Berlin Duvarı'nın yıkıntıları arasında kırık kalbiyle dolaşan bir suikastçı
Kleo'nun iki temel dayanağı bulunmakta: İcrada şiddet ve kahramanın yolculuğu. Netflix’in dizisi klasik anlatı, kültürel bakımdan ise ağır ve gerçekçi şiddet sahnelerine dayanıyor.
Netflix'in "bölünmüş Berlin" fantezisine yaslanan dizisi Kleo ilk sezonuyla kataloğa eklendi. Hanno Hackfort'un yazıp Viviane Andereggen ile Jano Ben Chaabane'nin yönettiği dizi Doğu Almanya için çalışan, sevimli bir o kadar ölümcül ajan Kleo'nun hikâyesine eğiliyor. Kleo'da siyaset ve entrika ilişkisi bir kez daha öne çıkarılırken duvara inen balyoz darbelerinin şaşkınlığına bir intikam koşusunun adımları eşlik ediyor.
Kleo Straub (Jella Haase) dededen Leninist bir Doğu Alman ajanı, öyle ki kod adı muhbir torun! Oldukça genç ve toy henüz, oyun oynar gibi rejim düşmanı öldürüyor, amiriyle gönül ilişkisine girip hamile kalabiliyor. Demokratik Alman Derin Devleti olarak değerlendirebileceğimiz, "şirket" diye anılan bir örgütün (Stasi) gayriresmî çalışanı. Kısacası dağlarda yılan yiyenlerin gizli geçitlerde lağım farelerine minik sandviçler dağıtan versiyonu...
Rejim dışarıdan dertsiz tasasız görünür, Kleo ise takır takır eylem yapıp gündüzleri bir teyp fabrikasında çalışırken ne oluyorsa oluyor işler tersine dönüyor. Batı'ya geçerek bir rejim karşıtını daha ortadan kaldırdığı son görevinde dolandırıcılık büro polisi Sven Petzold (Dmitrij Schaad) tarafından teşhis edilince açığa çıkıyor. Bunun üzerine devleti bir kumpas kurarak Kleo'yu içeri alıyor. Hapishane sürecinde bir kavgaya karışıp bebeğini kaybeden kadın üç yıl sonra Doğu-Batı kaynaşması "şerefine" ilan edilen bir genel afla çıkınca sahaya dönmeye karar veriyor. Elbette bu kez kendi sahasına. Üstelik alan genişlemiş! Şehrin öte yakasına geçmek için geçitlere gerek yok. Silahını ve dava dosyasını alan Kleo yine yalnız kalmıyor. Petzold bu kez afla çıkan siyasi mahkûmların dosyaları arasında görüyor Kleo'nun fotoğrafını ve üstüne vazife olmayan soruşturmayı derinleştiriyor. Batı'nın Doğu'yu yağmalamaya başladığı günlerde Kleo ile Petzold da hedeflerine kitleniyorlar.
HAFRİYATTAN FANTAZYA YÜKSELTMEK
Entrikası, savaş taktiklerinden cephe ardı koşullara, sıcak savaştan psikolojik harbe her türde en çok rağbet gören tarihsel aralık şüphesiz İkinci Dünya Savaşı. Son dönemde onun tahtına yine Almanlar, Doğu-Batı çelişkisi üzerinden göz diker oldu. İki büyük savaştan yenik çıkıp üçüncüsüne derhâl hazırlanabilen Alman efsanesine bir çiziği ise kutuplu dünyada Sovyetler'in yanında saf tutan Doğu Almanya atıyor. Kapitalizmin hırsı yerine üretmenin dinginliğini, daha bir insanlığı öneren Demokratik Almanya konu alındığı dizi ve filmlerde pek olumlu çizilmiyor. Daha fenası ise bu kültürün Batı'nın yanında aperatif biçiminde verilmesi. İkinci Dünya Savaşı anlatılarının şeytanı ve yeniği nasıl Almanya ise Doğu-Batı öykülerinde de şeytan ve yenik taraf her daim Doğu. Dolayısıyla ona vuruluyor ve Batı'nın cazip kültürel iklimi parlatılıyor.
