YAZARLAR

Konserler, konserveler ve son yaz günleri…

Kışı düşünerek konservelenmek kışın kasvetine capcanlı kırmızı bir yaşam devşirmek demek. Kışın ortasında pat diye bu yaz günlerini hatırlamak demek. Ölüme karşı yaşam! Kışın yaşam biraz da kavanozlarda sürecek.

Son yaz günleri şimdilerde… Bağbozumunun da son günleri, bundan sonra üzümler şaraba yatacak ve kırık bir güneş eşliğinde doğanın sahnesi artık narlara, ipte kuruyan biberlere, zeytinlere kalacak. Palamutlar yağlanacak, çilingir sofralarına konacak. Okul telaşının bu yıl alışık olduğumuz şekilde başlaması şehirlerin rutinlerini tekrar hatırlattı. Sokaklarda sırt çantasıyla koşturan çocuk görmeyi özlemişim. Yazlık yerler boşalıyor, şehirler görkemine kavuşuyor, ışık yumuşuyor. Sabah serinliği şimdilik hırkayla bertaraf ediliyor, yorganların çıkmasına daha vakit olsa da incecik pikeler dolaplara kaldırılıyor. Son yaz domateslerinden konserveler yapılıyor, pekmezler kaynatılıyor. Kışı düşünerek konservelenmek kışın kasvetine capcanlı kırmızı bir yaşam devşirmek demek. Kışın ortasında pat diye bu yaz günlerini hatırlamak demek. Ölüme karşı yaşam! Kışın yaşam biraz da kavanozlarda sürecek. Evler şansımız varsa sıcak bir yuvaya dönüşecek -yoksa kavanoza mı demeli-. İçe çekilen doğa, bizleri de kendi kuytumuza iliştirecek. İç dünyamızda da bir şeyler kış uykusuna yatacak, bir şeyler uyanacak. Kışa hazırlanmak ciddiyet ister!

Zor bir kışın ardından, zor bir yazdı yaşanan. Ülke yandı, ülkeyle beraber ciğerlerimiz de… Mümkün mü yanmaması? Memlekette iyi bir şey duymaya, görmeye gitgide hasret kalıyoruz. Kalem de yoruluyor böyle zamanlarda, ondan bu uzun aralar, affola… Yaşama uğraşı kolay değil, hiçbir zaman da olmadı. Kendi kabilelerimizi kurmak, iyiden ayrılmamak ve doğanın döngüselliğini gözlemek vitaminler, moraller veriyor insana, dayanabilme gücü sağlıyor. Her şeyin gitgide yabancılaşmasıyla tanıdık olana çekilmenin şifası var bir yerlerde biliyorum. Tanıdık olanı gerektiğinde bulup çıkarma becerisini edinmek gerekiyor. Yoksa bu hoyrat değişimler neticesinde insanın büyük bir yabancılaşma çukuruna düşmesi işten bile değil. Bu çağın sınavı yabancılaşma duygusuyla başa çıkmak olsa gerek. Hiçbir şey bıraktığımız yerde ve bıraktığımız gibi değil. Her şeyle bağımızı koparmaya çalışan bir sistem harıl harıl çalışıyor sanki. Doğayla, ülkeyle, şehrimizle, ötekiyle, kendimizle, duygularımızla…

Yaşadığım yerde ilk gençlik yıllarımda hayran olduğum kişilerden birinin konseri vardı geçtiğimiz hafta. Benim için konsersiz geçen tam 2 yılın ardından bir kumsal konseri… Aradan yıllar geçse de unutulmayan, avaz avaz hep beraber söylenen şarkılar… Ülkede bal kabağına dönüşmeyelim diye bizi düşünen “babalara” rağmen birlikte eğlenebilmenin hâlâ mümkün olduğu zamanlar… Nelere şükreder hale geldik inanılır gibi değil.

Kişisel ve toplumsal tarihimizin en büyük belleğinin müzik olduğuna eminim. Bazı şarkıları, bazı sanatçıları hayatımızdan çıkardığımızda güdük kalacağımız kesin. Müziği susturmaya çalışanlar bir hafızayı da yok etmeye çalışıyorlar ama nafile! O şarkılar bizi anlatıyor, nerelerden geçtiğimizi, hayallerimizi, isyanımızı, en önemlisi de acımızı dönüştürmeyi… O şarkılarda aşklar, umutlar, ayrılıklar var. Biz varız. Ve biz buradayız evet, isteseler de yok olmuyoruz. Bağıra bağıra söylüyoruz o şarkıları ve gece 12.00’den sonra inatla bal kabağına dönüşmüyoruz. O tanıdık şarkıları dinlerken bu ülkenin şimdiden ibaret olmadığını hatırladım. İyi gelen de bu oldu sanırım. Geçmiş çıkıp geldi o kumsala ve şimdinin başını okşadı. Bir geçmişimiz var bizim, aynı dilden konuştuğumuz insanlar, eşlik edebildiğimiz şarkılar, coştuğumuz, efkarlandığımız müzikler var. Görünür ya da örtük, uzakta veya yakında olan kabilelerimiz var. Yalnız değiliz. Ve bu az bir şey değil. Geçmiş izin verirseniz şimdiyi onarabilir bazen. Şarkılar da öyle…

Son yaz günleri şimdilerde… Serinliklerin, tenhalıkların, uzun yürüyüşlerin zamanı… Konserveleri çoğaltmanın ve saklamanın zamanı… Kalbine gömülen şarkılar neyse onları hatırlamanın ve mırıldanmanın zamanı… Kimse sadece şimdisinden ibaret değil, sadece geçmişinden de ibaret değil elbette. İkisi hep el ele, kol kola…


Tuğçe Isıyel Kimdir?

Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor. Ya Hiç Karşılaşmasaydık isimli kitabın yazarıdır. Tezer Özlü’ye Armağan kitabına yazılarıyla katkıda bulunmuş, İstanbul’un Sakinleri adlı öykü kitabını ise yayıma hazırlamıştır.