Hüviyet-i meçhulü* yeniden düşünmek

Neden pandemi sürecinde hem Kilyos’ta mezar açmalar hem de Kürt mezarlıklarına olan saldırılar yoğunlaşmıştır? Neden 2020, mezarlıklara yönelik müdahalelerin zirvede olduğu bir sene olmuştur? Evsizler, konutsuzlar, kimsesizler, toplumsal dezavantajlı bütün azınlıklar, Kürtler pandemi sürecinde, hayatları kadar ölülerini de nasıl koruyacaklardır? Koruyabilecekler midir?

Google Haberlere Abone ol

Berfin Atlı**

Marguerite Duras; ağlamak ve yası kendi başına bir uygarlık gibi taşımak gerektiğini söylemişti. Ölüm anılarının uygarlığı gibi. Bu yazıyı, bu uygarlıktan atılanları daha çok düşünmemiz gerektiği için yazıyorum öncelikle. Antigone'nin çabası üzerine daha çok düşünmek için. Virüsün bıraktığı yassızlık, vedasızlık üzerine, yaşamlarımız kadar, ölümlerimize de ne yaptığı üzerine, “stay at home” karşısına dikilen evsizlik, kimsesizlik üzerine daha çok düşünmek için. Yasın gücüne önem vermemiz gerektiğini salgından çok daha evvel söylemişti aslında Judith Butler. Ama şimdi, yassızlık üzerine düşünmeliyiz. Bir biçimde, mezar taşlarına sarıldığımız, toprağa dokunduğumuz, sevdiklerimizi yıkadığımız ve ardından hayatın daha ağır bastığı zamanlar geride kaldı çünkü. Fakat, bunların hiçbirini yapamadan nasıl yaşam yeniden galip çıkacak diye sorduğumuzda, sessizlik sedasız yıllardır fark edilmeyi bekleyen ve pandemi sürecinden önce de eşitsizlikleri aslında görünür olan hüviyet-i meçhul çıkıyor karşımıza: Kimsesizler, kimliği belirsizler, kimsesizler mezarlıkları.

2018 ve 2019 yıllarında İstanbul Zincirlikuyu Mezarlıklar Müdürlüğü ve Kilyos Mezarlığı olarak sınırladığım bir alanda kimsesizler mezarlıklarının peşine düştüğümde amacım, kimsesizliğin ne demek olduğunu anlamaktı, ona bir tanım getirmek değil. “Kimsesiz nedir, kimdir? Kimin kimsesiz olduğuna nasıl karar veriliyor, kimler karar veriyor? Kimsesizlik hangi koşullarda, nasıl üretiliyor? Bir kimsesizler mezarlığına neden ihtiyaç duyuluyor, defin alanları neden kimliklere göre bölünüyor? Kimsesizlik bir politika mı ve eğer öyle ise devlet kimsesizliği meşru kılmak için nasıl bir yol izliyor?" gibi sorularla yola çıkmıştım. Bunlar elbette kolay sorular değildi, haliyle cevaplarına erişmeye çalışmak zordu. Gerek kimsesizlik ve kimsesizler mezarlıklarına ilişkin o ana dek yapılmış bir çalışma olmamasından (1), gerekse sahaya daha önce herhangi bir araştırmacının gitmemiş olmasından kaynaklıydı ve çalışılmasının ne kadar gerekli olduğunu kavrıyordum. Bu süreçte sahada memurlar, personeller ve gassallar, bulabildiğim bazı ölü yakınları ile çeşitli derinlemesine görüşmeler yaptım. Çoğu zaman bazı kurumsal engellere takıldım, zor da olsa izin yazıları ile fotoğraf çekmek, kayıtlara erişmek, arşiv taramak mümkün oldu. Bu da mezarlıklarda hassas bir dengenin varlığını açıklıyordu aslında.

