İktidarın sivil toplumla imtihanı
Hangi alanda olursa olsun, sivil toplum örgütlerine yönelik bu ayrıştırıcı ve dışlayıcı yaklaşımlar içinde bulunduğumuz siyasal bağlamın demokrasiden ve çoğulculuktan ne kadar uzak olduğunun bir göstergesi. Devletin, hukukun üstünlüğü çerçevesinde sivil toplum örgütlenmesini, bireylerin gönüllü olarak bu tür örgütlerin bir parçası olmasını ve bu örgütlerin ifade özgürlüğünü desteklemesi gerek.
Aslıhan Aykaç Yanardağ*
İktidar ortağı MHP’nin Genel Başkanı Devlet Bahçeli tarafından Türk Tabipler Birliği hedef alınarak söylenen sözler, içinde bulunduğumuz pandemi sürecinin yürütülmesinde kilit rol oynayan tıp doktorlarını hedef alan münferit bir hezeyan değil, tam tersine, iktidarın mevcut sosyo-ekonomik çöküntü haline karşı konumu koruyabilmek için sürdürdüğü kampanyanın son adımı. Geçtiğimiz aylarda çoklu baro sistemi yönündeki düzenlemeler de yine iktidara yönelik muhalefeti baskılamayı ve ülkedeki en önemli meslek örgütlerinden birinin sesini böl-yönet tekniğiyle kısmayı hedeflemekteydi. Bundan hemen önce, Mayıs ayında meslek örgütlerinin seçim yöntemiyle ilgili düzenleme girişimi, Türkiye Mimar ve Mühendis Odaları Birliği (TMMOB) tarafından tepkiyle karşılanmış, TMMOB yaptığı basın açıklamasında bu tür girişimlerin demokrasiye olan tahammülsüzlüğün bir göstergesi olduğunu vurgulamıştır.
İktidarın sivil topluma yönelik baskıcı müdahaleleri meslek örgütleriyle de sınırlı değil. Yalnızca pandemi sürecindeki işçi sağlığı ve güvenliği sorunlarını, yükselen işsizlik oranına karşı sosyal güvenlik ağlarının zayıflığını, sağlık riskleriyle karşı karşıya kalan, hastalık riskine rağmen hijyen standartlarından yoksun ortamlarda çalıştırılan işçilerin durumu göz önüne alındığında iktidarın ayrım yapmaksızın tüm sendikalarla, konfederasyonlarla ve hatta bunların dışındaki enformel işçi örgütleriyle iletişimde olması, sağlık veya sosyo-ekonomik alanlardaki toplumsal riskleri önlemek adına girişimlerde bulunması beklenirdi. Oysa 1 Mayıs 2020, sembolik bir çelenk bırakma etkinliğinin dahi tolere edilmediği, DİSK temsilcilerinin gözaltına alındığı ve en nihayetinde Taksim Anıtı’nda parçalanmış bir çelengin görüntüleriyle hafızamıza kazındı. Konuşmak, müzakere etmek bu kadar mı zor? Bu kadar mı imkansız?
Sivil topluma yönelik hoşnutsuzluk ulusal bağlamı aşıyor, uluslararası örgütleri de kapsıyor. Türkiye 2011 yılından beri başta Suriye olmak üzere farklı ülkelerden gelen göçmen akınına uğruyor. Dönemsel olarak farklı kavramlarla tanımlansa da Türkiye yaklaşık dört milyon Suriyeli göçmene ev sahipliği yapıyor, bu kesim dünyanın en büyük göçmen topluluklarından birini oluşturuyor. Göçmenlerin düzensiz ve kayıtsız olması, ülkenin hemen her şehrine yayılmış olması sorunları da beraberinde getiriyor. Türkiye 2011 yılından itibaren uluslararası sivil toplum kuruluşlarının yardımları ve destekleri için önemli bir hedef oldu. Bu yardımlar bir taraftan göçmenlerin beslenme, barınma ve hayatta kalma koşullarını hedeflerken diğer yandan Türk kurumlarıyla işbirliği yaparak üçüncü ülke yerleştirmelerine destek verdi. Ancak, göçmenlerin gerek Türkiye’de bir iç politika sorunu haline gelmesi gerekse dış politikadaki araçsal kullanımının beklenen etkiyi yaratmaması sonucunda Türkiye uluslararası sivil toplum kuruluşlarının faaliyet lisanslarını birer birer iptal etti. Örneğin, 2017 yılında ABD merkezli Mercy Corps, İtalya merkezli Coordination of the Organizations for Voluntary Service (COSV), İngiltere merkezli International NGO Safety Organisation (INSO) faaliyet lisansları milli güvenlik gerekçesiyle iptal etti.
Son olarak, kadına yönelik şiddetle mücadele alanındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi olan İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik tartışmalarda da kadın örgütleri iktidarın hedefinde yer aldı. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme konusundaki tartışmalar kadın örgütlerinin tepkisiyle karşılandı. Bu süreçte gerçekleşen protestolarda, tam da kadın karşı şiddet protesto edilirken kadınları bir kere daha şiddete maruz kaldı. İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik tartışmalarda iktidara yakın duran muhafazakar kadın örgütlerinin diğer kadın örgütlerinden ayrışan konumları da bir kere daha böl-yönet tekniğinin kullanıldığını gösterdi.
Sivil toplum örgütleri, yasal düzenlemelerle garanti altına alınmış bir kamusal alanda özerk bir biçimde faaliyetlerini yürütürler. Kamusal alanın varlığının toplumun bir kesimi için değil tamamı için garanti altına alınması, demokratik ve çoğulcu bir düzen için kaçınılmazdır. Dolayısıyla, meslek örgütlerinin seçim yöntemi, ya da meslek örgütlerinin yapısından çok, varlıklarını ve toplumsal fayda bağlamında faaliyetlerini yürütmelerinin yasalarla garanti altına alınması daha önemlidir. Özellikle meslek örgütleri, bir takım meslek standartlarının, hizmet ve üretim alanındaki uygulamaların, genel olarak kamusal istikrarın ve toplumsal faydanın öncelenmesi konusunda bir rol üstlenirler. Uluslararası örgütler, uluslararası işbirlikleri, görüş alışverişi ve iyi uygulamam örneklerinin yayılımı açısından işlevseldirler. Göçmenler, kadınlar ya da başka dezavantajlı gruplar taleplerini sivil toplum aracılığıyla hükümete iletebilirler.
Hangi alanda olursa olsun, sivil toplum örgütlerine yönelik bu ayrıştırıcı ve dışlayıcı yaklaşımlar içinde bulunduğumuz siyasal bağlamın demokrasiden ve çoğulculuktan ne kadar uzak olduğunun bir göstergesi. Sivil toplum ve örgütlülük hali demokrasinin en temel göstergelerinden biridir. Devletin, hukukun üstünlüğü çerçevesinde sivil toplum örgütlenmesini, bireylerin gönüllü olarak bu tür örgütlerin bir parçası olmasını ve bu örgütlerin ifade özgürlüğünü desteklemesi gerek. Dolayısıyla sivil toplumun tek görevi çıkar temsili değildir, aynı zamanda bireyler ve devlet arasındaki bilgi akışının gerçekleşmesinde aracı görevi üstlenirler. Bu anlamda sivil toplum örgütlerinin iktidarla bağını ve kurdukları ilişkiyi yalnızca çatışma üzerinden değerlendirmek yanlış olur. Böyle bir önyargı, iktidarın sivil toplumu baskıyla kontrol altına almasına, olası müzakere imkanlarını göz ardı etmesine ve toplumsal uzlaşı zeminini yok etmesine yol açar. Sivil toplum örgütleri temsil ettikleri çıkarlar nedeniyle çatışma aktörleri olabilirler, ancak demokrasi, kamusal alan ve hukukun üstünlüğü çerçevesinde bir müzakere sürecine dahil olabilir, toplumsal faydaya yönelik çözümler önerebilir, politika yapımına dahil edilebilir ve toplumsal uzlaşının bir parçası olabilirler. Bütün bunların olmadığı bir durumda çatışma ve kutuplaşma kaçınılmazdır, karşı karşıya kaldığı sorunlarla baş edemeyen bir iktidarın tek çaresi ise baskı kurmaktır.
*Prof, Dr., Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü