Köpeklerin ahı

Sokaklarda bir köpeğin (ki, bu yasa tasarısı yasalaştığında sokakta köpek bulabilirsek) gözlerinin içine sızlamayacak bir vicdanla bakmak, onları ölüme gönderen eli durdurmakla mümkün olacaktır ancak.

Fotoğraf: Pixabay
Google Haberlere Abone ol

Kibirleri onları yeryüzündeki her şeyin sahibi olduğuna inandırmış bir kere. Onlar hancı, geri kalan her şey ve herkes yolcu. Yeryüzünden gelip geçenlere, birkaç solukluk canı olan fanilere danışacak halleri yok. Ne de olsa güç ve iktidar sahibi olmak, cana kıymak hakkı da verir insana. ‘Yaratılanı yaradandan ötürü severiz’ sözü ise yeri geldiğinde yüze geçirilecek bir maskeden başka bir şey değil onlar için. Sokaklara terkedilmiş, aç susuz, boynu bükük canlıları kurban ederek, toplumu onların yarattığı tehlikelerden koruyacağını iddia etmek, ruhsuz ve riyakar bir iktidar dilinin, bir de bu alanda ete kemiğe bürünmüş hali olabilir sadece. ‘Öldürmek’le ‘sorunu çözmek’ kelimeleri, iyice kendinden geçmiş bir iktidar dilinde yan yana gelebilir ancak. Başka ülkelerin bu konudaki çözümleri inceleniyormuş bir de. Fırsatçılık böyle durumlarda sadece bir politika olmakla kalmıyor, karakter haline geliyor. Kötü örnekler için dörtnala gidilir. Oysa biri demokrasi, insan hakları veya özgürlükleri yarım ağızla bile hatırlatsa zehirli bir dille bir anda burun buruna gelir: Kimsenin iç işlerimize karışmaya hakkı yoktur. Bunlar dış güçlerin içimize yerleştirdiği hainlerdir!

Önce şu tespiti yapmamız gerekir: Evcilleştirilmiş bütün hayvanlardan insan sorumludur. Çünkü evcilleştiren odur. Onu ortada bırakamaz. Belki de kendi doğal ortamında, yani evcilleşmemiş olsaydı daha mutlu olacaktı. İnsanın hayvanlarla kurduğu ilişki bir iktidar ilişkisidir. İnsan kendisini onun efendisi olarak görür. İnsanın hayvanlarla olan ilişkisine merhamet veya vicdan değil, pragmatizm damga vurur. Atını çok sevdiğini söyleyen bir köylü, atının ayağı kırıldığında ya silahına ya da hançerine davranır önce. Sevgisi ikiyüzlü, merhameti aldatıcıdır. Hırçınlığını kaybeden veya yaşlanan köpeğini kapısından uzaklaştıran da yine odur.

Sokak köpeklerinin ölüm fermanı anlamına gelen bir yasa tasarısı pusuda bekletiliyor bu günlerde. Sokaklardan toplanacak köpekler barınaklara götürüldükten sonra, otuz gün içinde sahiplendirilmezse ‘uyutulacakmış!’ Katletme eyleminin üstü bir kalem darbesiyle çabucak örtülmüş oluyor böylece. Zamlara fiyat güncellemesi, zülme şefkat, yoksulluğa refah demek görgüsüz bir azınlığın jargonu haline gelmiş durumda. İçinde suç ve gaddarlık olan her şeyi kendi zıddıyla açıklamanın rahatlığı ve kurnazlığı bu ülkede sanki bir norm. Bu da tarihte meydana gelmiş travmatik olayları bile sıradanlaştırıyor ve tekrarlanmasını normalleştiriyor. Daha doğrusu toplumun bunu ya normal karşılaması ya da yok sayması isteniyor. Canlıyı bir eşya, yük gibi gören bir ayrıcalıklı zümre, olsa olsa bir zalimlik örgütlemesidir.

Tarihte Hayırsızada sürgünü olarak bilinen olay, bir köpek cehennemiyle sonuçlanır.   

1910 yılında Marmara Denizinin açıklarında, resmi adıyla Sivriada olarak geçen ama seksen bin köpeğin belediye eliyle toplanıp sürülmesiyle, halk arasında adı Hayırsızada olarak anılmaya başlanan bu küçük adada köpekler açlıktan birbirlerini parçalar. Ne içecekleri bir tas su ne de yiyecekleri bir parça ekmek vardır. Kayıtlara göre Fransa parfüm ve kimya sanayi için, Türkiye’den köpek talep eder. İstanbul’un sokak köpeklerini bize satın! Muhtemelen başka ülkelerden de istemiştir. Fransa’yla karşılıklı bir anlaşma imzalanır. Bu anlaşmadan hemen sonra İstanbul sokaklarında ne kadar köpek varsa toplanır. Halkın geniş çoğunluğu bu anlaşmaya karşı çıkar ve köpeklerin toplanmasına engel olmaya başlar. Devlet ve belediye araya başıbozuk kişileri, lümpenleri sokar. Sonunda seksen bin köpek Tophane limanında toplanır. Fransız gemisi limanda bekler. Ama köpeklerin gemiye yüklenmesi giderek gecikir. Bu süreci hayvan hakları savunucusu Haytap kendi sitesinde şöyle özetliyor: “Toplama sürerken halk isyan etti, gemiyle Fransa’ya gönderilmek üzere Tophane’de bekletilen binlerce köpeği bir baskın yaparak kurtardı. Ancak hükümet bir kez Fransa ile anlaşma yapmıştı, bu işten vazgeçmedi. Daha kapsamlı, daha organize bir toplama işi başlatıldı. Kısa sürede seksen bin köpek toplandı ve Tophane’de bekletildi. Halkın bir kez daha hayvanları kurtarmaması için başlarına asker dikildi. Fakat Fransa’dan bir türlü yükleme talimatı gelmiyordu. Köpeklerin beslenmesi ve bakımı sorun olmaya başlamıştı. Fransa’dan yanıt gelmeyince hükümet köpeklerin fiyatını indirdi, sonra bedavaya vermeye bile razı oldu ama Fransa’dan çıt çıkmıyordu. Köpekleri artık Tophane’de bekletme olanağı yoktu. Kentten uzak bir yer, Sivri Ada seçildi. Seksen bin köpek Sivri Ada’ya nakledildi. Bundan sonra köpekler Sivri Ada’da tamamen kaderine terk edildi. Halk bir süre yiyecek taşıdı ama sonra bu da imkansız bir hale geldi.”

Sivriada’ya Hayırsızada adını takan halk, 1912’deki depremi ve Balkan Savaşı’nı ise köpeklerin ahı olarak açıklar.

Geçmişin geniş çaplı bir vahşetine ve utancına bir çözümmüş gibi sarılanların sokaklardaki köpeklerden önce kendi içlerindeki zalimane duyguları öldürmelerini belki de boşuna beklemiş olacağız. Toplumdaki geniş tepkiler sonucu bu yasa tasarısını geri çektiklerini söyleseler bile, bu zalimane duygular yerli yerinde kalmaya devam edecek ve bir başka zaman hortlamaktan geri kalmayacaktır.

Yasa tasarısındaki ‘uyutmak’ kelimesinin yarattığı çağrışımlar aslında bir bakıma devletin veya iktidarın toplumla kurduğu ilişkinin de aynası niteliğinde. Toplum ‘uyutulduğu’ için bütün bu kötülüklere maruz kalıyor. Bu yüzden ağır ağır çürüyor. Bu da sokak köpeklerine reva görülmek istenen ölümün bir başka biçimi. Onlarla aynı kaderi paylaşıyoruz yani.

İranlı yazar Sadık Hidayet, Aylak Köpek adındaki romanında bir sokak köpeğinin yaşadığı sefaleti ve cehennemi şöyle anlatır: “Artık bütün işi gücü korku içinde titreyerek çöplüklerden yiyecek kırıntıları bulmak, gün boyu dayak yemek, inlemekti-savunacak tek şeyi olmuştu bu. Eskiden cüretli, korkusuz, temiz ve kanlı canlıydı. Ama şimdi korkak, itilip kakılan biri olmuştu. Bir şey duysa, yakınında bir şey kımıldasa tir tir titriyor, hatta kendi sesinden bile korkuyordu. Aslında pisliğe ve çöpe alışmıştı. Vücudu kaşınıyordu. Pireleri avlayacak ya da yalayacak hali kalmamıştı. Çöplüğün bir parçası olduğunu hissediyordu. İçinde birşeyler ölmüş, sönmüştü.”

Sokaklarda bir köpeğin (ki, bu yasa tasarısı yasalaştığında sokakta köpek bulabilirsek!) gözlerinin içine sızlamayacak bir vicdanla bakmak, onları ölüme gönderen eli durdurmakla mümkün olacaktır ancak.

*Mor Dayanışma Gönüllüsü