Türkiye ekonomisinde normalleşme adımları
Dünya finansal sistemi ile barışıp bunun bir parçası olmak yerine, TL’nin yurt dışındaki likiditesini sınırlamak, açığa satışının önüne geçmek gibi günü kurtaracak çözümlere sığınıyoruz. Öte yandan yurt içinde döviz alım satımını caydırıcı olması adına kambiyo vergilerini beş katına çıkarıyoruz. Evet, günü kurtarmak için güzel çözümler. Kısa vadede başarılı olacaklardır. Fakat FED 2022 yılında bilanço küçültmeye başladığında TL’deki değer kaybının önüne nasıl geçilecek?
Görkem Güven*
Haziran ayının gelişi ile birlikte “tedbirsiz iyimserlik”le, likit bolluğu ortasında, maskeli harikalar kumpanyasında bütçe aynasından kendimize bakıyoruz. Zor zamanlardan geçiyoruz ama durumu aldığımız kararlarla daha da zorlaştırıyor olabilir miyiz? 2008 krizinde tüm gelişmiş ülkelerin kapısını çalan likit bolluğu şansını bu sefer kullanabiliyor muyuz? Gelin bunu anlamak için ülkemiz özelinde son on beş günlük ekonomik atmosferi tartışmaya başlayalım.
BÜTÇE
Bu hafta açıklanan en önemli verilerden ilki bütçe ile ilgiliydi. Genel bütçe dengesi mayıs ayında 17,3 milyar TL açık verdi, faiz dışı bütçedeki açık miktarı ise 7.6 milyar TL oldu. Salgın etkilerinin “açık”ça görüldüğü bütçe tablosunda vergi gelirlerindeki azalış, kamu harcamalarındaki artıştan daha yüksek bir etkiye sahip. Nisan ayına görece daha olumlu bir tablo ile karşılaşıyoruz fakat yine de geçen yılın aynı ayına göre vergi gelirlerinde yüzde 7,6 azalma görülmüştür. Kamu harcamalarında ise faiz giderlerini çıkardığımızda yalnızca yüzde 0,2’lik bir artış görmekteyiz. Türkiye, en önemli vergi gelirlerini hane halkı tüketimlerden sağlanan ve doğrudan vergilendirme yerine son derece adaletsiz bir vergi sistemine yol açan dolaylı vergilendirme araçları olan KDV ve ÖTV’den elde etmektedir. Serveti vergilendirmek yerine, tüketim harcamalarını vergilendirdiğinde (üstelik zorunlu tüketim mallarını da bu vergiye tabi tutarak) nasıl tüketim odaklı bir ülke haline gelindiğini ve dolayısıyla vergi gelirlerinin ne denli kırılganlaştırıldığını bir kez daha görüyoruz. Bütçenin KDV gelirlerinde yüzde 42 azalış yaşanmış, sigara ve alkolden alınan vergilerin çarpıcı seviyelere ulaşması ile ÖTV gelirleri bu düşüş trendinden etkilenmemiştir. Fakat otomotiv sektöründeki daralmanın bir süre daha devam etmesi ile bu daralmanın gecikmeli etkisi ÖTV’nin 3. Çeyrek gelirlerini etkilemesi ihtimalini akıllara getiriyor. Özetle ocak-mart döneminde bütçe 90 milyar TL açık vermiş oldu ve bunun 25 milyarı faiz dışı dengeden kaynaklanıyor. Bakalım ekonomi yönetiminin stratejik sektörü olan inşaat, bütçe gelirlerine olumlu bir katkıda bulunacak mı? Umarız ki artan tüketici güveni ve normalleşme rüzgârı ile KDV gelirlerinde iyileşme yaşanır ve bütçe açığını onarıcı etkisi olur.
İNŞAAT
Bu hafta açıklanan ikinci önemli veri ise TÜİK konut satış istatistikleri. Konut satışları geçen yılın mayıs ayına göre yüzde 44 azalarak 50 bin adet konut seviyesinde gerçekleşti. İpotekli satışlar toplam satışların yüzde 40’ını oluşturmakta ve geçen yıla göre bu tip satışlar yüzde 23 artmıştır. Yani toplam satışların azalmasına rağmen, toplam satışlar içindeki ipotekli satış payı artmıştır. Düşük konut kredilerinin, ertelenmiş talebin, düşük mevduat oranlarının ve yüksek enflasyon beklentisinin etkileri ile önümüzdeki dönemde konut satışlarında ciddi bir artış görülmesi beklenmektedir. Bu beklentinin bir erken sonucu olarak TCMB nisan ayı konut fiyat istatistiklerine göre, bir önceki aya göre fiyatlar yüzde 1,7 arttı ve yıllık bazda fiyat değişimi yüzde 16,7’ye ulaştı. Bu artışı enflasyondan arındırırsak yüzde 5,2’lik bir artışa ulaşırız. İnşaat sektörünü ivmelendirmek için kamu bankaları aracılığı ile düşük faizli krediler sektörün sübvanse edildiğini gösteriyor. Kısa sürede refah artışı izlenimi yaratan yegane sektör olan inşaat, yabancı satışları dışında ihracat geliri yaratmadığı için orta uzun vadede doğacak döviz ihtiyacımızı karşılaması pek mümkün görünmüyor. Özellikle de bina inşaat maliyeti girdi payları üzerinden düşünürsek, toplam maliyetin yüzde 65’ini oluşturan genel inşaat malzemeleri kaleminin yarısının ithal ürünler ya da ithal hammaddelerden oluşması halinde dahi, inşaat sektörünün yaratacağı döviz ihtiyacı TL üzerinde yeni bir baskı yaratabilir. USD/TL kuru ile konut fiyat endeksi birlikte incelendiğinde paralel hareket ettikleri görülmüştür. Doların arttığı periyotlarda konut fiyatlarında artış gözlenmesi girdi maliyetleri nedeniyle normaldir. Fakat aynı korelasyon USD kanadından da işleyebilir. Konut talebindeki artış, döviz endeksli girdi talebini de arttırarak cari açık yaratacaktır. Öte yandan konut talebinde kamu destekli kredilerle yaşatılan artış, TL para tabanını genişletecektir ve döviz kurlarına yukarı yönlü etkileri kaçınılmazdır.
DÖVİZ KURLARI
Küresel USD hacminin tarihi düzeye ulaşmasıyla birlikte döviz kurlarını belirleyecek olan dinamikler artık büyük ölçüde ülkemizde yaşanacak gelişmeler ve ekonomi yönetiminin atacağı adımlar olacaktır. Küresel risk algısı hâlâ ciddi bir belirleyici olsa da, riskten kaçış durumunda mevcut sıcak paranın hangi ülkeye gideceğini de o ülkelerin risk primleri belirleyecektir. “Dış mihraklar” dünyada dolaşan dolar ve euro miktarını o denli arttırdılar ki, FED’in bu seviyelerdeki bilanço genişlemesi karşısında TL’nin değerindeki değişmeleri anlamak için mali politikalara, TCMB’nin ve BDDK’nin adımlarına bakmak gerekiyor. Son borçlanma ile birlikte (5,6 milyar TL, yüzde 8.20 faizli) toplam borçlanma 15 milyar TL’ye ulaştı. Küresel USD hacmindeki artışa göre TL’deki genişleme görece düşük seyir izliyor. Bu sayede 6.80-6.85 bandında korunabiliyor TL’nin değeri. Kurumsal tahvil alımları ile FED'in doğrudan reel sektörü finanse etmesi aracının devreye girmesi ile dolar tabanı bir ölçüde daha genişleyerek TL’ye olumlu katkılar sunmaya devam ediyor.
Yabancı yatırımcının tahvil ve hisse senedi satışları Türkiye’nin eskiye nazaran daha riskli algılanmasının bir sonucu olarak görülüyor. Tabii bunda küresel risk iştahının da bir etkisi olmakla birlikte, TL varlıklardaki satışın tamamını risk iştahı ile açıklamak çok iyimser bir çaba olacaktır. TCMB'nin haftalık verilerine göre 2013 yılında 82 milyar USD civarında olan yabancı yatırımcı hisse senedi portföyü mayıs başında 20 milyar USD'ye kadar geriledi. Devlet iç borçlanma senetlerinde ise Hazine'nin verilerine göre 2017 yılında yüzde 20'ye yakın olan yabancı payı mayıs ayında yüzde 5'e kadar gerilemiş durumda. TCMB'nin verilerine göre yabancı yatırımcının DİBS stoku 2012'ye 70 milyar USD'nin üzerinde iken mayısta 7 milyar USD'ye kadar geriledi. Peki, bu rakamlar ne anlama geliyor. Yabancı yatırımcılar Türkiye’den finansal varlık alımı yapmazsa ne olur. Maalesef cari dengemiz negatif olduğu müddetçe ve sermaye birikimimiz yeterli düzeyde olmadığı sürece, yabancı yatırımcının sermayesine ihtiyaç duymaktayız. Yabancı yatırımcı çıkışı arttıkça, USD bolluğunun tarihi düzeylerinde dahi TL, USD-EUR karşısında değersiz konumunu sürdürecektir. Bu durumun ardındaki nedenlere bakacak olursak mali disiplinden verilen tavizleri, ölçüsüz ve verimsiz kamusal yatırım harcamalarını, dış politikada maceraperest yolculuklara çıkılıp emperyal bir ülke olmak hayali ile arttırılan jeopolitik riskleri görebiliriz. Dünya finansal sistemi ile barışıp bunun bir parçası olmak yerine, TL’nin yurt dışındaki likiditesini sınırlamak, açığa satışının önüne geçmek gibi günü kurtaracak çözümlere sığınıyoruz. Öte yandan yurt içinde döviz alım satımını caydırıcı olması adına kambiyo vergilerini beş katına çıkarıyoruz. Evet, günü kurtarmak için güzel çözümler. Kısa vadede başarılı olacaklardır. Fakat FED 2022 yılında bilanço küçültmeye başladığında TL’deki değer kaybının önüne nasıl geçilecek? Bir taraftan inşaata dayalı iç talep artışı yaratıp bir taraftan da yabancılara ev satmaya çalışarak mı? Küresel seyahat kısıtlamalarına rağmen turizmi canlandırmaya çalışarak mı, 36 ay vadeli tatil kredileri vererek mi? Yoksa Kanal İstanbul’u açarak mı?
*Nakit Yönetimi Analisti