Gerçek paradigma değişikliği: Türk dış politikasında İslami popülist militarist savrulma

Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesiyle İslami popülizm içeride şahlanırken, dışarıda kimlik politikaları Türkiye’yi ne aynı medeniyet kutbunun içinde olduğunu varsaydığı ülkelere ve ne de Batı alemine yaklaştırıyor. Bilhassa Batı'da Türkiye’de rejimin sekülerizmden ve demokrasiden hızla uzaklaştığı kanısı yaygınlaşıyor. Suriye’den Libya’ya askeri güçle kurulan denklemlerin içinde yer almanın bedeli, her defasında askeri çatışmalara daha fazla gömülmek olarak kendisini gösteriyor.

Google Haberlere Abone ol

Alper Kaliber*

2000’lerin ilk on yılı biterken siyasi ve akademik düzlemde neredeyse hegemonik hale gelmiş bir söylem vardı. Bilhassa o zamanki iktidar blokuna yakın akademisyenlerin, üzerinde hayli şişkin bir literatür kaleme aldıkları bu söylem, Türk dış politikasının (TDP), Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) eliyle bir paradigma değişikliği geçirmekte olduğu ön kabulüne dayanıyordu. Buna göre eski (Kemalist) zamanların askeri güce ve zora dayalı, Batı merkezci, tek yönlü, dar bir elitin yönetime bırakılmış geleneksel dış politikası paradigmatik bir dönüşüm içindeydi ve yerini yumuşak güce dayalı, Batı'ya ve Doğu'ya eşit mesafede duran, çok katmanlı, sivil toplumun da etkilerine açık yeni bir dış politikaya bırakıyordu. ‘Ritmik diplomasi’, ‘komşularla sıfır sorun’ gibi bir dizi kavramla servis edilen ‘yeni’ dış politika, iktidar çevrelerince ‘yeni’ Türkiye toplum mühendisliğinin temel unsurlarından biri olarak görülüyordu. Aslında söylemsel bir dizi yenilik taşısa da bu dönem politikalarının, büyük ölçüde geleneksel TDP’nin devamı niteliğinde olduğu (1), hele de Kıbrıs, Ege ihtilafları gibi kronik sorunlarda kısa sürede eski geleneksel çizgiye dönüldüğü görüldü.

İşte o zamanlar dış siyaset bağlamında söylenenler ve yapılanlar, çoğunlukla yeryüzünün gerçeklerindense bazı ‘derin’ hülyalarla şekillendiğinden bir paradigma değişikliğine yol açamadan tarihin tozlu sayfalarının konusu haline geldiler. Türkiye’nin Kafkaslardan Balkanlara ve Ortadoğu’ya uzanan geniş bir coğrafyada ‘bölgesinde oyun kuran’ lider ülke olma iddiası da herhangi bir sonuç üretmedi. Tıpkı daima yumuşak güce öncelik veren, barışçıl ve ezilenlerin yanında normatif bir güç olarak konumlandırılması gibi. Oysa bugün Suriye’den Libya’ya ve Doğu Akdeniz’e uzanan hatta gördüklerimiz TDP’de hayra yorulamayacak ve Cumhuriyet tarihinde rastlanmayan gerçek bir paradigma değişikliğine işaret ediyor. Bazıları, bunu TDP’nin askeri gücü ve güvenlikleştirmeyi esas alan ‘eski’ dönemlerine bir dönüş olarak görse de aslında olup biten tam anlamıyla yeni bir dış politika anlayışının hayata geçirilmesi anlamına geliyor. Kısacası dış politika yapım süreçleri, kullanılan enstrümanlar ve dış politik tercihlerinin ifade ediliş biçimi düşünüldüğünde bugüne değin görülmemiş olgularla karşılaşıyoruz.

Bu yazının başlıca amacı, AKP’nin ‘ustalık dönemi’ olarak tanımladığı 2011 seçimleriyle başlayan, 2013 yazındaki Gezi Parkı olaylarından ve özellikle de 2016 Temmuz'undaki başarısız darbe girişiminden sonra olgunlaşan bu dış politika yaklaşımını ana hatlarıyla anlamaya çalışmak. Daha önce yazdığımız gibi Türk dış politikasının bu yeni dönemi, popülist dış politika olarak tanımlanabilir (2). Zira formülize edilişi, icrası ve söyleme dökülüş biçimi olarak popülist siyasetin hemen bütün unsurlarını taşımaktadır. Örneğin, önde gelen popülist rejimlerden biri olan Modi Hindistan’ında olduğu gibi Türkiye’de de popülist dış siyasetin, geleneksel dış politika bürokrasisinin ve kurumlarının hedef alınmasıyla başladığı ileri sürülebilir. Erdoğan’ın ‘monşerler’ tabirinde cisimleşen bu görüşe göre mevcut elitist dış politika bürokrasisi, halkının değerlerine yabancılaşmış, tamamıyla Batı yanlısı ve eski rejimi simgeleyen dar bir seçkinci zümreden ibarettir. Bunun sonucu olarak hariciye bürokrasisi ve tabii Dışişleri Bakanı gittikçe pasifize edildi ve dış politikada karar alma süreçleri merkezileşti ve hatta kişiselleşti. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçişle birlikte tek yürütme otoritesi durumuna gelen cumhurbaşkanı, dış politikanın stratejik hedeflerini, yönünü, içeriğini ve nasıl icra edileceğini tek başına belirleme güç ve yetkisini de elde etti. Günümüzde tüm önemli dış politika açıklamaları Erdoğan tarafından yapılmakta, uluslararası toplumla en önemli ikili ve çok taraflı müzakereleri Erdoğan yürütmekte ve üst düzey uluslararası toplantılarda Türkiye’yi cumhurbaşkanı temsil etmektedir. Birçok konuda dış politika, hariciyenin uzun koridorlarında ve Dışişleri Bakanı'nın insiyatifiyle değil Erdoğan’ın dünya liderleri kurduğu kişisel ilişkiler ve telefon diplomasisi üzerinden şekillenmekte (3) Bu dış politika icra tarzı, Trump Amerika’sı ve Putin Rusya’sı gibi yürütmenin güçlendiği diğer popülist rejimlerde de gittikçe yaygınlaşıyor.

Söylemsel düzeydeyse, Gezi protestolarıyla birlikte anti-emperyalizm kisvesi altında Batı karşıtı popülizm, Türkiye’de anaakım dış politika söyleminin başat unsurlarından birine dönüştü. AKP’nin ilk döneminde Türkiye’nin kendisini Batı'dan değil Batı merkezcilikten uzaklaştırdığı ve birçok bölgeyle birlikte Avrupa’ya da eşit mesafede durduğu önemle vurgulanıyordu. Ancak son yıllarda, aynı anda birçok bölgeyle ilişkisi olan ve kimliğinin İslami ve Batılı unsurlarını başarıyla sentezlemiş Türkiye imajının yerini şiddetli bir Batı karşıtlığına bıraktığı gözlemleniyor. İslami Türk kimliği, düşman öteki olarak görülen Batı'ya karşı üstenci bir söylemle yeniden tanımlanıyor (4). Batı ve Doğu, birbirlerine tamamen karşıt değerleri savunan, birbirleriyle küresel ölçekte mücadele etmekte olan iki uzlaşmaz kutup olarak görülüyor.

İşte bu ikili karşıtlık içinde Batı, yeknesak ve homojen bir yapı olarak Türkiye’nin temsil ettiği ne varsa tam zıddını benimseyen ve vaaz eden olarak konumlanıyor. Böylelikle Türkiye, erken AKP döneminde her ikisiyle de kurduğu güçlü siyasi ve kültürel bağlarla Doğu ve Batı medeniyetlerini birleştiren ülke olma vasfından çıkarak yeri kesin suretle Doğu medeniyeti içinde olan ve onun değerlerini Batı'ya karşı var gücüyle savunan bir ülke konumuna giriyor. Türkiye ayrıca mazlum Müslüman toplumlarının yanında yer aldıkça İslamofobiyle zehirlenmiş olan Batı, Türkiye’yi dört bir koldan kuşatıyor. Terör örgütlerine, darbecilere kucak açarak Türkiye’yi sürekli zayıflatmaya, yerli ve milli politikalarının altını oymaya çalışıyor.

Ancak bugün artık popülizm kavramının Türk dış politikasını tek başına açıklamaya yetmediği bir gerçek. Türk tipi cumhurbaşkanlığı rejiminde TDP’nin, popülizmi kapsayan ama onu aşan nitelikleri var ve bunların başında da söylemsel ve pratiğe dökülen bir İslami soslu militarizm geliyor. Militarizm cephesinden başlarsak, Türkiye’nin bölgesel ve sonrasında küresel bir aktör ve önemli uluslararası sorunlarda sözü dinlenir bir ülke olabilmesinin tek yolunun askeri açıdan güçlü olmaktan geçtiği düşünülüyor. Buna göre Türkiye, ikili veya çok taraflı uluslararası müzakerelerde sonuç almak istiyorsa sahada askeri güç kullanmaktan ve gerek kendi güçlerini gerekse dostane yabancı güçleri harekete geçirmekten kaçınmamalıdır. Türkiye’nin dış politika geleneğinde 2010’lara kadar sürdürülen uluslararası çatışmalarda hep barışçıl taraf ve/veya arabulucu olma/öyle görünme, ülkelerin toprak bütünlüğünü savunarak tarafları itidale davet etme tavrı, ülkeye hiçbir şey kazandırmadığı gibi her cephede çıkarlarının gerilemesine neden olmaktadır. Rusya’nın Suriye’de gösterdiği gibi masa başında söz sahibi olmanın yolu, sahada askeri güç unsurlarını çekinmeden kullanmaktan geçmektedir. Türkiye, bölgesel nüfuz ve etki mücadelelerinde, çıkar çatışmalarında ancak güçlü bir askeri sanayi kompleksiyle desteklenmiş politikalarla dengeleri kendi lehine çevirebilir.

Bu kapsamda Türkiye, tarihinde ilk kez bir sınır komşusunun (Suriye) iç savaşına doğrudan müdahil olabiliyor, mevcut rejimi düşürmek amacıyla silahlı muhalefetin bir kısmıyla her türlü işbirliğine giriyor, dahası orada sürekli asker bulunduruyor. Bu da bizi TDP popülizminin ikinci unsuru olan mezhepçiliğe, daha açık bir deyimle İhvancılık’a götürüyor. Geleneksel Türk dış politikasının, Ortadoğu’daki çatışmalara taraf olmama (Filistin istisnasıyla), bölge ülkeleriyle ikili ilişkiler dışında yükümlülüklere girmeme yaklaşımı, başta Davutoğlu olmak üzere AKP’nin ilk dönem dış siyasetini yürüten kadrolarca da bolca eleştirilirdi. Hatta AKP’nin politikalarının ‘proaktif’ niteliği ve meşruiyeti, geleneksel politikalarla kurulan ikili karşıtlıklar (pasif/proaktif, Batı merkezci/çok merkezli vb.) vasıtasıyla anlatılırdı. Ne var ki pratikte geleneğin bozulmadığı, Suriye-İsrail müzakerelerinde olduğu gibi Türkiye’nin arabuluculuk rolüne soyunmaktan vazgeçmediği ve çoğunlukla uluslararası çatışmaların taraflarını itidale çağırmaktan ileri gitmediği gözlemlenirdi.

Elbette tarihte hiçbir dönem, bıçakla kesilmiş gibi başlayıp bitmiyor. Ancak dış ve iç siyasette AKP İslami popülizminin, 2011 seçimleri sonrasında Erdoğan’ın yaptığı ve partisinin zaferinin, Filistin’den Bağdat’a tüm Müslüman coğrafya için yeni bir döneme işaret ettiğini açıkladığı konuşmayla başladığı söylenebilir (5). Erdoğan’ın ‘İzmir ile Beyrut’un’, ‘Ramallah ile Diyarbakır’ın’ kendileri için aynı değerde olduğunu açıkladığı sıralarda Arap Baharı da iyice alevlendi. Birçok gözlemciye göre Türkiye’de iktidar, bunu bölgenin Batı destekli diktatörlerden kurtarılarak kendi çizgisine çok daha yakın bulduğu Müslüman Kardeşler (İhvan) geleneğinden gelen partilerin seçimlerle işbaşına gelmeleri için bir fırsat olarak yorumladı. Böylelikle Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Türkiye etki alanını genişletecek, AKP iktidarı içeride ve dışarıda sarsılmaz bir güce kavuşacaktı. Türkiye’nin bölgesinde lider ülke olma hayali de gerçekleşecekti.

Ne ki Arap Baharı'yla Müslüman Kardeşler geleneğinden gelen güçlerin iktidarlarına yapılan yatırımlar, kısa zamanda boşa çıktı. Ancak bu, popülist dış politikanın İslami mezhepçi unsurundan vazgeçilmesine yol açmadı. Nitekim Suriye’deki bir kısmı açıkça cihatçı olan unsurlarla işbirliği hem de bu ülkeyi aşan boyutlarda sürdürülüyor. Türkiye’de iktidar, bu kez Libya’da Katar’la birlikte ‘İhvan kuşağına’ yatırım yapıyor (6). Libya’da açıkça Trablus hükümetinin hamisi haline gelen Türkiye, burada gerek kendi gerekse Suriye’den taşıdığı unsurlarla etkili olmaya çalışıyor. Bu ülkenin petrol kaynaklarının işletilmesinde söz sahibi olarak enerji bağımlılığını önemli ölçüde azaltabileceğini umuyor. Türkiye ayrıca Trablus yönetimiyle imzaladığı münhasır bölge antlaşmasıyla Doğu Akdeniz’de aleyhine oluşmuş dengeleri değiştirmeye çalışıyor. Türkiye’nin 1990’lardan bu yana önem atfettiği Doğu Akdeniz’de bu şekilde yalnızlaşmasına, özellikle son yıllarda güç kullanım tehdidinin, diplomasinin önüne geçmesi yol açtı. Öte yandan, bir dizi Arap ülkesinin desteğini alan Mısır’ın Libya’ya asker çıkarmasının konuşulduğu bugünlerde Türkiye’de iktidar blokunun, Sirte-Cufra operasyonunun eşiğinde olduğu söyleniyor.

Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesiyle İslami popülizm içeride şahlanırken, dışarıda kimlik politikaları Türkiye’yi ne aynı medeniyet kutbunun içinde olduğunu varsaydığı ülkelere ve ne de Batı alemine yaklaştırıyor. Bilhassa Batı'da Türkiye’de rejimin sekülerizmden ve demokrasiden hızla uzaklaştığı kanısı yaygınlaşıyor. Suriye’den Libya’ya askeri güçle kurulan denklemlerin içinde yer almanın bedeli, her defasında askeri çatışmalara daha fazla gömülmek olarak kendisini gösteriyor. Türkiye’de iktidar bloku, popülist kimlik politikalarının ve askeri oyuncakların büyüsüne kapıldıkça ne yazık ki Türkiye halklarını daha karanlık günler bekliyor.

(1) Özel, Soli ve Özcan, Gencer. 2011. Do New Democracies Support Democracy? Turkey’s Dilemmas. Journal of Democracy 22 (4): 124-38.

(2) Kaliber, Alper ve Kaliber, Esra. 2019. ‘From De-Europeanization to Anti-Westernism: Turkish Foreign Policy in Flux’, International Spectator 54 (4) 2019: 1-16.

(3) Aras, Bülent. 2017. Turkish Foreign Policy after July 15. İstanbul Politikalar Merkezi brifingi.

(4) Alaranta, Tony. 2015. National and State Identity in Turkey: The Transformation of the Republic’s Status in the International System. New York, London: Rowman and Littlefield, s. 31.

(5) ‘Başbakandan üçüncü balkon konuşması’. Hürriyet, 12 Haziran 2011.

(6)  Taştekin, Fehim. 2020. ‘10 olmazın elinde bir olura bakan Libya’, Gazete Duvar, 23 Temmuz.

* Doç. Dr., Altınbaş Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü