Hakikat meselesi ve bir şişe su

George Floyd’un ölümünden sonra, Amerika’da ırkçılık yapıldığına dair hamaset yüklü sözler devşiren ülkemizin tuzu kuru, “beyazları”, Amerika’da yapılanın haksızlık olduğunu avazları çıktığı kadar bağırdı. Olması gereken, duygu dolu bir tepkiydi bu. Fakat on binlerce mil uzaklıktaki bir hadiseye tepki göstermek, bunun yanlış olduğunu söylemek takdir edilir ki zor değil. 

Google Haberlere Abone ol

Esra Erin*

Ülkemizde haksızlığa uğrayanların öfkesini dile getirmesi bilindiği üzere o kadar kolay değildir. Öfkenin dile gelmesine engel olan durum devletin baskısı değildir. Çünkü mezar taşlarıyla, hatta ölülerle bile didişen bir siyasal erkin, bir halet-i ruhiyenin nerede, ne zaman ve nasıl davranacağını bilemediği için korkmanın da yersiz olduğu düşünülür çoğu zaman. Asıl sebep haksızlığa uğrayan kişinin, böylesi bir akıl tutulmasının cereyan ettiği bir dönemde öfkeyi dile getirmenin, diğer insanların gözünde haklı olmanın, doğru davranmanın, dahası masum olmanın bir öneminin olmadığını bilmesidir. Çünkü masumiyet değerlendirilmesinde; kimlik, ten rengi, aidiyet, cinsel yönelim gibi saikler önemli bir “önyargı” olarak karşımızda durur. Bu önyargıyı oluşturan ise, “siyah” renge karşı otoritesini baskı unsuru olarak kullanan “beyaz” renktir.

Öfkeyi dile getirmek konusunda Hegel Efendi-Köle Diyalektiği’nde, kölenin efendisine karşı öfkelenmesinin alışıldık olmadığını söyler. Efendinin otoritesini sorgulayan kişi kendi renginde olmalıdır. Dolayısıyla alışılmadık olanı da dile getirmek kolay değildir. Ancak tüm bunları bir kenara bırakıp haksızlıkları ve öfkelerini dile getirenlerin bu ülkeye armağanı tam olarak da budur zaten; alışıldık olmayanı dile getirmek, ezberlenen sözlerin dışında söz üretmek, olan biteni sağduyulu bir akılla kayıt altına almak, yapılan her haksızlığı kulaktan kulağa fısıldamak ve yeri geldiğinde ise o fısıltıyı haykırmak.

George Floyd’un ölümünden sonra, Amerika’da ırkçılık yapıldığına dair hamaset yüklü sözler devşiren ülkemizin tuzu kuru, “beyazları”, Amerika’da yapılanın haksızlık olduğunu avazları çıktığı kadar bağırdı. Olması gereken, duygu dolu bir tepkiydi bu. Fakat on binlerce mil uzaklıktaki bir hadiseye tepki göstermek, bunun yanlış olduğunu söylemek takdir edilir ki zor değil. Oysa çok da uzak olmayan bir zaman önce, Kemal Kurkut isimli bir yurttaş, onlarca kamera karşısında arkasından ateş edilerek öldürüldü. Ancak Floyd'un öldürülmesine ses çıkaran insanlardakine benzer toplu bir tepkisellik açığa çıkmadı, yalnızca bireylerle sınırlı kaldı. Oysa Floyd’un boynundaki dizin sahibi ile Kurkut’un arkasından silah sıkan ve ölümüne sebebiyet veren kişi aynı “beyaz” adam. Dolayısıyla bizim “siyahlarımız” bazen daha siyah “beyazlarımız” ise bazen daha beyaz olabiliyor.

Yakın zaman önce gerçekleşen ve başından itibaren şahitlik ettiğim bir olay üzerinden bu konuyu tekrar ele alalım: Yaklaşık üç ay önce, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde gerçekleşecek yürüyüşe bir grup ÖHD’li (Özgürlük için Hukukçular Derneği) kadın avukatlar olarak katıldık. Fakat yürüyüş öncesinde toplanma yeri olan HDP il binasının önünde garip bir olay cereyan etmeye başladı. Arkadaşlarımızdan biri, bir şişe su almak için büfeye girdi, büfe sahibi ise kendisine su satmak istemedi. Burada tahmin edileceği üzere kadının, üzerindeki mor yelekten kim olduğu anlaşılıyor. O, birazdan yürüyüşe katılacak ve eril düzene meydan okuyacak kadınlardan biridir. Bizler tam yürüyüşe başlayacakken arkadaşımız gelip kendisine su satılmadığını söyledi. Şaşırdık tabii en başta. Söylediği büfeye onunla beraber birkaç kişi tekrar gidip “bu su ne kadar?” diye sorduk. İçeriden genç bir çocuk kafasını uzatıp gerçekten de “Size su satmıyoruz” dedi. Bunun üzerine bir arkadaşım, “Ne demek size su satmıyoruz, bugün 8 Mart ve siz kadınlara su satmıyor musunuz?” diye sordu. Genç çocuk, “Sadece size satmıyoruz” dedi. Bu kısacık cevabı söylediği anda yüzünde, bakışlarında, beden dilinde tuhaf bir rahatsızlığın izleri vardı. Cümlesindeki “size” sözüne bir açıklama yapmasını bekliyorduk, “biz” kimdik? Ancak herhangi bir cevap gelmedi ve arkadaşlarımızdan biri, “Sizi kameraya aldık, hem ifşa edeceğiz bu ayrımcılığınızdan ötürü, hem de şikâyet edeceğiz haberiniz olsun!’ dedi. Ardından oradan ayrıldık.

Bahse konu olan video sosyal medyada hızla yayıldı. Kamuoyunda, kadına yönelik ayrımcılığa tepki oluşması beklenirken, tam tersi bir durum yaşandı. Çünkü videoların yayılmasıyla beraber büfe çalışanı, “Bölücü örgütle ilgili propaganda yapan, sözde kadın haklarını savunanlara su satmadığım için kadın düşmanı oldum,” şeklinde bir tweet attı. Olayı yaşayan bizlerin “Biz kimdik?” sorusu böylece aydınlanmış oldu. Orada HDP il binasının önünde toplanan kadınlar, bu ülkenin en “siyah” olanlarıydı. Ayrımcılığa maruz kalan kadınlar ile bu haksızlığı sosyal medyaya taşıyan kadınlar büfe çalışanının açıklamasından sonra lince uğradı. Her ne kadar olay “şans eseri” fiziki bir saldırıya dönüşmemiş olsa da sosyal medyada arkadaşlarımızın ev adreslerine kadar özel bilgileri paylaşıldı, pek çok sahte hesaptan kendilerine küfür, tecavüz, hatta ölüm tehdidine varan saldırılar başladı.

Güzel bir ilkbahar gününde coşkuyla 8 Mart’ı kutlayacak bir grup kadının “bir şişe su” almak istediklerinde başına gelenler bunlar. Bazıları, terörist, bazıları dinsiz, bazıları da diğer başka şeyler oldu. Başka “siyah” yaftaları ile etiketlendiler. Büfe çalışanı ise “teröristlere” su satmadığı için “kahraman” oldu. Herkese tanıdık gelen bir hikâye bu. Başta “ufak” bir mesele gibi görünen bir olayda ülkenin hemen “siyah” tarafı belirlemesi ve bunun yarattığı sonuçlar üzerinden ülkede nasıl bir nefret ve ayrımcılığın geliştiğini görmek durumun vahametini anlatıyor. Vahameti anlatıyor anlatmasına ancak yine de hikaye burada bitmiyor! Muhtemelen tarihe “Büfeden su alma vakası!” olarak geçecek olan hadisenin yaşanmasından sonra kullanılan şikâyet mekanizmalarında büfe çalışanı tarafından verilen şu savunma ile devam ediyor: “...HDP il binası önünde çok sayıda kadın toplanmıştı. Bu grubun ellerinde PKK terör örgütü ve terör örgütü elebaşının posterleri bulunmaktaydı ve terör örgütü lehine slogan atmaktaydılar…art niyetli hallerini anlayıp üzgünüm size artık satış yapmıyorum dedim”

Aslında son zamanlardaki siyasal atmosfere uygun bir cevap bu. Cevabı veren kişi söylediklerinin doğru olmadığını biliyor, ama bile bile buna inanacak pek çok insanın olacağından da emin. Bu kendinden emin olma hali ülkedeki “siyahlar” öldürüldüklerinde çıkarılmayan sesi de açıklıyor bir yandan. Çünkü bu savunmanın yapılan nice kötülüğü ve hak ihlalini ne ölçüde meşru kıldığını biliyoruz. Adli olarak hangi suç işlenirse işlensin, büfecinin söylediklerine benzer sözler hukukun, yargının aklını köreltiyor. Dolayısıyla yapılan her kötücül davranış -kasten insan öldürmek de dâhil- bu savunmaya atfedilen nefret ile bir tür cezasızlık ile sonuçlanıyor.

Oysa hukuk denen sistemin, her türlü duygusal tepkinin, toplumsal olayın, siyasal aklın üzerindeki bir adaleti tesis etmesi gerekir. Herkes için. Bunun olmadığı noktada, insanların hukuk nezdinde renklerine göre ayrıştırılması da kaçınılmaz hale geliyor. Floyd olayı bu sonuçları görmek açısından çok öğreticidir. Ancak ülkemizdeki “siyahların”; yani Kürtlerin, Ermenilerin, Alevilerin, LGBTİ bireylerin, kısaca çoğunluğun dışında kalanların yaşadıklarını görmeden ayrıştırmanın sonuçlarını konuşmak zor. Sonuçları bu ülke açısından neler mi peki? Sadece bu yazının yazıldığı kısa zaman zarfında bile olanlara bakmak yeterince fikir verir: Diyarbakır’da polis karakolunda işlenen işkence suçu, siyasi mahpus oldukları için infaz düzenlemelerinden yararlanamayan ağır hasta mahpusların ölüm haberleri ile Mardin’de bulunan ve en az 40 insana ait olduğu düşünülen kemik parçaları ilk akla gelenler. Birkaç gün önce Hrant Dink Vakfı’nın aldığı tehdit mesajları, ibadethanelere yapılan saldırılar ve kadına yönelik şiddete karşı mücadele etmek için kurulmuş olan Rosa Kadın Derneği’ne yapılan baskı ve tutuklamaların da unutulmaması gerekiyor tabii. Hepsinin arka planında da benzer nedenler var. Bu sebeple Floyd’a yapılanın aslında dünyadaki tüm “siyahlara” yani tüm ötekilere yapıldığını bilmek gerekiyor. Doğru olan, bu ve benzeri hadiselere renk ayrımı gözetmeksizin tepki göstermektir. Sahtekârca olan ise, “beyaz” rengin imtiyazlarından faydalanarak uzaktakine ağlayıp yanı başında olup bitenler hiç yaşanmamış gibi davranmaktır. Bunca tatsız, hukuksuz hadise hiç yaşanmıyor gibi, ırkçılık kendisinden kilometrelerce ötede icat edilen korkunç bir şeymiş gibi davranmak yani. Yıllardır işlenen bu suçları örtmek için söylenen yalanlara inanmak ve savunmak hem konforlu, hem de riski olmayan bir şey. Oysa sorgulamak ve hakikati bulmaya çalışmak meşakkatli bir süreçtir. Sokrates’in başına gelenler tarihten malumunuzdur. Kendisi öğrencilerinin tüm ikna çabalarına rağmen, ölüme mahkûm edileceğini bile bile hakikati dile getirmekten kaçınmamıştır. Çünkü filozof, hakikatin renginin ne olduğunu bilerek konuşur. Nihayetinde ölüme mahkûm edilir, onu ölüme mahkûm eden Beşyüzler Meclisi’ndeki 281 insanı kimse tanımıyor, tanımak dahi istemiyor, merak etmiyor ama Sokrates bütün dünyanın tanıdığı, bildiği, asırlardır hakikatle anılan biri olarak hala yaşıyor. İşte bugünden geleceğe o sesi taşımanın görevi de bugünün hakikat arayışçılarındadır. Sadece tek fark; bugün hakikati bulmak için kör olmak gerekir. Çünkü bu arayışta kör olmak, insanları renklerine göre ayırmadan geleceğe bir yankı bırakmanın tek yoludur.

Not: Sevgili Abdullah Aren Çelik’e yazıya katkı sunan eleştirileri sebebiyle çok teşekkür ederim.

*Hukukçu