Türkiye muhalefeti dünyaya model olur mu?
Bugünün koşullarını şöyle tarif edebiliriz: “Yaşadığımız odaya zehirleyici bir gaz doluyor ve bizim bir an evvel dumansız bir zemine çıkıp, nefes almamız lazım. Bir sonraki adımı ancak nefes aldıktan sonra tartışabiliriz.” Muhalefet aktörlerinin kimlik siyasetine ve ayrışan noktalara odaklanması Türkiye’nin nefes almasından ziyade, “hangi pencereden çıkarsak o pencerenin açıldığı yer bizim camiaya daha uygun olur” muhasebesine benziyor. Bunun ülkenin bütünü ve geleceği için faydasız bir çaba olduğu ise tahmin edilebilir bir sonuç. Acil olan öldürücü odadan dışarı çıkmaktır. Çıkıştaki ilk durak ise demokrasinin asgari müştereklerini sağlayacak ve Türkiye’nin temel sorunlarını müzakere edip çözüm üretecek güçlü bir parlamenter sistem olmalı.
Seren Selvin Korkmaz*
Türkiye’de siyasetin sıkışmışlığı ve çalkantılı hali düşünüldüğünde bu başlığın alaycı bir dille yazıldığını düşünenlerin sayısı az olmayacaktır. Oysa, bu sorunun cevabını irdelemek bugünün ve geleceğin siyasetine dair ciddi bir muhasebe olanağı sunuyor. Türkiye son zamanlarda ne yazık ki uluslararası arenada itibarını önemli ölçüde kaybetti. “Türkiye modeli” dendiğinde sıklıkla referans verilen konular popülist otoriterliğin yükselişi ve paralelinde demokrasinin geriye gidişi ile ilişkili. Oysa, bu eğilimi tersine döndürecek anahtar Türkiye muhalefetinin elinde. Bu ulusal bir sorumluluk olduğu kadar popülizme karşı küresel mücadeleye de önemli bir katkı sunacaktır.
Popülist otoriter dalganın dünya siyasetine etki etmesiyle, söylemleri, yönetim taktikleri, kullandıkları semboller ve otoriter uygulamaları ile birbirine oldukça benzeyen liderler siyaset sahnesinde yer almaya başladı. Bu durumu sosyal bilimciler ve konuya ilgisi olanlar uzun zamandır gözlemliyor ve tartışıyordu. Geçtiğimiz günlerde ABD’de gerçekleşen protesto gösterilerine karşı Başkan Trump’ın baskıcı tutumu ve elinde İncil ile kilise önünde poz vermesi ile de pek çok kişi bu benzerliği fark etti. Bu birbirine benzeyen yönetim taktiğini kısaca özetlemek gerekirse, popülistler en basit haliyle toplumu “biz” ve “onlar” olarak ikiye bölerler, kendilerinin halkın tek temsilcisi olduğunu ve diğerlerinin meşru aktörler olmadığını ifade ederler. Sorunların kaynağını “onlar” dedikleri ve “öteki” olarak konumladıkları kişi veya kurumlar olarak gösterirler. Böylece sorunlara çözüm sunmaktan veya sorumluluk almaktan kendilerini muaf tutarlar. Sürekli vurgulanan iç tehdit, dış tehdit algısı her seferinde yeniden yaratılan “düşman” kimlikleri bu kurgunun bir parçasıdır. Buna legal veya illegal yollardan “otoriter” kontrol mekanizmaları da eklenebiliyor. Siyaset bilimci Adam Przeworski’ye göre otoriter dengenin sacayağında korku, yalanlar ve ekonomik zenginlik bulunur. Denge birinin aleyhine bozulursa ağırlık diğer ikisi yönünde kayar. Bu oldukça tanıdık denklem karşısında dünyanın çeşitli ülkelerinde karşı mücadele yöntemleri de sürekli deneniyor ve yenileniyor. Kimi zaman toplumsal hareketler kimi zaman da mevcut siyasal partilerin içinden mücadeleler ile popülizmin karşısındaki hareketler de siyasal alanın yönünü tayin etmeye çalışıyor.
