Kucağına çok yakıştı

Kadınların kucağına çocuklar yakıştırılıyor ancak bu çocukların nasıl taşınacağı konusu açıkta kalıyor. Çünkü odakta kadın var ama amacın kadın istihdamının devamlılığı olmadığı açıkça görülüyor.

Fotoğraf: Pixabay
Google Haberlere Abone ol

Belirli bir yaşa gelen tüm kadınlar bu testten geçerler. Kucaklarına bir çocuk verilir ya da tesadüfen küçük bir çocuğu kucaklarına alırlar hemen arkasından bir değerlendirme gelir; “Bu çocuk kucağına çok yakıştı, haydi sen de bir tane doğur.”

Henüz bu testten geçemeyene tanık olmadım, yani “bu çocuk senin kucağına pek de olmadı.” dendiğine.

 O çocuklar her zaman o kucaklara yakıştılar.

Zira yakışmak ve yakıştırmak bir huydur memleketimizde.

Genelde birilerini birilerinin yanına yakıştırırız ya da şanına yakışır davran deriz, hiç bulamazsak kendine yakışanını giy deriz. Ama en çok vakti zamanı gelince kucağa çocuğu yakıştırırız.

Büyük teyzelerin sunduğu bu sınav doğurganlığı belirlerken, bugün şartlar değişti. Artık bu işe devletler el attı.

Bugünlerde doğum destekleyen politikalar kadınlara bir değil ikinciyi, üçüncüyü yakıştırmak için kampanyalar yapıyor. Nakit para yardımları, bonuslar, izinler, vd.

Çeşitli kampanyalar ile alışveriş festivaline benzeyen bu doğum politikalarının ana ekseninde nüfusun yaşlanması var. Devletler açısından doğum oranlarının düşmesi gelecekte daha az çalışan demek ve tabii daha az vergi daha çok bakılacak nüfus yani kocaman emekli havuzu demek. Bunları kim finanse edecek? İşte tüm mesele burası.

Ülkelerin istediği ideal doğum oranı 2.1'dir. Bundan daha az olması ikame açısından güvenli bulunmuyor. Bu nedenle ülkeler, çarpıcı doğurganlık destek paketleri hazırlayarak öncelikle kadınları daha fazla çocuk sahibi olmaları için teşvik etmeye çalışıyor

1 DEĞİL, 2 DEĞİL, 3 OLSUN

Pronatalist politikalar doğrudan ve dolaylı destek şeklinde olabiliyor. Mali teşvikler, çocuk bakım destekleri, ebeveyn izinleri yanı sıra eğitim ve bilinçlendirme faaliyetlerini; esnek ve uzaktan çalışma imkânı veren iş ve iş dışı yaşam destek politikalarını saymak mümkün. Bu politikalar ülkeden ülkeye değişmekle birlikte ortak amaç aileleri ekonomik ve sosyal açıdan rahatlatarak doğurganlık oranlarını artırmak. Ancak hangisi bunu toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifi ile yapıyor, hangisi görünmez emeği görünür kılıyor? Bu alan biraz tartışma götürür. Tüm bu uygulamalar bakım emeği konusunda ne söylüyor ve kadınların kariyer yaralanmalarına ve ücret eşitsizliğine çözüm sunuyor mu? Birlikte bakalım;

Geçtiğimiz günlerde haberlere konu olan Güney Kore’nin uygulaması ile başlayalım. Bir inşaat şirketi (Booyoung Group), nüfusun azalmasına karşı politikalara destek olmak için doğrudan finansal destekte bulunacaklarını; çalışanlarına her çocuk sahibi olduklarında 100 milyon Güney Kore wonu (75 bin dolar) ödeme yapılacağını açıkladı. Üstüne üstlük kadın ve erkek olmasına bakılmadan geriye dönük diğer çalışanlarına da ödemeleri yapılacak.