Henüz ilk bölümde uyuşturucu ticareti, delidolu müzik geçiyor duvarı. Bu durum, "Doğu kapalı kutuydu, demokrasi götürülmesi şarttı" iddiasını savlıyor. Doğu öyle yabancı kalmış, uzaklaşmış ki "Batı" olduğunu unutmuş. Doğu-Batı çekişmesinin kültürel cephesinin ötesinde komşu olmaları ve basit bir duvarla ayrılmaları casusluk- şiddet girdabını öne çıkarıyor. Her iki taraf birbirine geçip (çok zor olmasa gerek) eylem gerçekleştiriyor. Kimi zaman terör, sansasyon amaçlı girişimler kimi zaman hedefe yönelik suikastlar yanı sıra bilgi toplama, izleme faaliyetleriyle casusluk ve şiddet girdabı şehri etkisine alıyor. Kleo, siyasal bir eşiğin kendine özgü sis perdesini aralarken duygusal ve toplumsal safhaları intikamının peşine düşmüş bir "kız çocuğu" vesilesiyle atlıyor, basitleştiriyor. Doğu Batı'yı cisimleştirmek ama aynı zamanda cisimleşmişi de yıkmaya hafriyattan fantazya yükseltmeye kalkışan bir dizi izliyoruz.
ALMANLARIN BİR ANDA GELEN SICAK DENİZLERE İNME ARZUSU
Bu ara başlığı "Fantazyalar Âleminde Sırada Bir Gün" olarak atabilirdik! Doğrusu dizi baş karakterinin çocuksuluğunu kullanarak fantastik bir anlam kazanıyor. Evvela melodik bir Almanca konuşan tatlı dilli bir kadın söz konusu... Bu karakteri bu işten hiç anlamayan bir senaristin kâğıdına koyun, izlenir bir şey çıkarır. Yahut bir yönetmenin böyle bir karakteri yönetmesi için usta olmasına falan gerek yok! Hâlihazırda şiddet, casusluk, aşırı yüklenip artık aksiyona geçmiş bir femme fatale, yahut daha genel ifadeyle "analık", sevdaluk" kimliklerine el konup düzen dışına itilmiş, "kontrol dışı" bir kadın, bir çeşit kontr tanrıça her daim çalışır. Kaldı ki Kleo'nun çocuğunu düşürmesi, bir daha çocuk sahibi olamayacağını öğrenmesi ve cinsel beklentilerden kaçınarak bir yer yatağını genç bir Batı Alman erkeğiyle paylaşması doğurmaya değil öldürmeye yönelmiş kadın figürünü vurguluyor.
Bu ilk fantazyayı, demince yukarıda andığımız, toplumsal etkileşimi devre dışı bırakarak tüm o debdebeyi ikonik dokunuşlarla halleden; hamburger, tekno müzik ve uyuşturucu aracılığıyla koca bir siyasi hattı çökeleğe çeviren siyasi fantazya izliyor. Tamamlayan ise klişeler. Mesela KGB ajanı var, elbet derin derin meseleler gırla, saklanan dosyalar vesaire... Biz seyircinin gerçek hayatta yolunun kesişmeyeceği yığınla şey, kimse, mekân... Mesela Mallorca! Başka bir fantazya... Almanların sıcak denizlere inme rüyasının bir sonucu! Hatırlarsanız yine bol kanlı, casuslu bir diğer Netflix yapımı Jaguar'da da Akdeniz sahillerine kaçan bir Nazi komutanı vardı. Kleo'da ise bir Doğu Alman albayı dünya görüşüne ihanet ederek aynı yolu izliyor ve Mallorca'ya geliyor. Eh Kleo durur mu o da damlıyor peşi sıra. Bitti mi, bitmedi! Petzold da takılıyor onun kuyruğuna.
Böylece Alman Akdeniz koridorunda küçük çaplı bir insan akını yaşanıyor. Bu noktada Almanların da Ruslarla aynı kefeye konduğunu, soğuk oldukları yönünde bir soğuk damgayla ayrıştırıldıklarını söylemek mümkün. İspanyolca ile Almancanın kabalığı, esmer ve egzotik Akdenizlilik ile sarışın bakışlı gönül donduruşlu yüz hatları nötrlenmek istenmiş lakin göründüğü gibi değil. Kleo Almancasını fareli köyün kavalcısının o sevgi dolu enstrümanı gibi kullandığından ölümcül bir masaldan sim serpiyor seyirciye.
TERMİNATÖR’E DÖNÜŞÜRKEN…
Tabii konu at koşturacak kadar geniş, dönüş yolları daima açık olunca hata yapmaktan çekinmiyor senaristlerimiz. Ufak tefek mantık hataları izliyoruz. Kleo'nun kontrolden çıkışını üç noktada temellendirebileceğimizi düşünüyorum.
Dedesinin ve kimliğini inşa ettiği kurumun ağır ihaneti, birleşen Berlin ile birlikte değişime ayak uydurmak veya diremek yerine yokuş aşağı boşa alma metodu... Son olarak ise çocuğunu yitirmek. Kısacası çocuk bu tür dizilerde hep bir çıkış bileti görüldüğünden yine aynı işlevi yerine getirmiş. Son bilet biçiminde niteleyebileceğimiz, üstelik ölümcül ve çocuk ruhlu bir kadının "ıslahı" anlamında da son ihtimal olan çocuk ortadan kalkınca Kleo başka bir faza geçiyor, canilik dozunu artırıyor. Ancak çocuk bu kadar önemliyse Kleo neden cezaevi avlusunda kavgaya karışıyor. Kendine çok mu güveniyor? Ruhsal açıdan yıprandığı için önceliği gebeliğe mi vermiyor? Ya da çocuğunu karnında mı unutuyor!