Popülizme karşı mücadelenin yolları konusunda bir süredir farklı stratejiler ortaya atılıyor. Dünyanın farklı ülkelerindeki sol partilere ilham veren ve önemli politikacılara danışmanlık yapan Belçikalı teorisyen Chantal Mouffe’a göre sağ popülizm ile mücadele etmenin tek yolu sol popülizmdir. Siyaset bilimci Jan Werner- Müller ise çıkışın bir başka popülizmle mümkün olmayacağını iddia ediyor ve karşı hareketlere siyasetin dilini yumuşatan, iktidardaki popülistlere ve onların destekçilerine “saray” ve “hapishane” arasındaki bir seçenekten kaçınmalarını öğütlüyor. Öte yandan Carnegie Endowment’ın raporunda yer aldığı gibi yerel yönetimler üzerinden mücadele ve örgütlenme pratikleri popülizme karşı “biz böyle yönetiriz” algısını yaratarak iktidardaki popülistlere karşı alternatifi yerelden örgütleyebiliyor.
Popülist yönetim tarzı dışında rejimin dinamikleri de mücadele yöntemlerini etkiliyor. “Rekabetçi otoriter” olarak tarif ettiğimiz Türkiye gibi seçimlerin düzenli olarak yapıldığı ama adil ve eşit şartlarda bir rekabetin olmadığı rejimlerde de başarı kazanmanın birkaç dinamiği daha var. Rekabetçi otoriter rejimler muhalefeti, sivil toplum kuruluşlarını ve yurttaşları kendi içlerinde bölerek birbirleri ile bağ kurmalarını zorlaştırır. Ayrıca iktidar, yurttaşları muhalefetin seçim kazanamayacağına, sandığa gitmenin bir şey değiştirmeyeceğine inandırmaya çalışır. Buna rağmen, siyaset bilimciler Bunce ve Wolchik’in 11 seçimi inceleyerek yaptıkları araştırmaya göre muhalefetin bu tip rejimlerde başarı şansının ortaklaştığını gösteriyor. Buna göre muhalefet ortak adaylar üzerinden birleşik bir cephe yaratabilirse, veriye dayanan ve adayların kampanyalarındaki söylemlerini bu kamuoyu yoklamalarından elde edilen bu verilerle belirledikleri bir ulusal kampanya yaparlarsa, seçmeni sandığa gitmeye ikna ederlerse, sandıkta değişimin mümkün olduğuna inanan gençlik hareketlerinin oluşmasını sağlarlarsa, maddi kaynak ve insan kaynağı yaratabilirlerse başarı sağlayabiliyorlar. Bu konuda daha kapsamlı bir Türkçe yazı için Mert Arslanalp’in Gazete Duvar’daki makalesi incelenebilir.
Türkiye’de muhalefetin 31 Mart yerel seçimlerinde özellikle Jan Werner-Müller’in “ılımlı mücadelesi” ve Bunce ve Wolchik’in muhalefette geniş bir seçim bloku ve ortak aday stratejisine benzer yöntemlerle seçimi kazandığını söylemek mümkün. Bunun en önemli getirisi ise kaybetmekten yorulan muhalif seçmenin 31 Mart sonrası “kazanabiliriz” algısı ile yeniden mobilize olması ve iktidar blokuna oy vermek konusunda kararsız seçmene başka bir alternatifin mümkün olduğunun gösterilebilmesi oldu. Üstelik muhalefet yerel yönetimlerle de önemli bir “yönetme” pratiği alanı kazandı. Türkiye’deki bu mücadele sınırlarımız dışında popülist otoriter yönetimden mustarip hareketlere de umut oldu. Örneğin, Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de muhalefetin ortak adayı olarak seçimi kazanan Karacsony, İmamoğlu’ndan önemli tavsiyeler aldığını ve İstanbul’da muhalefetin seçim zaferinin kendileri için umut olduğunu belirtmişti. Türkiye’de muhalefetin popülizm ile mücadelesi üzerine yazdığım İngilizce yazıya dair de Hindistanlı bir gruptan mesajlar almıştım. Türkiye’nin mücadelesinin kendilerinin Modi ile mücadelesinde umut olabileceğini belirtiyorlardı. Biz de meslektaşım Alphan Telek ile 31 Mart öncesinde Türkiye muhalefetine umut olabilecek popülizm karşıtı hareketlerin deneyimlerini Türkiye’ye aktarmaya çalışıyorduk. Çünkü, popülizmle mücadele küresel ve deneyci bir yolda ilerliyor. Bu nedenle Türkiye muhalefetinin her demokratik aktörünün atacağı adım onu/onları Türkiye’nin olduğu kadar küresel siyasetin de önemli bir aktörü haline getirecektir.
