Temmuz'a yakılan bir ağıt
Gazeteci-yazar Cenk Mutluyakalı, geçtiğimiz hafta Kor Yayınları etiketiyle okurla buluşan romanı 'Salıncak'ta sakladığımız, belki de unuttuğumuz ama acısı taze bir mücadelenin izini sürüyor. Zaman zaman insanın kendisiyle, çocukluğuyla, sınırlarla, bayraklarla, hatta sokak isimleriyle, aldatan arkadaşlarla ama en çok geçmişle/geçmeyenle, zamanla verdiği bir kavgadır bu. Nereden baksak her cümlesiyle okuruna tanıdıktır 'Salıncak', acının ardından yakılan her ağıt gibi...
Ezgi Örnek
Tüm bayraklar yırtılmış bütün zamanlar boyunca,
ve bir tek olsun yok bir balkona dikilmiş yarıya indirmek için.
Yannis Ritsos
Vicdanını yitirmiş bir çağda savaşlardan geriye kalan iç çatışmasıdır insana. Asıl savaşlardan sonra başlar daha büyük yıkımlar; zorunlu göçler, gönülsüz sürgünler, yurt ve kimlik arayışları, bellek kayıpları, çocukların kayıp oyuncakları. Cenk Mutluyakalı, geçtiğimiz hafta yeni çıkan raflarında okurla buluşan romanı 'Salıncak'ta sakladığımız, belki de unuttuğumuz ama acısı taze bir mücadelenin izini sürüyor. Zaman zaman insanın kendisiyle, çocukluğuyla, sınırlarla, bayraklarla, hatta sokak isimleriyle, aldatan arkadaşlarla ama en çok geçmişle/geçmeyenle, zamanla verdiği bir kavgadır bu. Nereden baksak her cümlesiyle okuruna tanıdıktır Salıncak, acının ardından yakılan her ağıt gibi.
Geçtiğimiz yıl “Barış Gazeteciliği Ödülü”nü alan Cenk Mutluyakalı, Kıbrıs’ın çok dilli sokaklarına ve oyuncakları elinden alınan çocuklara armağan etmiş kitabını. Belki tüm bu kaos bir gün biter diye sahibini bekleyen boş bir salıncak bırakmış okura. Kor Kitap tarafından basılan 'Salıncak', yirmi bir kısa bölümden oluşuyor. Kitapların basımının durdurulduğu ya da ertelendiği, kitabevlerinin vitrinlerinin boş kaldığı, zihinlerin bulanıklaştığı bu süreçte tarihi sorgulayan, sarsıcı bir şekilde bunca yıl sonra Kıbrıs Temmuz’una dönen, 1974’ü anan, bir yanı hep esir kalanlara özgür dilde bir roman Salıncak. Belki de zamanlaması açısından şaşırtıcı, hem yazarın hem yayınevinin risk aldığı bir kitap olmuştur. Ancak emin olduğumuz tek şey, kapanmayan her yaraya insan elinin gittiğidir. Bir ilk roman olmasının ötesinde kitaba sorulacak birçok soru var okur için. Önce belki yazarına, “Tam da şimdi neden Salıncak?”, demek. Sonra başka sorular. Çünkü sorgulayan, arayan, sürükleyen bir roman 'Salıncak'. Bugünün bir benzeri var mı diye yokladığımız geçmiş ya da bugüne çare olur diye yaptığımız gelecek planları arasında bu kez başka bir niyetle yolculuğa çıkarıyor okurunu yazar. Kaldı ki bence romanın asıl sorusu henüz bu yolculuğun başında beliriyor: “Geçmişten kaçmak mı, geçmişe varmak mı?”. İlk bakışta tarihi roman sınıflandırmasına dâhil edilmeye çalışılsa da tarihi romanların barut kokusu, buhranlı havası yok 'Salıncak'ta. Aşkın, burukluğun, acının, dostluğun, bir kuşağın dönüşüm hikâyesi var. Kitabın tüm yapısı bu hikâyeyle belirmiş, her işçilik bütünselliğe hizmet etmiş ve onu korumayı başarmış gibidir.
Kitapçı gözlemiyle söyleyebilirim ki; bir romanın tercih edilme sebeplerinden biri okurun uzaklara, çok uzaklara gitme arzusudur. Ancak bu çoğu zaman okurun da bile isteye düştüğü bir yanılgıdan ibarettir; uzaklarda da tanıdık bir şeyler bulma isteğidir bu biraz. Çünkü yaşanmışlıklar benzerlik gösterir ve uzağın yakından pek de farkı kalmaz o zaman. Bu romanın cezbedici yanı da budur biraz. Yazar, Kıbrıs’ta, Larnaka ile Kerinya arasında zaman yolculuğuna çıkarır okurunu. Roman kişisiyle biz de üzerine beton dökülerek yok edilmeye çalışılan bir tarihin peşine düşeriz. Aslında bildiğimizi anımsar, yad ederiz. Farklı olan; Kıbrıs meselesine aynı anda birden çok gözle bakılmasıdır. Romanın büyüsü de buradadır aslında. Ne kaybettiğini anımsamaya çalışan bir yetişkini tanıyarak başlarız okumaya. Çocukluğuna ineriz onunla, sınırları, barikatları geçer, savaş sonrasını hatırlamak için, ne yaşadığını bulmak için evine gideriz. 74’te esir düşürülerek Türkiye’ye getirilen ve çeşitli cezaevlerinde tutulan bir babayı tanırız. Onunla Kıbrıs’ın o kanlı Temmuz’una döneriz, bir de ondan dinleriz. Kıbrıs’ta nefretten uzak yetiştirilmeye çalışılan bir kuşağı gözlemleriz. Sahip olmadığı, bahçesini ekmediği bir eve yerleşen, yaşamak için buna mecbur kalan başka bir babayla tanışırız bir de. Karma kültürel yapıyı bu meselede hem anlatıcı hem dinleyici yapar yazar. Karşıdan bakmak, empati kurmak şaşırılan ama öykünülen bir şey olur böylece. Savaş sonrası yağmalanan her şeye rağmen, elden alınan oyuncaklara, büyüdüğünüz evlere başkalarının yerleştiğini, yataklarınızı aldıklarını bilmenize rağmen hıncın karşısına insani bir duygu yerleşiverir. Salıncak, hangi tarafta olduğu, hangi dili konuştuğu fark etmeksizin başka bir çocuğun da sallanması için yapılmıştır aslında. Yaşanmış, tarihi, siyasi olayları, en kötüsü savaşları kaleme alırken kritik noktalardan biri objektifliği yakalamak olmalıdır. Öyle ki taraf tutmayı bilmeyen, birbirinden habersiz aynı salıncakta sallanan iki çocuk bakışıyla yakalamıştır yazar bunu. Roman, ne kadar yitirilenlerle başlasa da asıl meselesi kayıpları kazanıma dönüştürmektir. Alıştığımız bir şeyin tersine inandırmak ister gibidir bizi. Bu nedenle okurken yalnız romanın akışında sürüklenmek değil, kendi yaşam akışımızda da sorguya düşmektir muhtemel son. Kaldı ki bu acıklı, tanıdık hikâye içimizi ısıtarak biter. Romanın odağında varoluştan bu yana üzerinde durulan; hınç, yas, yüzleşme, yabancılaşma, inanç, öteki, acı, öfke gibi birçok kavram vardır. Ele aldığı mesele gibi iç yapısı da katmanlı bir roman Salıncak. Her kavramın dönüşümü, aşamalı işlenmiş, bellek bilincinin yaşamdaki önemi hatırlatılmıştır çok kez. Salıncak, okurunu tüm bunlarla yüzleştirirken can yakmayan bir naifliğe sahip aslında. Ama yine de sormadan edemiyoruz: Şart mı bu? Tüm kara parçalarında önce yitirmek kendini, sonra kazanmak kimliğini?