Bu basit mantık uyuşmazlığının yanı sıra her şeyin müthiş derecede denk geldiğini görmekteyiz. Casusluk anlatılarında bu tür denk gelişlere pek takılmamak gerek fakat iş o dereceye varıyor ki insan sorgulamadan edemiyor. Anlatıyı hızlandırmak amacıyla pürüzler kaldırılınca intikam kusursuz bir hâl alıyor ancak çatışma da zayıflıyor. İlk bölümlerde bağlı olduğu birimi tepeden tırnağa ortadan kaldıran yavaş yavaş asıl hedefine yürüyor, asıl kumpasın içine çekiliyor. Bu hızlı ve sıkıntısız temizlik süreci karakteri parlatırken anlatının gerçeklerle son bağını da koparıyor.
ŞİDDETLE ÖZDEŞLEŞMİŞ KAHRAMAN
Kleo'nun iki temel dayanağı bulunmakta: İcrada şiddet ve kahramanın yolculuğu. Netflix’in dizisi klasik anlatı, kültürel bakımdan ise ağır ve gerçekçi şiddet sahnelerine dayanıyor. Tarantino'nun Inglourious Basterds (2009) filminden itibaren Almanlardan sorulan hesap anlatılarında şiddet, yalın ve yüksek tonda kullanılıyor. Burada elbette yüksek tonun yalınlığı boğan grotesk ve hilekâr bir yanı da var. Kleo da suikastın ve göğüs göğüse çarpışmanın biçimini gururla sunuyor!
Kafayı çiviye geçirip maktulü duvara asma, balon balığından elde edilen zehri oralara buralara zerk etme, havuz kenarında düşman patlatma (nispet yaparak değil, bomba yaparak!), camdan fırlatma, dedeyi bahçeye gömme vb. ihtiyaca göre düşünülüp uygulanmış zengin şiddet ve yok etme eylemleri dizide öne çıkıyor. Yine de bu sahnelere sert diyemiyoruz çünkü suikastçının intikamı fantazyasına hizmet ediyorlar.
Buna rağmen gerçek hayatta ağır çekim yoktur düsturuna Kleo'da rastlıyoruz. Şiddet çoğu zaman öyküleyici ezgiler ve Kleo'nun melodik sesiyle stilize ediliyor, yine İspanya ve Şili toprakları egzotik bir atmosfer sunuyor. Kleo, Jaguar örneğindeki gibi şiddeti gerçekçi ile stilize arasında bir yere konumlandırarak siyasi fantazyadan da rol çalmıyor.
OMUZLARDA PIRPIR, KIÇTA SLİP DON...
Kleo, bir Doğu Almanya çöküş masalı; daha doğrusu bir gerçekliğin fantastik çıktısı. Abartılı, masalsı, çarpıtmalı; öyle ki tarihi yeniden yazıyor! Tarantino'nun Inglourious Basterds'ı ile bir ortaklık daha... O ölçüde bir dönüm, olmuşu değiştirme çabası izlemiyoruz fakat ideolojik bir sefalet betimi söz konusu... Doğu aciz ve çürümüş, Batı da altta kalır değil... Böyle bir denge kurulmuş ama dostlar alışverişte görsün diye kurulmuş.
Seyirci Doğu'yu, Batı'da alışverişte görürken Batı koca ve sakar çocuğa benzetilmiş. Güçlü, kararlı hatta şefkatli... Ama bir yandan o da kendi Batı'sına teslim olmuş durumda, işi uyduluğa değin götürmek isteyenler var. İstihbarat savaşları işte böyle bir yüzü aydınlatıyor. Bu basit bir ifade. Ne denir? Yıllarca izledik, yıllarca da izleriz. Ancak dizide Batı malı kola ve arabaya eşlik eden tekno müzik atmosferi biraz olsun değiştiriyor.
Sovyet Rusya'sında Metallica konserinin çarpıcı bir etki yarattığı kabul edilirken (yine Batı kaynaklarınca elbette), bu değişimin duvarı tekno ile aşması. Thilo'nun (Julius Feldmeier) başka bir gezegenden dünyaya tekno müzik getirmek gibi ulvi bir görevle donandığını ileri sürmesi. Dünyaya barış getirme söylemiyle alay ediyor. İnce bir espri saymasak da ortamı ısıtmış. Buradan dizideki müziklere bağlanabiliriz. Tekno müziğe Inti Ilimani ezgileri karışıyor. Marşlar ve hareketli parçalarla tempoya ayak uyduruluyor. Aslında müzik de gizli başrol olarak boy göstermekte...
