Korku siyasetiyle nereye?
Her halükârda mevcut milliyetçi söylem ve bunun üzerinden yürütülen korku siyasetinin ana kaynağında hem iktidar hem de onun benzerleri açısından Kürt meselesi yer alıyor. Korkunun daha ne kadar süre bu yapay birlik ve dirliğin teminatı olarak siyasete hâkim olacağını kestirmek güç. Ancak korkunun kaynağı olarak kullanılan Kürt meselesinin yerinde kalacağı, hiçbir yere ayrılmayacağı sadece Türkiye’nin değil komşusu İran, Irak ve Suriye’nin son yüzyılından rahatlıkla görülebilir.
14 Mayıs seçimlerinde kazananın Türk milliyetçileri olduğuna dönük yaygın bir kanı olsa da seçimden çıkan rakamların bu kanıyı desteklemediğini, bunun olsa olsa bazı kesimler için bir temenni olabileceğini söylemiştik. Ancak seçimin en azından Meclis çoğunluğu bakımından galibinin milliyetçi söylemi kullanan, o söylem dolayısıyla korku siyaseti yürüten, o dile yaslanan, o dil dışında bir vaat ve iddiası kalmayan AKP-MHP ittifakı olduğuna kuşku yok. Ya da cümleyi farklı kurup, bu iki partiyi ayakta tutanın milliyetçi diskur ve korku siyaseti olduğunu söylemek de mümkün.
Zafer Partisi ile cumhurbaşkanı adayı Oğan’ın da yalnızca bu korku siyaseti ve milliyetçilik üzerine inşa ettikleri propagandayla “kilit” konuma geldikleri söylenebilir. Uzun süre mülteci karşıtlığı üzerinden bir korku siyaseti yürüten Ümit Özdağ’ın bu alandaki ilginin azalması, ilginin azalmasının anket sonuçlarına yansıması üzerine son anlarda yönünü Kürt meselesine çevirip iktidarın da faydalandığı bu alana yoğunlaşma ihtiyacı duyması 14 Mayıs öncesinin dikkatlerden kaçmayan anekdotlarındandı.
Her halükârda mevcut milliyetçi söylem ve bunun üzerinden yürütülen korku siyasetinin ana kaynağında hem iktidar hem de onun benzerleri açısından Kürt meselesi yer alıyor. Siyasi iktidar için bu mesele 2015’ten sonra her kilidi açan bir anahtara dönüştü ve kullandıkça da kullandı. Bu anahtar MHP’nin yıllarca sert şekilde muhalefet etmesine rağmen AKP’yle ittifak kurmasının önünü açtığı gibi diğer utangaç bazı muhaliflerin de zaman içinde iktidara yanaşmasının mazereti olarak işlevselleşti.
Elbette bu anahtar sadece iktidarın ayakta kalması için değil başta HDP olmak üzere muhalefetin zayıflatılmasının da temel aracı haline geldi. AKP’yle organik bağı olan medya kuruluşları bir tarafa, utangaç bir gazetecilik faaliyeti yürütenler açısından da bu anahtar HDP’nin görünür kılınmamasının mazeretine dönüştürüldü. HDP’nin görünür kılınmaması Kürtlerin temel hak ve taleplerinin de gizlenmesine, bu hak ve taleplerin toplumun önemli bir kesimi nezdinde meşruiyetlerinin sorgulanmasına sebep oldu.
Bugün tanığı olduğumuz siyaseti besleyen de ülkenin 1920’lerden bu yana ürettiği refleks ve dirençler oldu. 1920’lerin siyaset ve pratikleri 2020’lerde farklı aktörlerin elinde farklı amaçlar için araçsallaşmış halde canlı tutuluyor. Türkiye’nin devlet ve toplum olarak demokratikleşmesinin önünde bu korku bir engel olarak durmaya veya tutulmaya devam ediyor.
HDP’nin korku siyaseti üzerinden yalnızlaştırılması ve yıpratılmasından ana muhalefet de doğrudan etkilendi, öyle ki bir süre sonra HDP unutulup kara propagandanın öznesi CHP yapılmaya başlandı. Ancak CHP’nin seçim sürecinde ve öncesinde bu siyasete tenezzül etmeyen, ayrıştırmayan soğukkanlı yaklaşımının Türkiye siyaseti açısından bir kazanıma dönüştüğünü belirtmek gerekiyor. CHP’nin şimdiki zamanda olmasa da yakın gelecek açısından Türkiye’nin içine sokulduğu siyasi krizden çıkmanın bir tür reçetesini yine bu seçim sürecinde korku siyasetine teslim olmayarak ürettiğini ifade etmek gerek.
2002’de iktidara gelene kadar AB üyeliğinden demokratikleşmeye bir tür umut siyaseti yürüten AKP uzun süredir korku siyasetini esas almış, bu siyasetinin merkezine de Kürt meselesini yerleştirmiş durumda. Halis Çetin, “Korku Siyaseti ve Siyaset Korkusu” isimli kitabında şu tespitleri yapıyor: “Kolektif korku ne kadar güçlü olduysa devlete bağlılık da o kadar güçlü oldu ve korku unsuru ilan edilen öteki/yabancı/düşman olan unsurlara karşı tepki ve cezalandırma biçimi de o denli şiddetli oldu. Siyasal iktidar sadece bunu meşrulaştıran söylemler değil aynı zamanda bu korkuyu topluma yayan bir ‘ahlak ve inanç polisi’ olarak toplumsal hayatı ve hayat tarzını belirleyen ve koruyan bir ilkeler bütünlüğü haline dönüştü. Korku birliğin, siyasal iktidar da dirliğin teminatı oldu.”
Korkunun daha ne kadar süre bu yapay birlik ve dirliğin teminatı olarak siyasete hâkim olacağını kestirmek güç. Ancak korkunun kaynağı olarak kullanılan Kürt meselesinin yerinde kalacağı, hiçbir yere ayrılmayacağı sadece Türkiye’nin değil komşusu İran, Irak ve Suriye’nin son yüzyılından rahatlıkla görülebilir.