İngiltere'nin 'ihtişamlı' ve 'kısa' tarihi
İletişim Yayınları’ndan çıkan 'İngiltere’nin Kısa Tarihi', adı gibi “kısa” ve adından beklenmeyecek ölçüde ayrıntılı. Çalışma ile beraber okur, sıkı dokunmuş bir siyasi perspektif elde ederken, aynı zamanda İngiltere’nin kültürel dokusuna da hakim oluyor. Bu noktada Simon Jenkins her ne kadar iyi bir kılavuz olsa da, aslında bu perspektifi şekillendirmeyi, tabiri caizse “son dokunuşları” okura bırakıyor.
Büşra Uyar
Tarihin hem ideolojileri desteklemek hem de fantazyayı daha da dallandırıp budaklandırmak için durmadan dönüştürüldüğü, yeniden yazıldığı zamanlardayız şimdi. Bu girişimi her yerde görmek mümkün: Siyasi figürlerin konuşmalarında, popüler kültürü kolayca avucuna alan yapımlarda ya da her yaşı kapsayan geniş bir kitlenin oynamayı tercih ettiği mobil oyunlarda... Sıfırdan inşa etmenin ve ikili tercihler üzerinden, tarihten ziyade “entrikadan” sağ çıkabilmenin ekseninde şekillenen oyunlar bunun en büyük örnekleri.
Tarih, sınırları doğru çizilerek, sistemli ve ayrıntılı bir şekilde merak konusu haline getirilirse belki hiçbir kurmacanın aşık atamayacağı karakterleri, olayları ve süreçleri bahşedebilir bize. Bunu yaparken ayakları da neden-sonuç ilişkileriyle bağlandığı 'şanlı yer'den kesilmez. Bu açıdan, hiç durmadan gelişen, dönüştüren tarihin kalıcı/uçucu yapısı da efsunlu bir merak ve ilham konusudur yüzyıllardır.
İletişim Yayınları’nın “Kısa Tarih” kitapları, sınırlandırdığı spesifik konular dahilinde, bu efsunlu, ilham verici yapıyı okur için görünür ve anlaşılır kılmaya çalışıyor. Julian Casanova imzalı 'İspanya İç Savaşının Kısa Tarihi' ile başlayan serinin son halkasını ise Simon Jenkins’in incelikli çalışması 'İngiltere’nin Kısa Tarihi' oluşturuyor.
Dünyanın büyük kısmı İngiltere’nin güçlü bir ülke olduğunu kabul eder, açık konuşmak gerekirse İngiltere de bu konuda hiçbir zaman özgüven eksikliği duymamıştır. Başka ülkeler -kısa- zaman içerisinde gelişmiş ve çağı ondan daha iyi yakalayabilmişken dahi İngiltere hâlâ kendini en önemli güçlerden biri olarak görür. Bu, politikada, sanatta ve sosyal hayatta da böyle işler.
Bu ülke aynı zamanda dünyaya “soğuk” ve karizmatik bir estetik de bahşeder şüphesiz. Gözümüzü kapattığımız anda belki hepimiz için aynı şekilde oluşuyor resim: Grilerin, soğuk mavilerin hakim olduğu coğrafya ve mimariler, disiplin ve zarafeti aynı potada eritebilmiş yönetimler, “sıcak” olmamasına rağmen her daim baştan çıkaran yüz ve sesler... Ancak tüm bunlar hızlıca kurgulanmış bir stil olarak geçiştirilemez elbette. Zira stili, yıllar yılı ikonlaşmış duruşu idrak edebilmek için İngiltere’yi ve içinde bulunduğu girift coğrafyayı idrak edebilmek de son derece önemli.
Bu açıdan 'İngiltere’nin Kısa Tarihi', çok önemli bir meseleyi hallederek koyuluyor işe: Çalışmasını sınırlandırıyor. Böylece 'İngiltere’nin Kısa Tarihi', Britanya Adaları’nın ve “Avrupalı” olmanın genelleştiriciliğinden sıyrılarak özünü korumayı başarıyor. Zira Jenkins’in de ifade ettiği üzere Britanyalı ya da Avrupalı olmak özünde bürokratik, yasal bir süreçken; İngiliz olmak ya da salt İngiltere’nin dinamiklerini anlamaya çalışmak bambaşka bir özveri istiyor.
Böylelikle Jenkins’in önderliğinde, İngiltere’nin tarihine giriş yapıyoruz. Anlatıyı 5. yüzyıldan başlatan Jenkins, çalışma boyunca kronolojik düzeni korumayı tercih ediyor. Siyasi figürlerin tarih sahnesinden hızlıca geçip gittiği, işgallerin ve savaşların durmadan aktığı bu yoğun tarih serüveninde yazar yine isabetli bir teknik tercihte bulunuyor: Okurun dikkatini her daim odakta tutabilmek ve ona nefes alma imkanı tanımak için çalışmasını olabildiğince küçük, tematik parçalara bölüyor.
Bu teknik yönelimlerin ne kadar faydalı ve işlevsel olduğu kısa sürede okur için anlaşılır hale geliyor. Zira 'İngiltere’nin Kısa Tarihi' ilk sayfalarında okuru zorluyor, ancak sonrasında mükafat gecikmeden geliyor. Okurun bu noktada haklılık payı da var tabii, neticede tarih anlatımı aslında çok parçalı bir yapbozu sabırla tamamlamak. Dolayısıyla Jenkins de önce okur için yapbozun dikdörtgen zeminini seriyor yere ve köşede yığılmış, “göz korkutan” parçaları renkleri ve köşelerine göre gruplandırdıktan sonra tek tek yerleştirmeye başlıyor. Kronolojik akan zaman ve yapbozu tamama erdirmenin -ister istemez- düzenli doğası, kısa süre içerisinde İngiltere portresini görünür kılıyor. Saksonlardan, İngiltere’nin karanlık topraklarda “doğuşuna”, iç savaşlardan ülkenin büyük bir kısmını yok eden vebalara, monarklardan halkın isteklerini eksenine alan yönetim şekillerine, dahil olduğu imparatorluğun sömürgesini “en güçlü rakip” olarak karşısında görmesine uzanan bu süreç dikdörtgen zeminde giderek belirginleşiyor. Böylelikle okur nihayet, yakın tarihten aşina olduğumuz, bizi “doğrudan” ilgilendiren İngiltere tarihini kendi tarihimizle karşılaştırma fırsatı buluyor. Aynı zamanda, eğitim sistemimizde Fransız İhtilali ile beraber ezbere söylenen ama hiçbir zaman tam anlamıyla odaklanılmayan Sanayi Devrimi'nin öncesi ve sonrası da, 'İngiltere’nin Kısa Tarihi'nde kaleme alınıyor.
Dünyanın en güçlü ülkelerinden biri olarak kabul edilen İngiltere’nin tarihine böylesine kapsamlı şekilde odaklanma fırsatı bulmak, dünya tarihinin bugününü anlamayı da kolaylaştırıyor. Ancak Jenkins’in anlatımıyla beraber ülkenin yalnız siyasi yapısı şekillenmiyor; aynı zamanda şatafatlı tarihin bugünü estetize eden mimarisi, bozuk paralar ya da pullar üzerinde “hatırlamak istedikleri”, tarihin ilk anayasası Magna Carta’nın ilham kaynağı olduğu hukuk ve düşünce sistemleri; dolayısıyla “kültür” de dallanıp budaklanıyor. Bu dallardan en önemlisi de, şüphesiz ki İngiliz Edebiyatı. Dünya edebiyatını doğrudan etkileyen ve çoğu doğal okur tarafından “anlaşılmaz” ya da “sıkıcı” olarak yaftalanan William Shakespeare, Daniel Defoe, Jonathan Swift gibi edebiyatçıların aslında siyasetle, dolayısıyla tarihle ne kadar iç içe olduğunu hatırlatıyor okura Jenkins. Eh, bunun “kısaca” hatırlatılması bile, meraklı okur için binlerce kapıyı aralayabilecek bir itici güç.
İletişim Yayınları’ndan çıkan 'İngiltere’nin Kısa Tarihi', adı gibi “kısa” ve adından beklenmeyecek ölçüde ayrıntılı. Çalışma ile beraber okur, sıkı dokunmuş bir siyasi perspektif elde ederken, aynı zamanda İngiltere’nin kültürel dokusuna da hakim oluyor. Bu noktada Simon Jenkins her ne kadar iyi bir kılavuz olsa da, aslında bu perspektifi şekillendirmeyi, tabiri caizse “son dokunuşları” okura bırakıyor. Bu, tam da Jenkins’ten bekleyebileceğimiz bir hareket, zira Jenkins tarihi, “Düz bir kronolojiden fazla bir şey, sebep ve sonuçlar zincirindeki halkalar” olarak görüyor. Eh, bu zincirin en önemli halkası ve tasarımcısının “biz” olduğu, tabii ki dikkatinden kaçmamış olmalı!