Kabul edelim ki Türkiye’de muhalefet bloku Türkiye toplumunun Türk-Kürt, sağ-sol, dindar-seküler gibi tarihsel, sosyolojik ayrışmalarını da içinde barındıran bir araya gelmesi oldukça zor bir blok. Yine de ülkenin demokratikleşmesi ve Türkiye’nin uluslararası arenada yeniden itibar kazanmasının muhalefeti ayrıştıracak bir nokta olmadığını düşünüyorum. Bu, ülke sevgisi, demokrasi, adalet üzerinden farklı vurgularla kendini tanımlayan CHP, DEVA, HDP, Gelecek Partisi, İYİ Parti, Saadet Partisi gibi partilerin ortaklaşamayacağı bir payda değil.
Türkiye’nin mevcut koşullardan çıkışının bir “demokrasi ittifakı” olduğuna inanan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu kendisini ve partisini bu meselenin gerekliliğini özümsemiş bir biçimde konumluyor Ancak, Kılıçdaroğlu’nun çabası bu geniş ittifak için tek başına yeterli değil. Özellikle iktidarın kimlik politikasına dayanarak ortaya çıkaracağı her kutuplaşma hamlesinin çok çeşitli kimliksel fay hatlarında konumlanan muhalefeti bölme konusunda başarı potansiyeli var. Muhalif siyasetçinin ise ikilemi tam da burada ortaya çıkıyor. Ya kimlik politikasına değmeden yeri geldiğinde gündem dahi olmamayı göze alacak, ya da polemiklerle birlikte siyasette “görünür/popüler” olmayı tercih edecek. Mevcut rejim dinamiklerinde ise bu popülerlik ancak kısa vadeli “kişisel popülarite” getirebilir.
Tüm bu çerçevede, popülizm bu kadar hakim, kimlik siyaseti ve kutuplaşma bu denli keskinken siyasetçilerin işinin hayli zor olduğunu kabul etmekte de fayda var. Bu noktada CHP’nin bir süredir izlediği kutuplaşma ekseni dışından siyaseti yeniden kurma politikası bazı aksaklıklara rağmen devam ediyor. Siyasetin yeni aktörü DEVA Partisi de bugüne kadar olan söylemlerinde kapsayıcı ve kutuplaşmadan uzak bir dil benimsiyor. Siyasette merkezin sağı ve solunda konumlanacak bu kapsayıcı ve popülizmden uzak dilin diğer siyasal partileri ve aktörleri de etkileyebilmesi Türkiye için önemli bir kazanım olacaktır.
Türkiye’nin geniş muhalefet blokunu uzlaşmaya itecek bir başka sebep ise yalnızca “AKP-MHP iktidar blokundan kurtulmak” motivasyonu olmamalı, çünkü bu motivasyon muhalefetin farklı aktörlerinin birbirlerine cephe almasını oldukça kolaylaştırıyor. Ortaklık AKP-MHP karşıtlığı üzerinden kuruldukça bir araya gelmeyi kolaylaştıracak esas vurgular gözden kaçıyor. Bugün Türkiye’nin en acil sorunu demokrasi ve sosyal adalet meselesidir. Bir taraftan toplumdaki eşitsizlikler gittikçe artıyor bir taraftan da demokrasinin temel prensipleri zedelenmiş durumda. Demokrasinin asgari ölçütleri olan; seçimle belirlenmiş yöneticiler, özgür, adil ve düzenli yapılan seçimler, ifade özgürlüğü, basın ve haber alma özgürlüğü, denge-denetleme mekanizmalarının işleyişi gibi prensipler oldukça hasar aldı. Tüm bu koşullarda muhalefet blokunun tüm farklılıklarına rağmen bu ilkeleri önceleyen ortak bir paydada buluşması gerekiyor. Örneğin, Türkiye’nin oldukça köklü ve çok katmanlı Kürt meselesinin sadece bu prensiplerin tesisi ile çözülmesinin mümkün olmadığını düşünüyorum. Ancak, demokrasinin temel prensiplerini sağlamadan en basiti seçilmiş temsilcilerin meşru olmayan yöntemlerle temsil hakkının elinden alındığı bir ortamda sorunların çözümü sağlıklı ve uzun vadeli olmayacaktır. Muhalefet partilerini birleştiren “parlamenter sisteme dönüş” meselesi de Türkiye’nin kangrenleşen sorunlarının yeni bir anayasa çerçevesinde güçlü ve her kesimin adil bir şekilde temsil edildiği bir parlamentoda müzakere edilmesi seçeneği ile önümüzde durmaktadır.
Bugünün koşullarını şöyle tarif edebiliriz: “Yaşadığımız odaya zehirleyici bir gaz doluyor ve bizim bir an evvel dumansız bir zemine çıkıp, nefes almamız lazım. Bir sonraki adımı ancak nefes aldıktan sonra tartışabiliriz.” Muhalefet aktörlerinin kimlik siyasetine ve ayrışan noktalara odaklanması Türkiye’nin nefes almasından ziyade, “hangi pencereden çıkarsak o pencerenin açıldığı yer bizim camiaya daha uygun olur” muhasebesine benziyor. Bunun ülkenin bütünü ve geleceği için faydasız bir çaba olduğu ise tahmin edilebilir bir sonuç. Acil olan öldürücü odadan dışarı çıkmaktır. Çıkıştaki ilk durak ise demokrasinin asgari müştereklerini sağlayacak ve Türkiye’nin temel sorunlarını müzakere edip çözüm üretecek güçlü bir parlamenter sistem olmalı.
Tüm bu ortaklaşma ve kutuplaşmanın dışında kalabilme meselesinin önemini vurgularken, siyasetin bu eksende “siyasetsizleşmesi” değil, söylemlerin ve pratiklerin yaratıcı bir şekilde yeniden kurulması gerektiğinin de altını çizmek gerekiyor. Muhalefet bütünüyle siyasi denklemin dışında onun “mağduru” değil. Bu dinamik oyunun bir parçası zaman zaman da üreticisi konumunda. Örneğin, HDP’ye yönelik yaptırımlara “demokrasi” paydasında yüksek sesle itiraz edememek siyasi alanın farklı aktörler için de daralmasının önünü açtı. Yani kutuplaşmaya teslim olmamak demokratik hak ihlallerine de tepkisiz kalmak olarak yorumlanmamalı.
Muhalefetin geniş tabanlı demokrasi ittifakı dışında yapması gereken sorunlara çözüm önerileri sunmaya devam edip, krizin ve dönemin kaybedenleri ile bağ kurmaktır. Salgın döneminde muhalefetin kontrolündeki belediyelerin, tüm baskı ve engellemelere rağmen gösterdiği başarı yapılan son anketlere göre önemli ölçüde yerini bulmuş görünüyor. Muhalefetin belediyeler aracılığı ile salgından etkilenen kesimlere doğrudan ulaşması, onların ihtiyaçlarına cevap verebilmesi iktidar için önemli bir tehdit alanı oluşturuyor. Belediyeler, tüm kısıtlamalara rağmen eşit ve kapsayıcı hizmetlerle yurttaşlarla bağ kurulması için önemli bir alan. Ancak muhalefetin mücadelesi yerele bırakılır, parti kadroları kimlik siyasetine, kutuplaşmaya teslim olursa mücadelenin bir ayağı eksik kalır. Türkiye gibi seçim yarışının ve siyasetin demokratik yollarla yürümediği bir ülkede tek ayakla mücadele başarı için yeterli olmayacaktır.
Popülizme ve otoriterliğe karşı Türkiye’nin dünyadan ve kendi siyasal tarihinden çıkaracağı çok ders var. Geçtiğimiz günlerde gazeteci Levent Gültekin tarafından tartışmaya açılan Finlandiya modeli yazıda bahsi geçen “geniş tabanlı demokrasi ittifakı için” oldukça dikkate değer. 1930'ların başında Finlandiya siyasetine hakim olan ve otoriter bir şekilde muhalefeti baskılayan Lapua yönetimine karşı, Finlandiya muhalefeti demokrasiye yeniden işlerlik kazandırmak için “Yasallık Hareketi’ni” kuruyor. Farklı partilerin siyasetçilerinden oluşan bu hareket Finlandiya’nın demokratikleşmesinde önemli rol oynuyor. Türkiye muhalefetinin de “demokrasi ittifakı” ile dünyaya model olması için önünde tarihi ve küresel bir fırsat duruyor. Amerikalı aktivist ve tarihçi Howard Zinn’in belirttiği üzere “gelecek, sonsuz bir şimdiler silsilesidir.” Herkesin barış içinde bir arada yaşayabileceği bir gelecek hepimizin bugünkü ortak çabası, özverisi ve hayali ile mümkün.
*Siyaset Bilimci, İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü (IstanPol) Genel Direktörü, Stockholm Üniversitesi Türkiye Çalışmaları Enstitüsü’nde Doktora Araştırmacısı