Konaklardan Babıali’ye oradan mahpusa: Suat Derviş
"Suat Derviş’i iki kelimeyle anlat deseniz: İsyan ve mücadele derim. Varlığına, geçmişine, girdiği her çevrede pek çok şeye isyan etmiş, ses çıkarmış. Alternatifleri düşünmüş ve onları olası kılmak için de mücadele etmiş bir kadın."
Osmanlı döneminin itibarlı ve müreffeh bir ailesine doğmuş, Avrupa’da büyümüş, kuşağına mensup birçok kız çocuğundan farklı olarak iyi okullarda okumuş, bir mesleği ve sözünün hükmü olmuş, ülkeden ülkeye gezmiş, birden çok Batı diline vakıf bir kadın Suat Derviş. Yine birçok kadın yazar gibi, adından ve yaygın şöhretinden yola çıkarak onu erkek sanan ve sadece Fosforlu Cevriye’nin beyazperde versiyonuyla sınırlı bir üretimi olduğunu düşünen kayda değer bir kesim vardı yıllarca. Oysa gazeteciliğe ve tefrika yazarlığına başladıktan sonra, erkeklerin hakimiyetindeki Babıali’de kendini ezdirmediği gibi, epey de itibar görerek sürdürmüş mesleğini. Kendi hayatından ve hayatındaki önemli insanlardan izler taşıyan roman ve hikayeleri çok ilgi gören tefrikalar halinde yayımlanmış. Ta ki komünist olduğunu açık edene ve toplumcu gerçekçi bir tavırla yoksulluğu, çarpık kentleşmeyi, baskıcı devlet politikalarını ortaya seren söyleşiler yapıp yazılar yazana kadar.
Tek parti döneminin baskısından kaçıp Paris’te yaşarken Aragon, Eluard, Romain Rolland ile dostluk edip, onların da desteğiyle yazarlık mesleğini orada da devam ettirmiş Derviş. İstanbul’a dönüşte onu yoksulluk, hastalıklar ve vefasızlık karşılamış. Buna rağmen mücadelesinden vazgeçmemiş. Liz Behmoaras’ın onun hakkındaki kitabının girişinde alıntıladığı, bir dönem sevgili, sonra arkadaş olduğu Nazım Hikmet’in ona atfettiği şiirinin bir dizesinde isabetle vurguladığı gibi, “erkekler ancak onun gölgesini çiğneyebilmişler.”
Eda Yiğit’in küratörlüğünü, Suat Derviş eserlerini arşivlerde keşfedip editörlüğünü de yapan Serdar Soydan’ın araştırma sürecini üstlendiği, Seval Şahin’in danışmanlığında gerçekleştirilen “Ben Yazar Suat Derviş’im” sergisi vesilesiyle bu eşsiz yazarı hep birlikte konuştuk. Sergi, 30 Eylül’e kadar İstanbul’da, Sanat Kritik’te görülebilir.
F.Ş.C.- Uzun yıllardır eserleri yayımlanmış olmasına rağmen Suat Derviş’e neden son zamanlarda çok daha fazla ilgi var sizce?
Seval Şahin-Derviş’in giderek kabul ve merak edilen bir yazar olmasında kadın olmasının büyük etkisi olduğunu ve bunda Türkiye’deki feminist hareketin de etkili olduğunu düşünüyorum. Biz etkinliklerde kadınlarla birlikte çalıştık. Kadınlar büyük bir coşkuyla Suat Derviş’e sahip çıktılar. Eda Yiğit başta olmak üzere. Paneller, podcastler, sempozyum. Bunların yüzde 90’ı kadınlar sayesinde oldu. 50. ölüm yıldönümü anmalarında müthiş bir kadın dayanışması örneği gördüm. Çok etkileyiciydi benim açımdan da. Başka bir yazar için bu kadar büyük bir coşku olur muydu, bilemiyorum. Yayıneviyle de onu konuştuk. Mesela Kemal Tahir için aynısı olur muydu? Bu sadece yaygın tanınırlıkla ilgili değil. Bir kadının hakkını teslim etmek, tarihimizi onun tarihiyle birleştirip, birlikte düşünmek. Tabii ki Serdar Soydan’ın çabaları, eserlerin ortaya çıkarılması çok mühim. Fakat bu coşkuda kadınların çok büyük bir emeğinin olduğunu, o coşkuyu Suat Derviş’le birleştirdiklerini düşünüyorum.
F.Ş.C.-Politik kimliğinin ve gazeteci-yazar olmasının da etkisi var belki.
S.Ş.-Evet, hem de aynı zamanda feminist, aktivist.
Serdar Soydan-Kadınların Suat Derviş’i keşfetmesi için Suat Derviş’in ortada olması gerekiyordu. Onu bilmeden keşfedemezdi kadınlar da. Suat Derviş’in kitaplarının dolaşıma sokulması, onun hakkında yazılıp çizilmesi gerekiyordu. Liz Behmoaras ve Osman Balcıgil’in kitapları da çok etkili bu süreçte. Behmoaras kitabın ismini de koymuş: Efsane Kadın. Bir efsane hatırlanıyor. İthaki ve ondan önce Oğlak ve Doğan Kitap’ın çabasını da unutmayalım. 2018’de bir Suat Derviş Sempozyumu yapıldı. O yıldan itibaren İthaki, Suat Derviş’leri ardı ardına basmaya başladı. Bir senede 10 Suat Derviş kitabı. Bu sırf görünürlük açısından bile çok önemli bir şey.
F.Ş.C.-Daha elinizde basılacak kitap var mı?
S.S.-Var. Her şeyi basmaya kalksak bir 30 cilt daha çıkar. Elimizde zaten 10’dan fazla roman hâlâ var. Romanlar bulunmaya da devam ediyor. Yeni takma adlarla ya da bilinen takma adlarla. 27 tane Suat Derviş çevirisi var. 3-4 cilt röportaj çıkabilir. 300’den fazla öykü var.
Eserlerini gazete ve dergileri tarayarak buluyoruz. Daha da taramaya devam ediyorum. Bireysel çabalarla, iğneyle kuyu kazar gibi arşivlere, kütüphanelere gidip cilt cilt gazete ve dergi tarayarak bulundu bunlar.
F.Ş.C.- Sergiyi yapmaya nasıl karar verdiniz?
Eda Yiğit-Ben sözlü tarihle uğraşıyorum. Aynı yerden filizleniyor hepsi. Seval Hoca sergi fikrinden ilk bahsettiğinde ben “Suat Derviş mi?”, deyip şöyle bir durdum. Hem korku duydum, hem de heyecan verici buldum. Ben sadece okuruydum, Seval Hoca ve Serdar’dan Suat Derviş’i dinleyince şok oldum. Nasıl bu kadar çok şey yapmış ve niye onu daha yeni konuşmaya başlıyoruz? Yazarlığın üstüne kurduğu koca bir hayat ve tamamen dirençle ve mücadeleyle… Hikâyenin buradan filizlenmesi çok etkileyiciydi.
Ben bağımsız küratörlük yapıyorum. Yerleştirme yaparken erkek ustalarla çalışmak, onlara Suat Derviş’i anlatmak çok çarpıcıydı. Hem sınıfsal, hem de cinsiyet kimliği bağlamında farklı kesimlerle karşılaşarak çalışmak çok etkileyiciydi.
F.Ş.C.- Suat Derviş’in mezarının olmaması çok etkiledi beni. İsmet Kür, Yıllara Mı Çarptı Hızımız? adlı anı kitabında Suat Derviş’in son günlerini anlatır. Son günlerini nasıl yalnızlık ve mahrumiyetlerle geçirdiği, mezarının olmamasını da açıklıyor maalesef.
S.S.-Tünel’e doğru, İstiklal Caddesi’nde bir hanın bir odasında kalıyor Suat Derviş. İsmet Kür, son günlerindeki gözlerini övüyor, “Hala gözleri ışıl ışıldı. Görememesine rağmen hala umut doluydu, isyan doluydu” diyor. Suat Derviş’i iki kelimeyle anlat deseniz: İsyan ve mücadele derim. Varlığına, geçmişine, girdiği her çevrede pek çok şeye isyan etmiş, ses çıkarmış. Alternatifleri düşünmüş ve onları olası kılmak için de mücadele etmiş bir kadın. Bu da siyasal yetke ve ana akım tarafından itilip kakılmanıza, hor görülmenize sebep oluyor.
Sergiye dönecek olursak, Suat Derviş hayatı boyunca oradan oraya sürüklenmiş, sürüklemiş insanlar onu. Öyle olunca da bir evrak-ı metruke bırakamamış geride. Yakın arkadaşı Neriman Hikmet’in bir yazısında vardı: Suat Derviş o kaldığı odada komaya girmiş halde bulunuyor. Kasımpaşa Deniz Hastanesi’ne kaldırılıyor tedavi için. Ve geride kalan tek şey, bir şeffaf dosya içindeki birkaç yazılı sayfa. Geriye kalan bir fotoğraf albümü yok, elyazması kitaplar yok, gazete küpürleri yok. Hatta sorulduğu zaman romanlarının isimlerini yanlış söyleyecek kadar yaratımına küstürülmüş, yaratımıyla, kökleriyle bağı koparılmış bir yazar figürü var karşımızda.
Sergi için büyük zorluktu bu. Diyelim ki, Orhan Kemal sergisi yapacaksınız. Bir müzesi var. Eşyaları, ona sahip çıkan bir oğlu da var. Suat Derviş’ten geri kalan ise hiçbir şey yok. Ama 60 kadar cilde kaynaklık edecek küpürler, röportajlar, öyküler, romanlar, çeviriler var. Sergi sadece bu materyalden beslenerek, büyük bir yaratıcı çabayla ve çok başarılı bir şekilde kuruldu.
F.Ş.C.- Sergiye oldukça büyük ilgi var, değil mi? Özellikle onun yaşadığı döneme ait bir daktilodan Derviş’e mektup yazmak, interaktif, güzel bir fikirmiş.
S.Ş.-Çok ilgi var. Ortalama günde 100-150 kişi dolaşıyor.
E.Y.- Güncel edebiyat ve sanat izleyicisinin dışında bir izleyici kitlesi olduğunu söyleyebiliriz. Suat Derviş’le tanışma arzusu yarattı sergi. Suat Derviş’i yakından tanıyanlar için yapıp ettikleri şaşırtıcı olmayabilir. Ama daktilo kısmına geldiklerinde şimdiyle geçmişi bağlayan bir deneyim yaşıyorlar. Suat Derviş’e bir şey yazmanın orda ruhu geziyormuş gibi bir duygu yarattığını da hissetmek mümkün. Çok dilli veya orda onun mekanını ziyaret ediyormuş gibi mektuplar vardı. Hüzünlü bir tarafı da var. O daktilo, Suat Derviş’in yaşadığı yıllara tekabül eden zamanlarda kullanılmış. Orhan Cem Çetin’in koleksiyonundan geldi. Hiç daktilo başına oturmamış insanlar için de ayrıca ilgi çekici oldu. Ses de çıkarıyor malum, bilgisayardan farklı.
F.Ş.C.-Serginin mekâna yayılışı da güzel. Şehri sergiye dahil etmiş gibisiniz. Derviş’in gezip dolaştığı yerlerdi belki oralar zamanında.
E.Y.-Mekânın kendi dinamiklerini kullanmak bizim için çok önemliydi. Derviş’in de Beyoğlu’nu yazdığını, o sokaklardan geçtiğini biliyoruz. Sergi mekânının pencereleri Avrupa Pasajı’na bakıyor. Pasajın içindeki heykeller görülebiliyor. Derya Ülker’in cam kalemiyle ürettiği iş tam o tefrikaların geçiciliğine gönderme yapan, başka bir mekâna taşınamayacak, salondaki heykelleri de dahil ettiği bir iş örneğin. Suat Derviş’in 6 farklı yapıtının içinden alıntıları oraya uyguladı. Emin Çelik, küçük bir odaya Fosforlu Cevriye’den bir enstalasyon çalıştı. Derviş’in uğradığı farklı ülkeleri haritaladı. Figen Aydıntaşbaş’ın işi 2017 yılında ilk olarak sergilenmiş. Zilbermann Galeri izniyle Eşref Yıldırım’ın portresi var. Derviş’i en iyi sembolize eden iş. Onun parçalanmışlığını, dağılmışlığını gösteriyor. O parçaları bir araya getirmek kadın dayanışmasıyla oldu diyebiliriz. Serdar’ın dedektifçe araştırması ancak bir tutkuyla olabilirdi. Dolayısıyla yaptığımız her şey onun tutkusunun üzerine yerleşiyor.
F.Ş.C.- Derviş’in ilk kez Fosforlu Cevriye ile tanındığını biliyoruz. Hatta isminden yola çıkarak erkek sananlar da vardı uzun zaman.
S.Ş.- Serdar’ın bir yazısında da belirttiği gibi, bir tefrika yazarının görünür olma stratejisi aslında yaptığı. Döneminde çok tefrika yazarı var. Günümüzdeki diziler gibi. Birinin diğerinin önüne geçmesi lazım. Bunun için de farklı stratejiler üretiyorlar. Bugün meşhur bir oyuncunun yer alması bir dizinin izleyici kitlesini arttırıyorsa, benzer bir refleks tefrika yazarlığında da var. Suat Derviş’in döneminde de gündemde olan, çok konuşulan, hatta dönemin siyasetinde de etkili olan bazı şeyleri, yazarlar hemen edebiyata dönüştürüyorlar. Çünkü bu onlara hem para kazandırıyor, hem de gazeteyi sattırıyor. Suat Derviş’in de yaptığı, tam da dönemin modası olan, okurların da ilgisini çekecek şeyi edebi malzemeye dönüştürmek. Yazarların gündelik hayatlarının edebi pratikle nasıl birleştiğini görmek açısından yazarların külliyatlarının yayınlanması çok önemli. Çöken İstanbul’un ilk cildinin yayınlanmasının ardından, Fosforlu Cevriye’deki birçok hikâyenin o röportajlarla birleştiğini gördük. Benzer bir refleks Sevgi Soysal’da da var. Cezaevi ve TRT’deki çalışma deneyimi edebiyata dönüşüyor. Derviş’in 30’larda 40’larda edebiyatçı kimliği içinde tefrikacılık da, roman yazarlığı da, gazetecilik de var. Benjamin’in bahsettiği, cinsiyetçi bir tarafı olan ama bir kategoriyi tanımlayan “edebiyat adamı” profili 50’lere kadar devam eden bir şey bence.
F.Ş.C.- Kendi ifadesiyle, hayatı hayalden daha fazla önemseyen bir kadın Derviş. Hayatı da bir dönemden itibaren çok zor olmuş. Mekân tutamadan yaşamış.
S.S.-Aslında çok şanslı da olmuş. Ağzında altın kaşıkla doğan bir insan. İç dünyasını bilemeyiz tabii. 30’larda Derviş Babıali’nin yıldızlarından biri. Dışlanmıyor. Hem iyi kazanan, hem de en iyi gazetelerde yazan birisi. Bir gazeteci olarak, bir konak kızı, bir iyi aile kızı Babıali’ye giriyor, üretmeye başlıyor. Çok devrimci, sistemin temeline dinamit koyan röportajlar yapıyor. Ama uzun bir süre bunu anlayamıyorlar. Türünün ilk örneği neredeyse. O dönem Selahattin Güngör, Hikmet Feridun Es, Naci Sadullah gibi röportaj yazarları var. Hiçbiri 30’ların ortasında Derviş kadar muhalif değil. Derviş, Babıali’deki röportaj janrının içinde bu kadar muhalif ses çıkaran ilk insan diyebiliriz. Bu açıdan gazeteciliği öncü bir nitelik taşıyor. 30’larda Cumhuriyet’te, Tan’da, Son Posta’da, Haber’de yazabilecek kadar popüler bir kalem. Telif ücretleri de çok yüksek. Her gazete idarehanesinde odası var. Onun unutulmuşluğu, yok sayılması 40’ların ortalarından itibaren. Özellikle Yeni Edebiyat soruşturması, 44 Komünist tevkifatı ve “Niçin Sovyetler Birliği’nin Dostuyum?” broşürünü hazırlaması ve bir kez daha mahkemeye çağrılması, bu üçünün arka arkaya gelmesi onun büyük bir itibar suikastına uğramasına yol açmış. O tarihten sonra imzası ve kalemi eskisi kadar kıymet görmemiş.
F.Ş.C.-Özellikle yoksul semtlerde yaptığı röportajlara sınıfını yansıtan gösterişli kılık-kıyafetle gittiğini söylüyorsunuz.
S.S.-O tam bir geçiş dönemi onun için. O kıyafetlerle yaşamaya alışkın bir kadın. Konaklarda büyümüş, palaslarda yaşamış, çok lüks bir hayatı olmuş. Avrupa’da eğitim görmüş. Bu röportajlar onun halkla tanışması, kucaklaşması.
Suat Derviş röportajlarında sürekli pis kokudan şikâyet ediyor. Biz bir mekânda uzun süre kalıyorsak, buranın kokusunu kanıksarız. Duymayız artık o kokuyu. Derviş bu röportajları yaptığında ve kaleme aldığında aslında bu ortamların pisliğine ve gerçekliğine alışık değil. O gerçekliği idrak etme sürecinde. Ve bu röportajlar bir idrak etme sürecinin ürünü. Derviş bu gerçekliği idrak ettikten sonra bir daha hayallerine geri dönemeyecek kadar etkisi altında kalıyor. Ve onun dünya görüşünü değiştirecek kadar önemli bir hâl arz ediyor bu yeni tanıştığı insanlar, seslerini duyduğu, duyurmak istediği, gazetelere röportaj dizileriyle soktuğu insanlar. Bir diğer yanı da şu: Derviş 1969 yılında bir gözünü kaybediyor neredeyse. Hiç göremeyecek kadar. Katarakt ve şekere bağlı gelişen bir şey. İçkiyi bırakması gerekiyor. Bir türlü bırakamıyor. Çünkü oradan oraya savruluş, çektiği acı, son yıllarda sevdiklerini kaybediyor, ablasını ve kocasını. Göz ameliyatı olmak için Rusya’ya gitmek istiyor. Çünkü Rusya’da iki kitabı çıkmış. O kitaplardan çok yüklü bir telif ödemesi var. Ama o zamanın telif yasasına göre o para gönderilemiyor. Yazarın gidip onu alması gerekiyor. 12 Mart’tan sonra pasaportuna el konduğu için Rusya’ya gitmek için çırpınıyor. Sonunda gidip ameliyat oluyor ama içmeye devam ediyor. Ameliyat hiçbir işe yaramıyor. Sonra Bulgaristan’a gidiyor. Fosforlu Cevriye’nin Bulgar baskısının telifini alıyor. Ve o telifle kendisine kürk alıp beş kuruşsuz Türkiye’ye dönüyor. Bu Derviş’in diğer özelliği. Hiçbir zaman çocukluğundan gençliğinden alıştığı konfordan, lüksten ve o estetik değerlerden ne olursa olsun vazgeçmiyor. Yani beş kuruşsuz bir yazar olarak, perdesi olmayan, yatağı yerde olan bir odada yaşarken gidip Divan’da pötifür yiyebiliyor. O onun kendisini ayakta tutma çabası belki de. Yani kökleriyle, çocukluğuyla kurduğu bir bağ belki de o kılık kıyafet. Öngörülemez bir kadın var karşımızda.
F.Ş.C.-Bu öngörülemezliği ve güçlü karakteri biraz daha açsak…
S.Ş.-Bu serginin başlığı Fatmagül Berktay’ın bir tanıklığı. Rasih Nuri İleri’nin bir anısını dinleyip bize aktarmıştı. TKP Kongresi’nde Reşat Fuat Baraner’in karısı olarak tanıtıldığında, ortaya çıkıp “Ben Suat Derviş” diye itiraz ettiğini biz anılardan falan değil, Fatmagül hocanın Rasih Nuri İleri ile yaptığı söyleşiden (1987) öğreniyoruz.
S.S.-Suat Derviş gençlerin hamisi oluyor 60’ların sonu 70’lerin başında. Sol hareketin bir veya iki sonraki kuşağını yetiştirmek konusunda ablalık yapıyor. Evini açar o insanlara. Yeni çıktı ortaya: 1946 yılında bir fabrikada işçiler greve gidiyor. Patron hepsini kovuyor. Suat Derviş bu işçilerin hepsini evine çağırıyor, gelin bende kalın diyor evsiz kalanlara. Ve birçok aile, yerde şilteler yayılarak, çarşaf ve yorganların üzerinde yatıp kalkmaya başlıyorlar. Ve Derviş bu yüzden kiracı olduğu evden atılıyor. O dönem evine aldığı ailelerin o zaman 6-7 yaşında olan çocuklarından birkaçı hâlâ hayatta. Evde koskoca kazanlarla yemek piştiğini, evde insanlara yemek dağıtıldığını anlatıyorlar. O dönem Derviş’in yasaklı olup az kazandığı dönemi. O dönemde bile kazandığı üç kuruşu bu insanlarla nasıl paylaştığını anlatıyorlar. 45 yaşında bunu yaptığında. Eşi hapiste. Sokakta kalan insanları toplayıp eve getiriyor. Onlarla ortak bir yaşam kuruyor. Bunu 70’lerin başında da devrimci gençlerle yapıyor. Bu onun karakterini ortaya koyan bir anekdot.
Funda Şenol Kimdir?
Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.
Selim Sırrı Tarcan: Bedeni ve zihni terbiye etmek 18 Ekim 2024
Batının vaatkar bedeni: Baraj Gazinosu’nun Avrupalı artistleri 04 Ekim 2024
Dişil enerji dedikleri ne ola ki? 20 Eylül 2024
Annemin karnıyarık tenceresi 30 Ağustos 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI