Merkez Bankası bir Pantheon değildir
Merkez bankaları, 1980’lerden bu yana takip edilen piyasa-yanlısı politikaların sürdürülmesini kolaylaştıran ve bunları meşrulaştıran kurumsal bir politik kalkana dönüşmüşlerdir. Böylece insanların gerçek refahını dikkate alacak daha iyi kurumsal yapıların düzenlenmesi sürekli ötelenmektedir. Sorunlar ortaya çıktığında direksiyon başında olunduğu ve bunların geçici aksilikler olduğu düşüncesine meşruluk kazandırılmaktadır.
Ensar Yılmaz*
İktisat literatüründe temel ayrışma konularından biri, paranın mı yoksa maliye politikasının mı daha etkin olduğu tartışmasıdır. Bu tartışma Maynard Keynes’le başladı, Milton Friedman’la devam etti. Konjonktürel olarak bu politikaları savunanlar bazen aynı fikirde oldular bazen ayrıştılar. Fakat günümüz dünyasında bu tartışmanın artık daha sağlıklı bir içeriğe evrilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden de bu yazımda dünya genelinde merkez bankalarına atfedilen gereksiz ve abartılı rolden bahsetmek istiyorum.
Gerçekte bir iktisatçı olmama rağmen bu kadar faiz, döviz kuru ve borsa konuşulmasından çok sıkıldım. Üstelik yıllarca makroekonomi dersi vermiş biri olarak bunu söylüyorum. Makroekonomi neredeyse para teorisine indirgenmiş durumda. Çok sayıda insanın bundan çok sıkıldığını da tahmin ediyorum. Neden sürekli yönünü arayan ve yıldızlara bakarak yön belirlemeye çalışan finansal piyasalarla karşı karşıyayız ve neden bu kadar çok finansal piyasaları konuşuyoruz? Neden bir saat içinde anlamını yitiren tonlarca finans bilgisi ile bu kadar muhatabız? Neden merkez bankalarına sürekli yüzümüzü çevirdiğimiz “Pantheon’ muamelesi yapıyoruz? Ve neden merkez bankası başkanlarının açıklama yaptıkları gün giydikleri kıyafetler, kullandıkları kalemler, satır aralarına sızmış anlamlar üzerine yapılan saçma sapan münakaşalara bu kadar dahil oluyoruz? Bunlar aslında masumca sorulmuş olsa da o kadar da masum cevapları olan sorular değiller.
Bu soruların ima ettiği şeyler sadece finansçıların bir heyecan arayışı veya katlanmak zorunda olduğumuz bir durumun görüntüleri değildir. Merkez bankaları önemli kurumlardır ama bu kadar öne çıkarılmalarının politik ve ideolojik bir arka planı olduğunu düşünüyorum. Merkez bankaları, 1980’lerden bu yana takip edilen piyasa-yanlısı politikaların sürdürülmesini kolaylaştıran ve bunları meşrulaştıran kurumsal bir politik kalkana dönüşmüşlerdir. Böylece insanların gerçek refahını dikkate alacak daha iyi kurumsal yapıların düzenlenmesi sürekli ötelenmektedir. Sorunlar ortaya çıktığında direksiyon başında olunduğu ve bunların geçici aksilikler olduğu düşüncesine meşruluk kazandırılmaktadır.
Dünya genelinde her şeyden önce ülkelerin para politikalarına (kısmen maliye) bu kadar sık başvuruyor olmaları dahi aslında mevcut iktisadi sistemin kırılgan ve kötü bir şekilde tasarlandığının göstergeleridir. İnsanların gerçek refahını belirleyen temel iktisadi yapılar “para tülü” ile görünmez hale getirilmektedir. Para ve maliye politikalarının kriz dönemlerindeki düzeltici hamleleri ekonominin iki temel problemini, gelir dağılımı bozukluğunu ve işsizliği, mevcut haliyle tutmaktan ibarettir. Fakat bu durum zamanla her iki problemin de daha da kronik bir yapıya dönüşmesini engelleyememektedir. Merkez bankalarının bu yapı içindeki işlevini biraz sorgulamak istiyorum.
Günümüzde özellikle gelişmiş ülkelerde merkez bankaları artık finansallaşma ile ortaya çıkan heyula ve girift bir yapı içinde hareket alanlarını ve etkileme güçlerini kaybetmişlerdir. 2008 global finansal krizi öncesi ABD’de enflasyonun hatta işsizliğin bile düşük bir düzeyde olmasına rağmen finansal yapının raydan çıkmasına engel olunamaması bunun en önemli göstergesidir. Bu yüzden kriz sonrası merkez bankalarını daha da güçlendirmek için makroekonomik ihtiyati tedbirler adı altında finansal aktiviteleri de kontrol etmek gerektiği düşüncesi kabul görmeye başladı. Bunun anlamı sadece enflasyon üzerinde yoğunlaşmanın makro ekonomik sistem için yeterli olmadığının farkına varılmasıdır. Fakat makro-ihtiyati politikalar da oldukça belirsiz ve kontrolü zor politikalardır. Çünkü çok boyutlu ara hedefleri vardır (kredi genişlemesi, kaldıraç, aktif fiyat artışı gibi). İkincisi, finansal istikrarı tanımlamak ve bunu temsil eden hedefleri ölçmek oldukça zordur, örneğin aktif fiyatlarındaki değişimin köpük olup olmadığı tespitinde karşılaşılan zorluk gibi. Üçüncüsü, problem olduğu görülse bile buna müdahale etmenin politik risklerinin olmasıdır. İşler iyi gidiyorken artan aktif fiyatlarını dizginlemek için faizi artırmak seçmenlerin/hanehalklarının tepkisine neden olabilir. Tüm bu nedenler makro-ihtiyati politikalarının da sınırları olduğunu ve çok da sağlam temellere dayanmadığını göstermektedir. Dolayısıyla merkez bankaları hâlâ sürekli farklı risk alanları ortaya çıkaran oldukça kompleks yapılar içinde hareket etmek zorundalar, bu da yapısal anlamda çok şeyin değişmediği anlamına gelir.
Tüm bu yeni yaklaşımlara ve parasal enstrümanlara rağmen merkez bankalarının izlediği politikalar ile yapabilecekleri sınırlıdır. Bu özellikle 2008 global finansal krizinde de çok net olarak görüldü. Merkez bankalarınca görülmemiş düzeyde yapılan müdahalelere rağmen (faizin sıfıra çekilmesi, devasa varlık alımları gibi) ekonomilerin iyileşmesi oldukça zaman almıştır. ABD’de kriz sonrası kaybedilen milyonlarca işçinin geri dönmesi yaklaşık 6-7 yıl aldı. 1930’lardaki Büyük Bunalım dönemlerine nispeten daha genişleyici bir para politikasının izlenmesinin krizin derinliğini ve süresini azalttığı doğrudur. Fakat bu, milyonlarca insanın işinden olmasını ve yıllar sonra ancak işlerine geri dönmelerini engelleyememiştir. Bunu bir başarı gibi göstermek ve bundan merkez bankalarına paye çıkarmak, bu insanlar için oldukça yıkıcı olan süreci çok küçümsemek olur.
İktisadi krizlere karşı para politikalarının (maliye politikaları da bir ölçüye kadar) etkili olmamasının veya sınırlı düzeyde etkili olmasının en büyük nedeni ekonomik sistemin krizle birlikte içeri doğru çökmesidir. Bununla ne demek istediğimi oyun teorik bir kavram olan koordinasyon başarısızlığı ile anlatayım. Kriz dönemlerinde karamsarlık (kötü beklentiler) aktörlerin daha iyi bir dengeye varmasını engeller. Çünkü her aktörün davranışı sadece kendi refahını değil, diğer aktörlerin de refahını etkiler. Tüketimimi sadece ben kısarsam çoğu insan bundan zarar görmeyebilir, ama herkes tüketimini kısarsa herkes zarar görür. Oysa herkes kendi tüketimini kısarken bir diğerinin tüketimini kısmamasını ister. Sonuçta herkes böyle düşündüğü için herkes tüketimini kısar. Firma için de aynı şey geçerlidir. Her firma kendi işçisine maliyet, diğer işçilere talep gözüyle bakar. Fakat sonuçta herkes kendi maliyetini düşündüğünden ortaya her firmanın kendi işçisini çıkardığı bir durumla karşı karşıya kalırız. Ortada aktörlerin davranışını daha iyi bir düzeye getirecek ciddi bir koordinasyon problemi vardır. Bunun doğal bir sonucu olarak da ortada sürdürülebilir bir talep kalmaz. Bu bir tür mahkumlar çıkmazı problemidir, tek başına hareket etmek daha rasyonel görülür ama sonuçta herkes kendini daha kötü bir düzeyde bulur. Yani bireysel rasyonalite toplumsal rasyonalite ile sonuçlanmaz. Faiz veya diğer parasal enstrümanlar bu koordinasyon problemini yönlendirecek ve çözecek güçte değildir.
Kompleks bir iktisadi yapının içindeyiz. Bu yapı içinde çıkarları birbiri ile çatışan çok sayıda aktör vardır. Faiz oranında veya döviz kurundaki bir değişimin kreditör/borçlu, ihracatçı/ithalatçı, emek/sermaye, küçük/büyük firma, yoksul/zengin, finans/sanayi gibi çok sayıda ikili yapıları farklı etkileyeceği oldukça açık. Hatta bu ikili yapıların durumları birbirine yakın olduğunda ekonomi için tek bir hikaye anlatmak çok daha güçleşir. Para politikası enstrümanlarının ekonomideki aktörleri farklı etkilediğini görmek gerekir. Bunun dikkate alınmaması, büyük oranda makroekonomideki temsili aktör kavramının yaygın bir şekilde bir “birleşik liberal hikaye” arayışından kaynaklanmaktadır. İktisadi problemlerin sahası genişledikçe merkez bankalarının kontrol mekanizmaları ve enstrümanları da artmaktadır. Bu aslında arka plandaki devasa problemleri görmeden merkez bankalarının artan sorunları sürdürülebilir kılmak için kendilerine verilen ağır yükten kaynaklanır. Bu, faizle her şeyin halledebileceğini düşünmektir, gerekirse faizle korona virüsünü dahi kovalanabilir. Oysa faiz ile yapılacaklar bellidir ve sınırlıdır.
2008’deki global kriz sonrasında dünya genelinde iktisadi hayatın temel sorunları daha fazla konuşulmaya başlandı. Bunların arasında gelir dağılımı bozukluğu, sosyal mobilitenin düşmesi, firmaların tekelleşmesi, finansallaşma, büyümenin yavaşlaması gibi oldukça önemli sorunlar vardır. Bu temel sorunları çözmeden veya üzerine düşünmeden merkez bankalarının para politikasına bu kadar yoğunlaşmak hedef saptırmaktır. İzlenen para politikaları ile finansal veya pandemi gibi krizlerin etkileri hafifletebilir ve büyüme için biraz alan da açabilir. Fakat para politikaları bu sorunlar çözülmeden veya hafifletilmeden çok daha derin komplikasyonlara her zaman açık olacaktır.
Bunu açıklamaya çalışayım. Gelir dağılımı üzerinden gidelim. Gelir dağılımı problemi, bir eşitlik problemi olmasının yanında aynı zamanda bir talep problemidir. Yani zenginlerin yoksullardan daha fazla kazanıyor olması ciddi bir talep sorunu yaratmaktadır çünkü zenginlerin marjinal tüketim eğilimi (yani kazandıkları gelirden tüketime ayrılan kısım) düşük olduğundan harcamaları gelirleri oranında artmamaktadır ve bu da ekonomide istikrarlı bir talebin oluşmasını engellemektedir. Gelir dağılımının oldukça sorunlu olduğu böyle bir yapıda örneğin faiz indirimi ile kredi genişlemesine ve dolayısıyla talebin artırılmak istenmesi alım gücü olmayan insanların borçlanmasına neden olmaktadır. Bunların sürdürülemez olduğunu tarihsel olarak biliyoruz. Faiz indirimi aynı zamanda bunu fırsat bilen popülist politikacıların işini de kolaylaştırmaktadır. Bu durum bugün aynen Türkiye’de olduğu gibi belli bir talep düzeyini yakalamak için düşük gelir gruplarına sahip insanların düşük faizle borçlanmaya itilmesinde de görülmektedir. Söylemek istediğim faiz indirimi öyle bardakta durduğu gibi durmamaktadır, mevcut sorunlar orta yerde duruyor iken neden olabileceği komplikasyonlar oldukça yüksek maliyetler taşımaktadır. Para politikalarının yarattığı bu tür komplikasyonları yukarıda saydığım farklı çıkar gruplarını içeren tüm ikili yapılar için farklı mekanizmalarla nasıl çalıştığını ifade edebilirim, fakat buna yerimiz müsait değil.
Merkez bankalarının faiz politikaları üzerinde biraz daha duralım. Merkez bankacılarının kafalarında doğal işsizlik oranı diye bir kavram vardır, yani ekonomi potansiyele yakın bir kapasitede çalıştığında emek piyasasındaki sürtünmelerden kaynaklanan her zaman bir işsizlik düzeyinin olduğu kabul edilir. Bu oranın altına inilirse ekonomi ısınır, ücretler ve fiyatlar artar, dolayısıyla enflasyonist bir baskı oluşur. Bu yüzden ön bir tedbir olarak faizler yükseltilir. Örneğin 2010’lu yılların başında bazı ekonomistler ABD için doğal işsizlik oranının yüzde 6-7’nin altına inerse bunun enflasyonist etkide bulunacağını ifade ettiler. Fakat yıllar sonra (Trump döneminde) işsizlik oranı yüzde 4’ün altını gördü, buna rağmen enflasyonda ciddi bir kıpırdanma olmadı. Yanıldılar çünkü doğal işsizlik düzeyi (ki eğer böyle bir düzey mevcutsa tabii) hesapladıkları işsizlik düzeyi ile uyumlu değildi. Doğal işsizlik düzeyi gerçekte sabit bir şey değildir, enflasyonu artırmayan bir işsizlik düzeyi olarak görülebilir ama bu düzeyin ne olduğunu bilmek zordur. Bu daha çok deneme-yanılma yoluyla bilebileceğimiz bir durumdur, yani fiili anlamda enflasyon hızlandığında ancak bunu gözlemleyebiliriz.
Bu yüzden FED Başkanı Jerome Powell senato komisyonunda yaptığı bir açıklamada doğal işsizlik kavramını oldukça esnek tanımlamak zorunda kaldı: “Açıkça doğal işsizlik kavramına ihtiyacımız var ve bu bize işsizliğin yüksek mi düşük mü olduğuna dair bir kanımızın oluşmasına yardımcı olmaktadır”. Yani kendisi her şeye rağmen bir doğal işsizlik düzeyine ihtiyacımız olduğunu belirtme gereği duyuyor ve konuşmasının devamında da doğal işsizlik oranı düzeyi konusunda yanıldığını kabul ediyor. Yani merkez bankaları doğal işsizlik göstergesi üzerinden tasarlanan bir soğuma-ısınma mekanizması yoluyla faiz politikası belirlemektedirler. Başka bir ifade ile, enflasyon canavarının gözlerinden yoksulların ücret artışını negatif bir şeymiş gibi görmeye çalışan bir merkez bankası yaklaşımı ile karşı karşıyayız. Bu Karl Marx’ın ücretlerin baskılanması için kapitalist sistemin yeterince işsiz yarattığını ifade etmek için kullandığı “yedek işsizlik ordusu” kavramı ile çok yakından ilişkilidir. Kısaca, merkez bankalarını enflasyon konusunda başarılı gösteren şey milyonların işsiz kalmasını kabul etmekten geçiyor.
Aslında merkez bankacıları, merkez bankacılığının sınırlarının, aynen askerlerin savaşın yıkıcı yüzünü sivillerden daha iyi bilmeleri gibi, daha fazla farkındalar. Bunu FED Başkanı Jerome Powell ve Avrupa Merkez Bankası Başkanı Christine Lagarde da ifade etti. Maliye politikasının önemine ve sürdürülmesine işaret ettiler. Fakat bu politika önerileri de sadece kriz anlarına dönük önerilerdir. Oysa problem dediğim gibi daha yapısaldır. Devletlerin sadece kriz dönemlerinde faiz indirmek, mali harcama yapmak, vergi düşürmek gibi sürekli bir itfaiyeci faaliyetinde bulunması ve yanan onlarca şey sonunda bazılarımızın kalanlarla yetinmek zorunda kalması sorunlu değil mi?
Merkez bankaların bekçiliğini ve itfaiyeciliğini yaptığı ve sürekli krizlerle sonuçlanan kırılgan ve eşitsizlikler üreten bir yapıdan daha sağlam, etkin ve eşitlikçi yapılar kurabilmeliyiz. İnsanların gerçek refahı için emek piyasalarına odaklanmadan yapısal problemlerin hiçbiri sağlıklı bir şekilde çözülemez. Bunun için emek piyasalarında yapabileceğimiz çok şey var. Bu problemleri çözecek çok sayıda yöntem geliştirilebiliriz; iş garantisinden, evrensel gelire, işçi-sahipli şirketlere, devletin istihdamdaki payının artırılmasından, şirketlerin işçilerle birlikte yönetilmesi gibi. Yani kısaca “kredi için son merci” kurumlarından çok “istihdam için son merci” kurumlarına ihtiyacımız var.
*Prof. Dr., Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü