Otoriterleşme, seçim kanunları ve mızıkçılık
İktidarlar, seçimi kaybetmemek için psikolojik üstünlüğü bir kere kaybettiklerinde bu durum ters orantılı olarak otoriterleşmeyi ve otoriterleşmeye kılıf yaratma aracı olarak Seçim Kanunu'nda değişimi “kaçınılmaz” olarak yaratmıştır. Ancak tarihte yaşadığımız tecrübeler göstermiştir ki psikolojik üstünlüğün kaybının sonucunda ortaya çıkan bu arayışlar, günün sonunda seçmenden teveccüh görmemiş ve bozuk düzene karşı yükselen sesleri dindirmemiştir.
Onur Alp Yılmaz*
Türkiye’de ve hatta dünyada, iktidarı elinde tutanların hem fiili olarak ellerinde bulundurdukları iktidarı güçlendirmek adına anayasal yetkilerini genişletme eğilimleri hem de seçimi kaybedeceklerini anladıkları anda seçim kanunlarını değiştirme kisvesiyle mızıkçılığa başvurdukları sıklıkla görülmüştür.
Yetkileri genişletmenin bir örneği olarak Fransa’da De Gaulle’ün 1958 Anayasası’nı değiştirmek için sahip olduğu büyük repütasyona da dayanarak, Anayasa’nın ruhuna aykırı şekilde referanduma sunmuş ve Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesini onaylatmıştı. Bunun sonucunda, Anayasa bir hükümet başkanlığı (Başbakanlık) ve sembolik, partiler-üstü bir cumhurbaşkanlığı öngörse de halk tarafından seçilmek doğal olarak gücün kaynağının değişmesine sebep olmuş ve bu da yetki kullanımı bakımından bir sapaklık yaratmıştır. Dolayısıyla, Türkiye’de de adım adım örülen başkanlık sistemi, 2007 referandumuyla birlikte cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin kabulüyle birlikte aslında benzeri bir yetki çatışmasına kapı aralamıştır. Erdoğan’ın 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra oluşan beş aylık kaotik dönemi fırsat bilerek, başkanlık sistemini bu dönem yeniden gündeme getirirken, Fransa örneğini vurgulaması boşuna değildir. Ancak iktidarın bu değişikliği yaparken gözden kaçırdığı şey, CHP’nin önderliğinde bu kadar farklı toplum gruplarının bir araya gelebilmesi ihtimalidir. Ya da başka bir deyişle AKP, İYİ Parti’nin CHP’nin yanında olduğu bir denklemde, HDP seçmeninin CHP’nin adaylarında ortaklaşacağına ihtimal vermemiştir. AKP, kayyum başkanlar aracılığıyla, Doğu’ya götürdüğü “hizmet”lerin bir oy davranışına dönüşeceğine fazlasıyla inanmış ve 40 yıldır politize olmuş Kürtlerin politik bilincini küçümsemiştir. İktidar partisi, kendi yanında daha otoriter eğilimler sergileyen bir Ülkücü gelenek varken; Kürtlerin daha demokrat bir çizgide duran Ülkücülere “ehven-i şer” olarak bakacağını düşünememiştir.
Referandumda filizlenen, yerel seçimlerdeyse meyvesini veren bu ittifakın, iktidar kanadı açısından bir diğer olumsuz çıktısıysa genç ve karizmatik bir lider figürü olarak İmamoğlu’nun ortaya çıkması olmuştur. 31 Mart’la başlayan süreçte, saldırgan bir otoriter figüre dönüşen iktidar ve ortaklarının 23 Haziran’a giderken kullandıkları sevgilisi tarafından terk edilen zayıf karakterli bir bireyin, eski partnerinin arkasından söylediği hırçın sözleri anımsatan üslubu hâlâ hepimizin zihninde. Belediye seçimlerinin AKP’de yarattığı korkunun yalnızca şehir rantının kaybedilmesiyle açıklanamayacağı da son günlerde yaşanan gelişmelerle ortaya çıktı. Bugünlerde gündeme getirdikleri üç barajlı seçim sisteminin, hem kendilerinden kopup partileşen eski dostlarının hem de toplumu bölerek siyaset yapma geleneklerinin önüne geçebilecek, kucaklayıcı bir siyasi figür üzerinde ortaklaşılmasının önüne geçilmek için gündeme getirildiği de açık.
Bu bağlamda, Türkiye’de Seçim Kanunu’nu kendi lehine değiştirdiğine inanan iktidarların kaderlerinden bahsetmek doğru olacaktır. Türkiye’de Seçim Kanunu’nu kendi iktidarının sürekliliğini sağlamak için değiştirilmesinin ilk örneğinin 1950 seçimleri öncesinde CHP tarafından uygulandığı görülür. Bu dönem, Nihat Erim’in teşvikiyle İsmet Paşa, şehirlerin birçoğunda birinci parti olarak çıkacağını düşünerek bir seçim bölgesinde en yüksek oyu alan partinin, o bölgenin tüm milletvekillerini de aldığı çoğunluk seçim sistemini yürürlüğe koymuştur. Ancak bu CHP’nin iktidarını kaybetmesine engel olmadığı gibi, muhalefette olduğu yıllarda da “çoğunluk eşittir meşruiyet” algısı nedeniyle Demokrat Parti’nin birçok hukuksuz davranışı için de kullanışlı bir araç olmuştur. CHP’nin yürürlüğe koyduğu sistemin, CHP’ye verdiği zararı ortaya koymak için 1954 seçimleri çok iyi bir örnektir: Bu seçimlerde Demokrat Parti 4 milyon 100 bin oyla parlamentoya 488 temsilci gönderirken; CHP kendi ürünü olan çoğunluk sisteminin sonucunda 3,5 milyon oyla yalnızca 31 temsilci kazanabilmiştir.
Sivil siyaset yıllarında, Seçim Kanunu'nda yapılan ikinci kapsamlı değişiklikse ANAP’lı yılların ürünüdür. Dönemin Başbakanı Özal, bu değişikliğin sebebini aslında “Muhalefete düşemem, düşersem siyaseti bırakırım” sözüyle açıklamıştır. ANAP’ın bu değişikliği yüzde 10’luk ülke barajlarına ek olarak, bölge barajlarını öngörüyordu. Örneğin bir partinin, herhangi bir seçim bölgesinden bir milletvekili çıkarabilmesi için hem o partinin ülke genelinde yüzde 10’luk ülke barajını geçmesi hem de o ildeki toplam milletvekili sayısının 100’e bölümüne tekabül eden oranda bir oy olması gerekiyordu. Yani, beş milletvekili olan bir ilden bir milletvekili çıkarabilmek için bir partinin o ilde alması gereken oy, 100’ün 5’e bölümüne tekabül eden yüzde 20’ydi. Bu sistem her ne kadar 1987 seçimlerinde Özal’ın ekmeğine yağ sürüp, yüzde 36’lık bir oy oranıyla parlamento çoğunluğunun yüzde 64’ünü kazandırsa da; Özal, 1988 referandumu ve 1989 seçimlerinde yaşadığı büyük hezimet dolayısıyla çareyi Çankaya’ya kaçmakta bulmuştur.
Sözün özü, yakın siyasi tarihimiz bizlere göstermiştir ki; iktidarlar, seçimi kaybetmemek için psikolojik üstünlüğü bir kere kaybettiklerinde bu durum ters orantılı olarak otoriterleşmeyi ve otoriterleşmeye kılıf yaratma aracı olarak Seçim Kanunu'nda değişimi “kaçınılmaz” olarak yaratmıştır. Ancak, yine tarihte yaşadığımız tecrübeler göstermiştir ki psikolojik üstünlüğün kaybının sonucunda ortaya çıkan bu arayışlar, günün sonunda seçmenden teveccüh görmemiş ve bozuk düzene karşı yükselen sesleri dindirmemiştir. Sokakta oynamış nesiller çok iyi bilir ki, mızıkçılar eninde sonunda toplumdan dışlanır ve oyunun dışına itilirler.
*Işık Üniversitesi Öğr. Gör.