Araştırma sonunda, farklı pek çok insanın, Kürtlerin, Suriyelilerin, dezavantajlı toplumsal gruplardan gelen pek çok kadının, erkeğin, göçmenin, mültecinin, farklı din ve ırktan insanın, hatta ceninlerin, organ parçalarının, bazen yalnızca kemiklerin, kafataslarının, politik kimselerin, yakılmak istemeyen Budist bir rahibin bile kimsesizler mezarlığına gömüldüğünü görmüş ve başlarına yalnızca bir numara konulduğunu öğrenmiştim. Kimsesizler mezarlığı değil, kimsesizleştirilenlerin mezarlıklarıydı sanki bu numaralı alanlar. Kimsesiz, yalnızca ailesiz değil, barınaksız, konutsuz, güvencesiz, fazlalık haline gelmiş insan yığınından biri olarak karşıma çıkıyordu Kilyos’ta. Meçhullüklerine çeşitli prosedürlerle karar veriliyordu. Numaralara indirgenmişlerdi. Butler, Adorno Ödülü konuşmasında, kimin yaşadığı, kimin yaşıyor göründüğü, kimin hayatının yasının tutulup tutulmadığını ele alarak, yası tutulamayanın tarifini yapmıştı. Ona göre, değeri olan hayat, yası tutulabilir hayat ise, bu hayat aynı zamanda “desteklenmiş” bir hayattı. Gerek ekonomik koşullarca, gerek sağlık, istihdam ve barınma ile, gerekse sosyal ve siyasi pozisyonlar tarafından kuşatılarak desteklenen bu hayat, kırılganlıktan olduğu gibi, yası tutulamayan olmaktan da korunmaya değer hale geliyor ve böyle tanınıyordu. Biyopolitik meselelere her geçen gün yenilerinin eklendiğini hatırladığımızda ve Covid-19 salgını ile daha görünür olan çeşitli eşitsizlik biçimlerini düşündüğümüzde, hüviyet-i meçhulün Foucaultcu kavrayışla biyopolitikliği aşikar hale geliyor. Mezarlık alanını kimliklere, statü gruplarına, dini inançlara ya da etnik kökenlere göre bölümlemek, bir topluluğu farklı yollara ayrıştırmanın yeni bir yöntemi olarak kullanılabilir, kullanıldı, kullanılıyor. Hüviyet-i meçhule ayrılan ayrıksı alan, çeşitli ameliyat atıkları, ceninler ve organlar ile beraber gömüldükleri, açılmaya ve taşınmaya (nakl-i kubur) her zaman müsait olmaları, kayıtlarının eski usul defterlerde kalması, çıplak bedenlerinin emniyet sitelerinde özgür erişime sokulması yok sayılıyor. Defter kayıtları; yaş, cinsiyet, etnik köken gibi sınıflandırmalar yapmaya bile imkân vermiyor. 2018’de, “Nasıl oluyor da hayatlarımız hakkında her şeyi bilmek isteyen bir iktidar, kimsesi olmayan ölülerin kaydını dijital ortama aktarmaya dahi gereksinim duymuyor?” diye sormuştum. Demek ki her hayatın bilgisi kullanışlı değil. Peki hangi hayat iktidar için bilinmeye ve “hesaplanmaya” değer? Butler’ın dediği gibi, yalnızca desteklenmiş bir hayat mı?

2020’ye geldiğimizde, Kilyos’ta devam eden kimsesizleştirme politikasının başka muhataplarını görmek mümkün. Bir örnek: Pandemi sürecinde Kürt mezarlıklarına yönelik saldırılar. Diyarbakır, Van, Hakkâri gibi kentlerde Kürt mezarlıklarına olan saldırılar, “örgüt propagandası” gerekçesi ile 2020 Mayıs ayında yoğunlaşsa da aslında son beş yılın gerçekliği. Beş yılda 47 saldırının gerçekleştirildiği, 282 cenazenin ise kaldırımlara gömüldüğünü biliyoruz. 2017’de Bitlis Garzan Mezarlığı'nın yıkıldığı ve buradan çıkarılan 282 cenazenin 261’inin İstanbul’daki Kilyos Mezarlığı'nda kaldırım taşlarının altında plastik kutular içinde üst üste gömüldüğünü biliyoruz. Bir basın açıklaması sırasında Şehmus Işık, son dönemdeki saldırıların Ramazan ayında gerçekleştirildiğine dikkat çekti: “Özellikle Hakkari Yüksekova’daki mezarlık dikkat çekmektedir. Bu mezarlık yedi kez saldırıya uğramıştır.” (2) Ancak bu saldırılarda sadece politik insanların mezarlıkları değil, sivillerin ve çocukların da mezarlarının tahrip edildiğini söylemek gerekir. Ne var ki Yüksekova’da hedef alınan sivil mezarlıklarına yönelik Avukat Ramazan Kurt, sivil ve politik ayrımını tehlikeli bularak şu açıklamayı yapmak zorunda kaldı: " 'Neden sivillerin mezarlarına bunu yaptınız?' söylemi tehlikeli. Bu söylem ölülerimizin bile kriminalize edilerek, hedef gösterilmesi anlamını taşımaktadır. Çünkü dini, kültürü, siyasi ve felsefi inancına bakılmaksızın ölen birinin mezarının tahrip edilmesi ya da cenazesinin alınması ve de cenazeye insanlık dışı muamelede bulunulması kabul edilemez bir durumdur.” (3)

Toplumun dikkatinin salgın hastalıkta olduğu bugünlerde iktidarın mezar saldırılarını devam ettirmesi anlamlı sahiden. Tıpkı Kilyos’taki gibi ölümün sanıldığının aksine herkesi eşitleyen bir şey olmadığını ispatlıyor bu saldırılar da. Kutsal ölüm kisvesi altındaki birleştiriciliği olumsuzluyor. Herkes için eş sayılan bu olguda saklı eşitsizliği ifşa ediyor. Hişyar Özsoy, bu saldırılara ilişkin önemli bir noktaya daha, kolektif tarih ve hafızaya da dikkat çekti: “Kürtlerin ulusal tahayyülünü oluşturan ana dönüm noktalarının hepsi, katliamlarla ve cenazelerle ilgilidir. Halepçe, Dersim, 1925… Yakın dönemde Rojava, Kobanê… Yakılan köyler, cenazesi olmayanlar… Ölümün çok sert ve merkez olduğu bir siyasal tahayyülden bahsediyoruz.” (3) Artık mezarlıklardaki iktidar tasarruflarını anlamaya çalışırken bu gibi ulusal ve evrensel tahayyülleri de düşünmek gerekiyor sahiden. Yeni sorulara ihtiyacımız var. Kürt mezarlıkları ile kimsesizler mezarlıklarında ne gibi benzerlikler var? Kürt dili, Kürtçe mezar taşları ve kimsesizlerin başlarına konulan numaralı kağıtlar birlikte düşünülebilir mi? Butler’ın işaret ettiği gibi her hayatın bilgisi iktidar için kullanışlı değilse ve hangi hayatın iktidar için bilinmeye ve saklanmaya değer olduğu her zaman açık değilse, sadece sosyal ve ekonomik olarak desteklenmiş bir hayatı mı getireceğiz aklımıza? Yoksa konu Kürt mezarlıkları olduğunda bu argüman artık yetmeyecek mi? Kürt mezarlıklarında da Kilyos Mezarlığı'nda olduğu gibi güçlü bir kimsesizleştirme politikası işliyor mu? Nasıl bir kent, mekan ve beden politikası işliyor? İstanbul’un mezarlıklarından başımızı Kürtlerin darmadağın edilmiş mezar taşlarına çevirdiğimizde ne göreceğiz?

Bir ülkeyi yası tutulamayanlar ile beraber düşünmek, içinde yası tutulamayan herkesin öyküsüne bakmak anlamına gelmeli sanıyorum ki. Darmadağın edilmiş bir Kürt mezarlığı ve Kürtçe yazılmış mezar taşları da; numaralarla çevrili bir kimsesizler mezarlığı da hayatın hesaplanabilir, düzenlenebilir ve gerektiğinde gözden çıkarılabilir bir şey olduğunu düşündürüyor. Mezarlıkları ulusal kimliğin inşa mekânları olarak yeniden kurgulamak ve onları ölüyle bağ kurmaya imkân veren hafıza mekânları olarak düşünmek, kimsesizliği ise bu hafızanın en bulanıklaştığı yer olarak tahayyül etmek bu nedenle önemli. Mezarlar, ölünün yaşamla kurduğu son bağ gibi. Aynı zamanda ölü ile hâlâ yaşamakta olanın da buluşma mekanları. En çok da yaşam ve geride kalan için bir anlam ifade ediyor. Jean-Fraçois Perouse, ölüyle başa çıkmanın tek yolu olarak tanımlar mezarlıkları. Ölülerimizin artık "sessiz komşular" olmadığını ve gündelik hayattan yalıtılan mezarlıkların anlamının da değiştiğini vurgular. Bir mezar taşı, göçebelikten pekala kurtarabilir insanı, ölü bile olsa. Yurtsuzluğu, zedeli aidiyeti yok eder, bir ülke kurar mezarlıklar. Türkiye’nin mezarlıklarına ilişkin yapacağımız her araştırmada, hakim kimlikler yerine, önce kimsesizler mezarlıklarını, kimsesizliği anlamaya çalışmalıyız kanımca. Daha farklı sorular doğmasına izin vermeliyiz. Mezar taşını kimler, nasıl anlamlandırır, bu saldırılar kimlerin yas süreçlerini nasıl etkiler, dönüştürür? Neden pandemi sürecinde hem Kilyos’ta mezar açmalar hem de Kürt mezarlıklarına olan saldırılar yoğunlaşmıştır? Neden 2020, mezarlıklara yönelik müdahalelerin zirvede olduğu bir sene olmuştur? Evsizler, konutsuzlar, kimsesizler, toplumsal dezavantajlı bütün azınlıklar, Kürtler pandemi sürecinde, hayatları kadar ölülerini de nasıl koruyacaklardır? Koruyabilecekler midir?

(1) 2020’de yeni yeni bu konuyu gündemleştiren zihin açıcı yazılara denk gelmeye başladım ancak çoğu bu konuya dair bir saha çalışmasının varlığından haberdar değil gibiydi. Örnek için tıklayınız. Çalışmaya dair yazılar Varlık dergisinde yayınlandı, daha sonra ise aynı yayınevinde kitaplaştırıldı.

(2) Mezarlıklara dönük saldırılar kınandı: Elinizi çekin!

(3) Anneler soruyor: Çocuklarımızın mezarından ne istiyorsunuz?

(4) 'Mezarlara saldırı mekândan silme çabasıdır' – Yeni Yaşam gazetesi

Kaynaklar

Atlı, B. (2018, Haziran). Hüviyet‐i Meçhul: İstanbul’da Bir Kimsesizler Mezarlığı. Varlık, (1329), ss. 20‐23.

Atlı, B. (2019). Hüviyet‐i Meçhul: İstanbul'da Bir Kimsesizler Mezarlığı. Kent Kitabı: Mimariden Müziğe Kahvecilerden Mezar Taşlarına (ss. 217‐226 içinde). Der: Nilgün Tutal. İstanbul: Varlık Yayınları

Judith Butler - Adorno Ödülü Konuşması

Perouse, Jean-F. (2017) Nekropol (Ölüler Kenti) ve Metropol (Anakent) Arasındaki Diyalektik Hakkında Birkaç Tespit. MSGSÜ Sosyal Bilimler dergisi, Cilt 1/S. 15, ( 154-155.)

*Hüviyet-i meçhul: Kimliği belirsiz, kimsesiz.

** Sosyolog