YAZARLAR

Köpek kızaklarının çektiği bir Sovyet iktidarı: Çukotka

Çocuklar çarşaflara çok şaşırırlar. “Yatağın kendisi kırmızıyken neden onu avlarda kullanılan, kar gibi beyaz bir örtüyle örtme ihtiyacı duymuşlar?” diye düşünürler. Tuzlu yemekleri yemezler, çorbalara dokunmazlar. Fakat devrimden sonra Çukotka’ya gelen ‘un’ ve ‘ekmek’ onlar için tatlı niyetinedir.

Kültürel karşılaşmalar ile sömürgecilik arasındaki sınır sık sık iç içe geçer. Farklı gelişmişlik düzeylerine sahip iki halk arasındaki karşılaşma, hemen hemen her zaman muktedir olanın hegemonik üstünlüğü altında yaşanır. Kurulan ilişki, üsttekinin çıkarlarına göre şekillenebilirken alttakinin bu karşılaşmadan kazancı ancak ‘dolaylı’ yollarla gerçekleşir. ‘Geri’ görülen kültürü anlamaya çalışmak ise -eğer ortada egzotik bir eğlence yoksa- başlı başına ‘gereksiz’ görülür. Yani Indiana Jones karakteriyle ete kemiğe bürünen bir yaklaşım ile kültürün kendisi değil, definesi daha ilgi çekicidir.

Gerçekten de böylesi karşılaşmaları çözümlemek, sanıldığı kadar kolay değil. Çünkü ‘geri bırakılmışlığın’ üstesinden gelirken sadece sömürgecilikten kaçmak yeterli değil, aynı zamanda ‘oryantalist’ ya da ‘üstten inme’ yaklaşımlarla da araya mesafe koymak gerekiyor. Ve her şeyden önce ‘herkes için yeni bir dünya’ ufkuyla bu işe kafa yormak gerekiyor.

Ekim Devrimi’nin Rusya’da gerçekleştiği dönem, ‘egzotik’ bulunan insanların kafesler içerisine konulup dünya başkentlerindeki fuarlarda ‘sergilendiği’ bir dönemdir. Uzun yıllar Londra’da, Paris’te ya da New York’ta ‘yerliler’ kafeslerde gezdirilmeye devam edilir. Oysa uçsuz bucaksız Sovyet topraklarında yaşayan halklara bambaşka bir el uzanır. Daha önce tüccarlardan başka kimsenin adım atmadığı, unutulmuş, tanınmayan, tanınmasında da bir fayda görülmeyen halklar, bir şekilde Sovyet iktidarıyla tanışır. Üstelik Sovyetler Birliği’nin ‘unutulmuş’ köşelerinde devrimin getirdiği ufukla birlikte yaşanan toplumsal devrim, aradaki açı farkı düşünüldüğünde ülkenin diğer coğrafyalarına göre çok daha radikaldir.

Çukotka halkı

Rusya’nın en doğusunda, Alaska’nın karşısında yer alan Çukotka, bu anlamda en ilginç örneklerden biri. Mors, fok, tilki gibi yabani hayvan avcılığı ve geyik çiftçiliği hariç bir geçim kaynağı bulunmayan Çukotka’da nüfusun büyük bir çoğunluğu yerli halk Çukçilerden oluşur. Mors derilerinden yapılmış ‘yaranga’ adı verilen çadırlarda yaşayan Çukçiler, tıpkı dünya üzerindeki diğer halklar gibi adapte oldukları koşulların zorluğuna paralel bir yaşam/geçim ritmi inşa ederler. Dondurucu soğuklarda, yarangalar arası ulaşımın ancak köpeklerin çektiği narta adı verilen kızaklarla gerçekleştiği bu diyar, 1920’lere kadar tecrit edilmiş bir yerdir. Ancak Sovyet iktidarının bölgede kurulmasıyla birlikte o güne kadar ‘takas usulü ticaret’ hariç tarafların birbirini gerçek anlamda tanımadığı Çukotka’da son derece köklü değişimler yaşanır.

Tihon Zaharoviç Semuşkin (1900-1970)

Sovyetler Birliğince Çukotka’ya gönderilen Tihon Zaharoviç Semuşkin’in (1900-1970) notları, birbirinden uzak iki halkın buluşmasına mercek tutabilmek adına altın değerinde bir kaynak. Çukotka’ya devrimden sonra ilk olarak keşif gezilerine katılan Semuşkin, ileriki tarihlerde antropolojik, toplumsal ve ekonomik araştırmalar için çeşitli kafilelerin içerisinde yer alır. Çukçilerin dilini öğrenip yazılı hale gelmesine öncülük eder. Daha sonra 1928’de Çukçi çocukları için kurulan, bölgedeki ilk yatılı okulun müdürü olarak Çukotka’ya gönderilir.

Merhaba Çukotka(1) isimli otobiyografik sayılabilecek kitap, bize Semuşkin’in yatılı okulda yaşadığı zorlukları, kültürel karşılaşmalardaki açmazları, çözümleri ve Sovyet iktidarının ‘uzaklardaki’ inşasını anlatıyor. Daha önce aynı konuyu Bolşeviklerin Kuzey Kutbu’ndaki yankıları üzerinden giderek konuşmuştuk. Ayrıca farklı bir açıdan Dersu Uzala ve Vladimir Arsenyev’den de bahsetmiştik. Dilerseniz şimdi Semuşkin’in notlarından faydalanarak kültürel karşılaşmalarda Sovyet yaklaşımına kulak verelim. Kimbilir, kültürel karşılaşmalara dair aklımızdaki soru işaretlerini yanıtlayabilmek için dünyanın unutulmuş köşelerine gitmek gereklidir?

Merhaba Çukotka Bir Öğretmenin Notları 

KIZAKLARLA SOVYET İKTİDARI

Her şey, bölgede kurulan Sovyet iktidarı ile başlar. Tıpkı Çukotka’nın koşulları gibi Sovyet delegelerinin seçilişi, toplanışı ve iktidarın inşası da son derece istisnaidir. Bu delegeleri belirlemek ve Çukotka’da bir Sovyet iktidarı kurmak üzere köpeklerin çektiği kızaklarla aylarca sonsuz beyazlıklarda yarangaları ziyaret eden Semuşkin, 1927’deki ilk Sovyet Kongresini şu sözlerle anlatıyor:

“Kırk yedi delege bir araya gelmişti. Hiçbiri okuma yazma bilmiyordu. Ta Shelagski Burnu'ndan gelen bile vardı. İnsanlar kızak köpekleriyle iki bin dört yüz kilometre yol katetmişti. Yol elli günden fazla sürmüştü, kongre bitmeden bir an önce oraya varmak istiyorlardı. Delegeleri Sovyet Kongresi konusunda bilgilendirmiştik. (…) Bilen bilir belki, Çukçilerin bizimki gibi bir takvimi yok. Bu sebeple, Uelen’deki kongre için toplanma gününü nasıl kararlaştıracağımızı bulmamız gerekti. Çukçilere bir ayda otuz, diğer ayda otuz bir gün olduğunu anlatmam kolay olmadı ama Şubat ayının neden kısa sürdüğünü bir türlü açıklayamadım. Delegeler kongreyi kaçırmamak için bir çubuğun üzerine çentik attılar. Çentik sayısı otuzu bulunca başka bir çubuk buldular. Çubuğun üzerinde yirmi çentik olunca o günün konuşma günü [Çukçilerin Kongreye taktığı isim] olduğunu anlayacaklardı.”

Kongreyle birlikte Çukotka’nın ortasında bir ‘kültür üssü’ inşa edilir. Hammaddenin ve insanların bölgeye türlü engelle ulaşabildiği bir yerleşim yeridir burası. Bir hastane, henüz çalışmayan bir radyo üssü, bir yatılı okul… Doktorlar, öğretmenler, teknisyenler gelse de hastane boş, radyo üssü işlevsiz, okul ise öğrencisizdir. Çünkü buraya gelen ‘yabancılar’ ya da Çukçilerin deyimiyle ‘tangalar’ henüz yarangalarda yaşayan halkların güvenini kazanmamıştır. Örneğin hastalanan bir Çukçi, tangaların beyaz önlüklü şamanına -yani doktora- değil, onları kötü ruhlardan koruyan kendi şamanlarına gitmeyi tercih eder. Şamanlara göre ‘hastalık diye bir şey yoktur’ kele (kötü ruh) birini seçip onun içine yerleşir. Şamanların bulduğu çareler arasında açık yaraya köpek kılı, geyik derisi basma, hastanın etrafında davul çalma ya da fırtınalı bir günde can çekişene müdahale etmeme (zira kötü ruhlar bunun için gelmiştir) gibi Sovyet doktorları çileden çıkaran bazı yöntemler vardır.

KAĞIT ÜZERİNDE KONUŞMAK

Yatılı bir okul açma düşüncesi ise hastaneden bile daha radikaldir. Çocukları ailelerinden kopartıp yabancıların yanına vermek? Bunlar Çukotka halkının yaşantısına göre ‘çılgınlık’ sayılabilir. Tek engel ‘yabancılara güvensizlik’ de değildir, Çukotkalıların çocuklarıyla kurdukları kuvvetli ilişkiler, bu süreci daha da zorlaştırır. Şöyle diyor Semuşkin: “Çukotkalılar çocuklarına pek bir düşkündür. Evlatlarından birkaç gün ayrı kalmak bile onları çok üzer. Bunca yıldır Çukçiler arasında yaşadım ancak hiçbir anne babanın çocuğunu dövdüğünü ne gördüm ne de duydum. Çukçiler çocuklarına bir yetişkin gibi davranır, onları kendileriyle bir tutar. Çocuklar onlar için tam manasıyla bir dost, bir arkadaştır.”

Dolayısıyla yarangalarda zorlu bir ikna süreci başlar. Sovyet eğitimciler, önce okul konseptinin ta kendisini anlatmakta güçlük çekerler. Nihayet ‘kağıt üzerinde konuşmak’ olarak ifade ederler. Çocuklarının burada iyi vakit geçireceğini anlatırlar, halkın güvenini kazanan bazı kişiler ‘kefil’ olur. Fakat okulun yarangalardan oldukça uzak bir yerde, yatılı oluşu işleri daha da karıştırır. Klanın büyükleri çocukların neden yabancıların yarangalarında kalması gerektiğini anlayamaz, orada ‘yabancıların büyük yarangalarında çocukları kelelerden koruyacak bir şamanın olmayışı’ da hurafelerin yayılmasını kolaylaştırır. Fakat büyüklerin aklındaki asıl soru işaretleri farklıdır: Çocuklar okula giderse o halde ava kim gidecektir? Sürülere kim göz kulak olacaktır? Anlaşılabilir ekonomik kaygılara karşı Sovyet eğitimciler son kozlarını masaya koyarlar: ‘Kağıt üzerinde konuşmayı öğrenen çocuklar, zamanla tangalarla eşit seviyede, onlar gibi ticaret yapabilecekler, halklarına böyle katkı sağlayacaklar’.

Bir şekilde aileler razı edilir ve bir avuç öğrenci ile Çukotka’daki ilk yatılı okul kapılarını çocuklara açar. Yarangalarından daha önce hiç çıkmamış çocuklar burada, bambaşka bir dünyaya adım atarlar. Onlar bu kültürel karşılaşmayla boğuşurken kaygılı ailelerin kanına giren şamanlar Sovyetlere karşı propaganda yürütür: “Şamanlar bizi yolumuzdan alıkoymak istiyordu. Onlarla savaşmaktan başka çaremiz yoktu. Ancak bu savaş, son derece karmaşık ve hassas bir konuydu. Şimdi tutup da ‘Şamanlar yalan söylüyor, onlara inanmayın’ demek olmazdı, çünkü böyle yaparak hiçbir sonuca varamayacağımızı biliyorduk. Şamanların hakkından gelmek için başka bir çare düşünmeliydik ancak bunun ne olduğunu biz de bilmiyorduk.” Burada Semuşkin’in üstten inmeci olmayan, akılcı çözümlerin altını çiziyor oluşu son derece dikkat çekicidir. Öyle ki Semuşkin’e göre Şamanlara karşı kazanılacak bir zafer, ‘ancak uzun ve sistematik bir çalışmayla mümkün olabilirdi’.

KARŞILIKLI ÖĞRENMEK

Şimdi asıl başrolümüze, yani çocuklara geri dönelim. Çocuklar için okuldaki her gün bir düzine yeni ve onlar için anlamsız bilginin çoğu zaman sancılı bir şekilde öğrenildiği bir alan olur. Örneğin çarşaflara çok şaşırırlar. “Yatağın kendisi kırmızıyken -ki çukçiler bu rengi çok severler- neden onu avlarda kullanılan, kar gibi beyaz bir örtüyle örtme ihtiyacı duymuşlar?” diye düşünürler. Tuzlu yemekleri yemezler, çorbalara dokunmazlar (Çukçiler için yemeklerde tuz kullanmak alışıldık bir şey değildir). Fakat devrimden sonra Çukotka’ya gelen ‘un’ ve ‘ekmek’ onlar için tatlı niyetinedir. Diğer zorluklara dair Semuşkin şöyle diyor: “Saç kesimi gibi basit bir mesele bizde memleket meselesine döndü. En zoru da onları sigara ve tütünden vazgeçirmekti. Çukotkalılar gururlu, özgürlüğü seven insanlardı. Çukçi çocukları da öyle. Dolayısıyla sahip olduğu alışkanlıklara karşı mücadeleyi incelik ve ustalıkla halletmek gerekiyordu.”

Kitap, bu kültürel karşılaşmada öğretmenlerle öğrencilerin karşılıklı olarak birbirlerini tanıyışını harika bir şekilde açıklıyor. O yüzden daha fazla detaya girmeyim. Çocukların karşılaştığı bu farklılıklar zamanla ya aşılır, ya da bir ‘orta nokta’ bulunur. 

Öğretmenler de Çukçi çocuklarının çeşitli yönlerini hayranlıkla gözlemler. “Çocuklukları tembellik ve yaramazlıkla geçmez. Çok çalışırlar, ancak ana babaları onları çalışsın diye zorlamaz çocuklar bunu kendiliğinden yaparlar. Sıkı çalışma Eskimo çocukları için doğal bir ihtiyaçtır” diyen Semuşkin çocukların algıları ve pratik zekalarına dair şunları söyler: “Tundra çocuklarının görsel hafızası ve algısı inanılmazdı. Hiç görmediği bir şeye şöyle göz ucuyla bir baktı mı, onu bütün ayrıntılarıyla tastamam hatırlıyordu. (…) İlk günlerde eskimo çocuklarının bu somut düşünce biçimi öğretmenleri çok zorladı. Soyut düşünceler onları kızdırıyor, öğretmenleri hayalci, yalancı biri olarak görüyorlardı.”

Semuşkin, pratik zekayla da ilgili bir şekilde çocuklar okula alıştıktan sonra teknolojiye son derece duyarlı olduklarını gözlemler: Örneğin okulda küçük bir sinema salonu vardır. Burada çocuklara yapılan ilk gösteri beklenildiği üzere onlarda hem korku, hem merak, hem de heyecan uyandırır. Ancak kısa süre içerisinde içlerinden bir öğrenci, Tagray, gösterim makinesiyle ilgilenmeye başlar. Ailelerin okula geldiği bir gün öğretmenler herkesi sinema salonuna davet eder ve makinenin başına Tagray geçer. Öğretmenin amacı, ailelerin ilk kez karşılaşacağı bir teknolojik gelişmeyi ‘yabancıların’ elinden değil, kendi çocuklarının elinden görmelerini sağlamaktır. Film başlayınca “Bunu sen mi yapıyorsun Tagray?" diye şaşırırlar: “Duvardaki resimlere bakmak tuhaflarına gitmişti. Ama geyik sürüsünü koşturanların tangalar değil de Tagray olması Eskimoları daha çok şaşırtmışa benziyordu. Onlardan birinin böyle işler becermesi şaşılacak şeydi doğrusu. Salondan uğultular yükseldi, sandalyeler gıcırdadı. Eskimolar bir duvara bir Tagray’ın silüetine bakıyordu.”  

DİL: HEM ENGEL HEM KÖPRÜ

Öğretmenler de onların dillerini öğrenmeye başlar. Ancak bir avuç kelime ile karmaşık konuları anlatmak mümkün değildir. Bir başka öğretmenin tuttuğu defterden şu sözleri aktarır Semuşkin:

“Pedagoji enstitüsünde okurken şu an hizmet verdiğim insanlar hakkında çok fazla şey bilmiyordum. Uzak Kuzeyde, Kuzey Kutbunda yaşadıklarını, geçimlerini avla sağladıklarını ve köpek koşulu nartalarla dolaştıklarını duymuştum sadece. Yeni ve sorumluluk gerektiren bir işe kalkışırken insanın bir dayanağı olmalı. Bu dayanak da biz öğretmenler için Eskimoların dilini ve gündelik yaşayışlarını bilmekti. Bunun olmaması işimizde belirsizlik ve şüpheye neden oluyor. Tundranın gelecekteki sosyalist kurucuları olan bu yeni Sovyet halkını eğitmek için müthiş bir istek duyuyorum. Bana dayanma gücü veren de bu arzu. Çukotka’daki bu sevimli ve arkadaş canlısı ‘kürklü’ insanlara giderek daha fazla kanı kaynıyor insanın”

Dillerini zaman içinde öğrenirler. Doğrusu iki taraf da birbirinin dilini öğrenir. Öğretmenler çocukların kültürünü, masallarını, onları çevreleyen evreni merak ederler. Onlarla beraber avlara katılırlar. Çocukların becerilerine hayran olurlar.

‘HERKES MASRAFLARI BEN KARŞILIYORUM SANIYORDU’

Çukçilerin başta anlayamadıkları bir diğer konu, okulun nasıl finanse edildiğidir? Semuşkin oldukça ilginç bir hikayeyle bu durumu açıklıyor: Öğretmen, öğrencilerden birinin ailesini yarangasında ziyaret eder. İçeride bulunan nenesi öğretmeni göstererek çocuğa “Bu senin baban mı” diye sorar. Çocuk “Evet” diye yanıtlar. Bu konuşmayı Semuşkin şöyle yorumluyor: “Ağırbaşlı neneyle torunu arasında geçen bu kısacık diyalog çok şey anlatıyordu. Demek ki bu insanlar, hatta ihtiyar kadın bile bize güveniyordu. Herkes nedense çocukların bütün masraflarını benim karşıladığımı sanıyordu. Benim çok zengin ve tuhaf biri olduğumu düşünüyorlardı. Çocuklara devletin baktığını söyledik ama kimsenin aklı bu işe ermedi.”

Bir benzer olay hastanede yaşanır. Okulda çocuklarla ilgilenen görevlilerden, sağır ve dilsiz bir Çukçi olan Latuge’nin başından ilginç bir olay geçer. Hastalanıp sessizce yataklara düşen Latuge, “Öğrencimiz Loke ile birlikte bize bir not gönderdi: ‘Yerleri yıkamak yok, baş ağrımak çok’. Hemen Latuge’nin yanına gittik. Başında ıslak geyik derisi öylece yatıyordu. Belli ki çok hastaydı (…) hemen doktoru çağırdık. [Doktor] Modest Leonidoviç derhal hastaneye kaldırılmasını emretti. Latuge izne ayrıldı. Dört gün boyunca hasta yattı. Ona sosyal sigorta sistemini anlatmak hiç kolay değildi. Latuge’ye, hastayken de maaş almaya devam edeceğini söylediğimizde hiçbir şey anlamadı. Sadece kendisine iyi davranıldığını düşündü.”

BİLİMSEL SOĞUKKANLILIK

Özetle samimi ve güven dolu yaklaşımla birlikte çocuklar da aileler de okula alışır. Sonuç, hem Çukotka’da hem de Sovyetler Birliği’nde eğitim seferberliğinin başarıya ulaşması olacaktır. Bunun en büyük nedeni eşit ilişki kurarak “Nasıl alışabilirler?” diye kafa yoran kadroların sırtını yasladığı sistematik düşüncedir.

Buraya kadar yazıda aktardıklarımızı okuyan kimileri “Anlatılan olayda yerli halk idealize edilmiş” diye düşünebilir. Oysa hem Sovyet iktidarı hem de bugün bol bol alıntı yaptığımız Semuşkin, karşılaşılan halkları ne idealize ederek ne de üstten bakarak bir patika açmaya çalışıyor. Örnek vermek gerekirse, Çukçilerdeki ‘yaşlıların gönüllü olarak boğulma’ geleneğine detaylı yer veren Semuşkin bu duruma sadece ‘barbarca’ deyip işin içinden çıkmıyor, ‘neden böyle bir geleneğin ortaya çıktığını’ sistematik olarak araştırmaya yelteniyor -ki Semuşkin gibi 1920’lerden bir ismin böylesi bir yoruma ulaşmaya çalışması çok daha kıymetli:

“Zorlu yaşam koşulları ve hayatta kalmak için verilen amansız mücadelenin etkisiyle Çukotka’da korkunç bir gelenek ortaya çıkmış. Çukotkalılar elden ayaktan düşen yaşlıları boğuyorlarmış. Yaşlı adam yatağa mahkum olup da artık kimseye faydası dokunmayacağını anlayınca ailesinden kendisini öldürmelerini istiyormuş. ‘Ölüm’ lafı bir kez geçince bu gönüllü sonun artık geri dönüşü olmuyormuş.” Ardından bilimsel bir soğukkanlılıkla şu tespiti yapar: “Bu korkunç geleneğin nedeni insanların acımasızlığı değil, bu topraklardaki zorlu yaşam şartlarıydı. Çukotka halkı sevecen, merhametli, dürüst insanlardı. Bu geleneğin ortadan kaldırılması için sistemli, düzenli ve sağlam bir çalışma gerekiyordu.”

Semuşkin, özellikle şu zor hakikati sindirmenin gerekliliğini vurgular: “Kültürel ve tarihsel anlamda daha ‘ileri’ olan halklar, kendilerinden geri olan komşularını ‘küçümsememeli’, zaman zaman ilkel ulusların dünya algısının doğal tazeliği karşısında duygusal anlamda hoşgörülü bir tutum ya da romantik bir hayranlığa kapılmamalıdırlar. Hümanizm küçük halklara karşı acıma hissi ya da onların ‘milli kökenlerine’ üstünlük sağlamayı değil, onlara saygı ve güven duymayı gerektirir”(2)

‘BİZLER GERÇEK İNSANIZ’

İşte bu yüzden gücünü Marksizmden alan Sovyet modernizmi ve Sovyet aydınlanmasını diğer üstten inmeci aydınlanma modelleriyle karıştırmamalı. ‘Aydınlanma’ adı altında kendi ayrıcalıklı toplumsal konumlarını daha da kemikleştiren, sözde ‘aydınlık’ götürdüğü nüfusun geri kalanına ise tiksintiyle bakan bir zihniyet ile Sovyetlerin bakışı arasında ciddi farklar var.

Kitaptan bir alıntı yapmak gerekirse eğer Çukçilerin önde gelenlerinden biri okulu ziyaret edip çocuklarına nasıl davranıldığını kontrol ettiğinde Tanya öğretmene yaklaşarak şöyle der: “Onları sev emi Tanya-kay. Biz gerçek insanlarız. Sizler de öylesiniz.” Ne kadar güçlü bir söz: Gerçek insan! Dünün, bugünün ve yarının bütün karşılaşmaları için benimsenebilecek kadar geçerli bir yaklaşımı tanımlıyor. İşte geriye dönüp Semuşkin’in hikayesine baktığımızda aradaki bariz farkı doğal kabul ederek başlayan, karşısındakinin dilini öğrenen, saygı duyan, kültürünü merak eden, onları ‘gerçek bir insan’ olarak gören bir yöntemle karşı karşıyayız.

Her konuda olduğu gibi bu konuda da Sovyetler Birliği’nin yaklaşımına eleştirel yaklaşımlar getirilebilir. Basılan yeri güçlendirmek için getirilmelidir de. Ancak unutmamalı, insanların gerçek bir insan yerine konulmadığı bir dünyada gerçek insan arayışı, dün olduğu gibi bugün de kıymetli. Hatta belki daha da kıymetli: İnsanlara egzotik bir meyve ya da sömürülecek bir kas gücü kaynağı olarak bakılan bir devrin karanlığında, yeni bir toplum için kollarını sıvayıp dünyanın en ücra köşelerinde ‘gerçek insanlar’ için emek verenler her şeyden önce bu saygıyı hak ediyor.

Peki bugün ‘gerçek insanın’ anlamını aramak ne ifade eder? Cansız bir anekdota kalp masajı mı yapıyoruz Çukotka’dan bahsederken? Hayır! Sermaye ve emperyalistlerce ‘yeteri kadar insan görülmeyen insanların’ doğrudan ya da dolaylı olarak kıyma makinesine atılırcasına katledildiği her gün Semuşkin’in sözlerine kulak vermeliyiz. Çünkü hayat, toplumsal bir kuruluş mücadelesi içerisinde, gerçek insanların gerçek eşitliği için kavga edince bir şey ifade eder. Kıyma makineleri parçalanana dek…


NOTLAR: 

(1) Kitap çeşitli yayın evleri tarafından Türkçe basılmıştır: Merhaba Çukotka Bir Öğretmenin Notları / Dorlion Yayınevi, Merhaba Çukotka Bir Öğretmenin Not Defterinden / Yar Yayınları.

(2) Merhaba Çukotka Bir Öğretmenin Notları, Çeviren: Emel Saatçi / Dorlion Yayınevi


Kavel Alpaslan Kimdir?

1995'te İzmir'de doğdu. İzmir Saint Joseph Fransız Lisesi'nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü'nde eğitim gördü. Gazeteciliğe 2014 yılında Agos’ta başladı. Gelecek/Umut Gazetesi’nde çalıştı. 1+1 Express Dergisi’nde yazıyor. 2016 yılından bu yana Gazete Duvar’da yazı ve haberleri yayınlanıyor. "Aynı Öfkenin Çocukları: Dünyadan Devrimci Portreleri" kitabı 2023 yılında Sel Yayıncılık tarafından yayınlanmıştır.