Doğanın 'doğal' olduğu safsatası
Dağlar taş ocaklarına, dereler hidroelektrik santrallere, ormanlar otoyollara, kıyılar otellere, göller millet bahçelerine konu olurken doğal olan bir şey varsa o da doğanın sınıflı toplumda para-meta-para ilişkisindeki yeridir.
Pınar Yurdadön* [email protected]
Covid-19 sürecinde malumunuz insan evladının kentlerden elini ayağını çekmesiyle, son derece modernize/post modernize/lost modernize habitatlarımızda kırsal yaşam fenomenleri hasıl oldu. “Doğa canlanıyor”, “doğa kontrolü geri alıyor”, “doğa kendisinin olanı geri alıyor” gibi gazete haberleriyle de ifade olan, doğanın idealleştirilmesi ya da mitselleştirilmesi de denilebilecek masumiyet ve nostalji üzerinden yürüyen bir doğa söylemi halihazırda zaten mevcut olmakla birlikte sürecin etkisiyle iyice görünür oldu. Doğanın aşina olunan bu saf ve romantik kavramsallaştırması, tam da Hegel’in o ünlü “aşina olunan bilindik değildir” sözüyle yeniden ele alınmayı hak etmektedir.
Doğanın insan eli değmemiş bir varlık olduğu düşüncesiyle “bunda eleştirilecek ne var” denilebilir. Genel sav, doğanın kendi kendine varolan, insandan muaf bir yapısı olduğunu kabul etme üzerinden şekillenmektedir. Örneğin kentsel mekânda rantsal ilişkilere maruz kalan ve bunları mümkün de kılan çıkar-çelişkiler ve toplumsal itiş kakış gayet açık bir şekilde serimlenirken, hiçbir nesnenin ve hiç kimsenin olmadığı devlet dilinde yer yer tescil harici, toplum nezdinde ise kır-bayır-tarla-tapan nasıl olur da bu çerçevenin içinde yer alabilir… Ama doğa Van Gogh tablosunda durduğu gibi durmuyor en nihayetinde. Boşuna denmedi, “Kazdağlarının üstü altından değerlidir” diye… Dağlar taş ocaklarına, dereler hidroelektrik santrallere, ormanlar otoyollara, kıyılar otellere, göller millet bahçelerine konu olurken doğal olan bir şey varsa o da doğanın sınıflı toplumda para-meta-para ilişkisindeki yeridir.
Doğa, doğallık mitinin aksine bir yerin yeryüzü şekilleri, akarsu ve göllerinin yapısı, flora ve faunası, toprak örtüsü ile klimatik özelliklerinden farklı olarak ve bunları da içermekle birlikte toplumsal olarak inşa edilir. Fiziki dünyanın yorumlanması bu bakımdan toplumun ideolojik üst yapısının bir parçası olup fiziki faktörler kadar sosyal ve siyasal bir pozisyondan da beslenir. Doğa, sorunsuz bir coğrafi kavram olmayıp, toplumsal ve kültürel sembolizmle hemhaldir. Doğanın insan ilişkilerinin dışında olduğu şeklindeki ideolojik yaklaşımları reddeden politik ekoloji ve doğanın toplumsal üretimi perspektifiyle konuya yaklaşmak yerinde olacaktır. Sosyo- mekânsal bir inşa olarak doğa, sermayenin çıkarlarına göre yeri gelip işgal ettiği yeri gelip yeniden ürettiği çelişkili bir döngüde araçsallaşmaktadır. Sermayenin çıkarları kendi kentsel çevresel gündemini doğal, olağan bir çevresel yaklaşım olarak sunmak, ardındaki yapısal ilişkisel inşayı gözden kaçırma üzerine kuruludur ve bu bakımdan yeni tüketim ve üretim kalıpları kurgular. Genel yaklaşım değişim değeri ve doğanın sermaye hizmetinde yeniden üretimini mümkün kılma üzerinde yükselmektedir. Bu bakımdan halkın çıkarları ile sermayenin çıkarları kentsel alanda olduğu gibi doğal çevrede de çarpışır.
Felsefi olarak ise meselenin esaslı bir arka planı bulunmaktadır. Özelde doğanın (nature ya da kısmen environment) genelde mekânın (space) insandan ve nesneden bağımsız ele alınışının uzun bir tarihi vardır ancak en açık ifadesini Kant’ın zaman-mekân kavramsallaştırmalarında görürüz. Apriorik bir içerimde olan yapı haddizatında tanrısal/tözel olandan referans alır. Bu haliyle her yerde ve her şeydedir. Ve ironik olarak tam da bu sebeple hiçbir yerdedir. Hep orada olmak, sabitliğe ve durağanlığa övgü iken işin aslı yaşamın dışına atılmaktan başka bir şey değildir. Betimsel/monografik görme biçimi bahse konu mekânı - ve yine bu yazı için- doğayı anlamaya yeter de artar. Oysaki diyalektik, çelişki, hareket, yapı, aktör/ajan, hepsi ya da hiçbiri… her ne denirse, yoksa geriye ne kalır… Sonra arar dururuz bir unmoved mover çıksa da gelse diye…
Ortaçağ filmlerindeki geniş arazileri düşünelim, toprağa dayalı artı değerin himayesinde çitlenmiş bir mekân, Kipling Rudyard’ın Kim’i ve Hindistanı’nı düşünelim kolonyal edime sunulmuş terra incognita… Bugünse lafı uzatmadan söylenirse, Pasifik Okyanusu'nun ortasında kıta yaratan bir medeniyete sahibiz (!)
Ülkemiz gerçekliğinde imar planlarında bile kadastral olarak toparlanamayan, mülkiyet ve plan deseninde işe yaramayan bir geometri olarak üçgen şeklinde gelişen artık parsellere park kondurulurken, en anlamlı ve ihtiyaç duyulan yerlere birim metrekarenin hakkını verecek ATM kutucukları iliştirilir… Buyrunuz bir toplum (kamu değil) yararı çelişkisi daha… O bildiğimiz hikaye lineer ya da döngüsel tarzda gerçeklenir, ağaç ve gölgesi hikayesi…
Toparlanırsa, sosyal ilişkiler ve söylem alanının bir parçası olarak doğa, ilişkisel olarak inşa edilen bir yapıdır ve her türlü “olağan” yakıştırmasına şüpheyle bakılmalıdır. Doğayı herhangi bir sorunsal içermeyen kavramsallaştırma ile insan-çevre ilişkisinin geleneksel ve normatif akışında salt genel bir çerçeve gibi ortaya koymak, sınıflı toplum gerçeğini yadsımak, doğanın piyasalaşması sürecinde istemeden de olsa sermayenin değirmenine su taşımak anlamına gelecektir.
*Şehir Plancısı