Kleo'nun geneline baktığımızda ise hem atmosferin iyi kurulduğunu hem temponun doğru ayarlandığını görüyoruz. Zaten kadın baş kahramanın intikamı gibi çekici (ve erkek seyirciyi tavlamaya dönük) bir çıkış noktasından hareket edip aksiyon türüne ve casusluk faaliyetlerine yaslanması diziye ciddi bir avantaj sağlıyor. Kleo bu avantajı heba etmeyerek elini iyi açmış. Üstelik tanıdık bir bakış açısının (Batı'nın üstten tavrını) sıkıcılığını ironik ögelerle bastırmış. Örneğin Thilo karakterinin altta slip don, üstte Doğu Alman üniforması ile gezmesi, Doğu'ya saldırıyı zaman zaman karikatürize bir zemine çekmesi yahut her siyasi kovalamacaya yakışacak şekilde kırmızı bir valizin peşine düşülmesi diziye mizah katıyor. Tabii dönemin vatkalı ceketleri, bol kesim eşofmanlar, devlet dairelerden caddelere doğru esen "değişim" rüzgârı da cabası... Tüm bunlar bir perspektif kazandırıyor anlatıya. Bizim Batı Almanya'da düzenimiz var kızım!
Dizide intikamlar alınıyor, gizli servisler devreye giriyor; genç, dinamik ve kana doymayan bir suikastçı bir bakanlığın üst düzey kadrosunu sıraya diziyor. Yetmiyor Mallorca'ya gidiliyor, Şili Santiago'ya gidiliyor, gezilip tozuluyor nedir ki günün sonunda siyasi mesaj oldukça cılız ve belirsiz veriliyor. Olayların bağlandığı yeri ve yeni sezon için yakılan ışığı paylaşıp tat kaçırmanın âlemi yok fakat dağın fare doğurduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan Kleo'nun annesi ile yüzleştiği sahnede Batı'nın soğuk tarafını görmemiz ilgi çekici...
Özgürlüklerin aile bağlarına tercih edildiğine şahit oluyoruz. Doğu'nun sımsıkı bağlarla, zincirlerle özdeşleştirilmesi her türlü bağlanmanın Doğu için baskı anlamına geldiği, körelttiği ve bu bağlar kopmadan, değerleri reddetmeden özgürleşilmeyeceği kabulü dizide rast geldiğimiz sığ çıkarsamalar arasında... Daha önce değindiğimiz üzere tarihi biraz mizah biraz fantazyayla bükme çabası, kara propaganda yaklaşımı diziye renk katsa da bu rengin kırmızı boya üzerine rastgele boca edilmesi sırıtıyor kuşkusuz ve ilk sezon sona ererken "bizim Batı Almanya'da düzenimiz var kızım, yoksa niye yanınıza gelmeyelim" mesajı kalıyor akıllarda.
**
Jella Haase'nın performansına övgüyü sona sakladım. Yazıyı bağlarken Kleo karakterine ve icrasına kısaca değinmeli. Dizide oyunculukların bir kısmı vasatken başroller iyi iş çıkarmışlar. Petzold rolünde Schaad üzerine düşeni yapıyor. Yine Thilo'da Feldmeier dizinin çocuksu tarafını beslemekte. Ancak Kleo'yu canlandıran Haase, Kill Bill'deki gelinin uçarı bir yorumunu gayet doyurucu bir biçimde sergiliyor. Öncelikle karakter üzerine oturmuş. The Handmaid's Tale'ın başrolünde izlediğimiz Elisabeth Moss'u andırıyor Haase.
Onun gibi soğuk bir yüze sahip fakat bu soğukluğu, ses tonu ve şımarık davranışlarıyla kararında tutarak serinkanlı ve politik katilin dalgalanmasına bağlamayı başarıyor. Siyasi yönü zayıf bir karakteri canlandırırken bu açığı da duygusal karmaşayla kapatmaya çalışıyor. İyi bir seçim olmuş.
Kleo gerek temposu gerek yaratılan atmosferi ile çekici ve sürükleyici bir yapım ancak asıl kozu, hayli tanıdık ve basit bir karakterin icrasında maksimum verim sağlaması. Niyetiniz hafta sonunu televizyon başında geçirmekse Kleo’ya bir şans tanınabilir. Doğu Almanya’ya kara çalan politik vurguları görmezden gelerek, mantık hatalarının üzerinden atlayarak hedefinize ulaşabilirsiniz.