam kırılacak. Onları “camınıza taş olurum”u söylemeye vardıran, onu kıran pek çok şey olmuştur da ondan. Bana kalırsa o camın kırılması da gerekir. Öyle ya da böyle. Ben de bunu hem yarına taşımak, hem de o kara çocukların kıymetli öfkesine ortak olduğumu dile getirmek, onlara bir selam vermek istedim. Çünkü geçmiş olacak şimdiyi, bu anı, geride kalanı işlemek, edebiyatçıyı aynı zamanda bir vakanüvis kılar. Ona bu sorumluluk da yüklenmiş olur. O kara çocukları metne dâhil etmemek, kendi hikâyeme baktığımda olanaksız bir durumdu da.

'POLİTİK MÜCADELE KÜLTÜREL MÜCADELEYİ DE KAPSAR'

Poetik tartışmalar ve denemeler yazıyorsunuz. Kültür dünyasında bir yandan politik iktidar kavgaları, vasatlık, bir yandan da kimlik tartışmaları var. Bugünün şiirine ve kültürel ortamına dair neler söylersiniz?

Her politik iktidar, siyasal akım kültürel alana dokunmayı, oraya mührünü vurmayı ister. Politik mücadelenin kendisi aynı zamanda kültürel mücadeleyi de kapsar. Bu gayet olağan ve her zaman gördüğümüz bir durum. Her iktidar, siyasal iktidarının yanında kültürel iktidarını da kurmayı arzular. Ancak bugün kültür alanı, bir fetih alanı olarak görülüyor daha çok. Devletin baskı aygıtları kullanılarak kültür alanı ele geçirilmeye, fethedilmeye çalışılıyor. Kültürel iktidarı bu anlamda değiştirmeye çalışmak, kötü olmak bir yana, problemli ve çok sorunlu bir şey. Öte yandan uzunca bir süredir, kültürel anlamda bir çoraklığın, kıtlığın, ideolojik noksanlığın giderek görünür olduğu bir konjonktür içerisinde debelenip duruyoruz. Bu ideolojik noksanlığa eşlik eden ve ona işlerlik kazandıran şey vasatlığın her seferinde yeniden üretimi. Güçlü metinden önce güçlü metnin doğumuna engel olan, gebeliği sakatlayan şey olarak vasatlığı kastediyorum. Her alanda izlerini görebilmek mümkün. Vasatlık bir yaşam biçimine dönüştüğünde edebiyat da bundan nasibini alıyor, okur da, eleştirmen de. Ancak hedefi şaşırtmayalım, vasatlık bir grup tarafından, bile isteye, üretiliyor, dolaşıma sokuluyor.

Bugün görünürlüğün egemen olduğu “vasatlık endüstrisi”nde yazar sesinden bir yankı almak adına şimdiyi düşünüyor, geleceğin zaten belirsizlikler içerdiğini düşünüp geleceğe seslenen bir metin kurmaktan geri duruyor ya da bunu inşa etmek adına gerekli mesaiyi harcamıyor. Bugün edebiyata mesai harcayan insanların büyük çoğunluğu, iyi bir metni öncelemekten çok bir yazar olmayı önceliyorlar. Kültürel ortamın, çağın, günün geçer akçesi neyse ona göre üretmeyi önemsiyor. Bu da radikal olabilecek, farklılığı yüceltebilecek, bir yol çizecek metnin doğumunu sakatlıyor. Şiirde gördüğüm durum, kültürel ortamla, çağın getirdikleriyle çok yakından ilişkili.

Şiiri, edebi sanatlar içinde insana en yakın yerde görüyorum. Eti, kemiği, kanı ve kusuru var. Sizin şiirinizin kanı nasıl akar, kusuru nerede başlar? 

Şiirin kanı beslendiği kaynaklarla doğru orantılı olarak akar. İçinde bu kaynakların besin öğelerini taşır, bu kaynaklarla bir yaşam alanı bulur. Şiir, hep insana çok yakın bir yerden seslenmiştir. Bu sese göre kulak olmak, ona nasıl ve neden yaklaştığınızla ilgili biraz. Benim şiirimde beslendiğim yer, öncelikli olarak doğup büyüdüğüm yerin, coğrafyanın sesi, coğrafyada vuku bulan, yüzünü başka bir yere çevirmeyi imkânsız kılan ve her seferinde yeniden ve yeniden gerçekleşen olaylar, ölümler. Ama kentte yaşama paradoksunun bütün haliyle şiirde kendisini dayattığını da söylemem gerek. Şiirimin elbette kusuru var, öte yandan sizin de belirttiğiniz gibi kusur, yaşama dair bir şey de. Bir yaşam kıpırtısının, karıncalanan bir şeylerin olduğunu da imler. Ben şahsen bu kusurun ne olduğunu bildiğim vakit üstüne giderim, bunu benden çok okurlar bilir muhtemelen. Ama yine de şunu söylemeden geçemeyeceğim; yeni ve farklıyı denemek, gerek tematik gerekse de biçim olarak, kusurun kendisiyle beraber gelir. Her metin kusuruyla var olur, varlık bulur. Cemal Süreya’nın son şiirlerine bakalım, kusurdan arınmış gibidir ya da başka şairlerin olgunluk eserlerine, en çok okuduğumuz, sevdiğimiz şiirler esasen kusuru barındıran, kusuruyla barışık olan şiirler.

Üzerinde çalıştığınız çalışmalarınız var mı? Okurları neler bekliyor? 

Varlık ve Yeni E dergileri için ara ara yazdığım, üzerinde düşündüğüm meseleler var. Onlar, bir sorun olmazsa, devam edecek. Bunun yanı sıra ilk sorunuza verdiğim yanıtta belirttiğim gibi doğrudan şiire dair bir şey henüz gündemde yok. İlerleyen zamanlarda ne olur, bilemiyorum doğrusu. Kültürel ve politik meseleleri beraber okumaya çalıştığım, ağırlık verdiğim bir projem var, fakat nereye evrilecek, şu an kestiremiyorum.