Güney Kore’de 2025 yılında doğurganlık oranının düşmesi endişesi sadece şirketlerin değil devleti doğurganlık politikalarındaki değişime de yansıdı. Devlet çocuk başına 1 milyon KRW ödeme yapmasının yanı sıra ebeveynlere aralarında paylaşılabilecek şekilde 12 aylık izin hakkı veriyor. Bunun yanında hastane masrafları karşılanıyor. Otel konforunda postpartum (doğum sonrası) bakım merkezleri, emzirme istasyonları, çocuk kafeleri, ücretsiz yemek vd. gibi bir sürü olanak peşi sıra geliyor. Bunlara rağmen Güney Kore, dünyada doğurganlık oranının en düşük olduğu ülke ve bu kategoride her yıl kendi rekorunu kırmaya devam ediyor. Son nüfus verilerinde doğum oranının 2023 yılında yüzde 8 daha düşerek 0,7'ye gerilediği görüldü. (bbc.com)

İsveç’de durum biraz daha farklı. Doğum yapan ebeveynlere öncelikle ebeveyn izni olmakla birlikte çocuk yardımı, hamilelik sigortası gibi çeşitli destekler sunulur. En önemli fark her iki ebeveyne 240 gün süre izin veriyor. İznin en az 90 günü, bir ebeveyn için ayrılmıştır ve bu süre diğer ebeveyn tarafından kullanılamaz. Bu anne ve babanın çocuğa zaman ayırmasını teşvik eder. Eğer annenin işi hamilelik için zorlayıcıysa destek sağlanır. Her çocuk için 16 yaşına kadar aylık ödeme sağlanıyor ve çocuk bakım hizmetleri oldukça yaygın. Örneğin kreş ücretleri ailenin gelirine göre belirleniyor.

İsveç ve Güney Kore’deki sistemler birbirine benziyor gibi gözükse de arada önemli bir fark var. Bu da toplumsal cinsiyet eşitlikçi bakış açısı. İsveç’te istihdam oranı yüzde 59,2 iken kadın istihdam oranı yüzde 56,2; oldukça yüksek bir rakam. Sunduğu kapsamlı destekler çalışan annelerin iş hayatını sürdürebilmelerini de hedefliyor. Örneğin hepimizin bildiği bir gerçek var: Kadınların maaşı ve kariyer hedefleri doğumdan sonra düşer. İsveç, çocuk bakımı gibi nedenlerle maaşı düşen annelere çeşitli vergi indirimleri sunuyor. Çocuklar 8 yaşına gelene kadar yarı zamanlı çalışma hakkı veriyor. Hem ekonomik olarak desteklerken hem de iş ve yaşam dengesini de gözetiyor. Bu eşitlikçi pronatalist politikalar sayesinde doğum oranı 1,67 ortalamada sabitlenmiş durumda. (stata.com)

Güney Kore’deki destekler ise ne kadar yoğun gözükse de doğum oranları azalmaya devam ediyor. Bunun en önemli sebebi ataerkil yaklaşım. Çalışma, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) göstergelerine göre dünyada en yüksek eğitim seviyesine sahip kadınlar Güney Kore'de yaşıyor. Ancak ücret eşitsizliği ve kadın işsizliği açısından en kötü ülkelerden biri.

Çocuk bakımını erkeklerle paylaşmak çok sık görülen bir şey değil. Bu nedenle doğumdan sonra kadınların işten 2-3 yıl izin alması bekleniyor. Ancak kadınların eğitim oranı yüksek olmasına rağmen kadın işsizliği de o kadar yüksek. Kadınların daha sonra işe dönüş umutları düşüyor. Kültürel olarak da Güney Kore çalışma kültürü oldukça rekabetçi. Başarı için norm uzun saatler çalışmak. Böyle olduğunda kadınlar açısından çocuk sahip olmak çok tercih edilir olmaktan çıkıyor. Altını çiziyorum; kadınlar çocuk seviyor ve bir çocuğu olsun istiyor. Mevcut koşullar bu imkânı uzaklaştırıyor ve sonuçta bugün başkent Seul’de doğum oranı 0,59.

Peki Türkiye’deki durum nasıl? Türkiye’de doğum oranı düşmesi yeni bir durum. Yıllarca genç nüfusumuz ile övündük ancak artık bu geçerli bir söylem değil. Doğum oranı 2001’de 2,38 iken 2023 yılı itibariyle 1,51’e düşmüş. Elbette bu oran nüfusun kendini yenileme sınırının oldukça altında. Bu ekonomik açıdan kriz demek. Çünkü sistemin devamlılığı için yeniden üretim gerekiyor. Bu gelecekte daha az işçi demek, daha az üretim ve tabii daha az vergi… Emekli maaşları nasıl ödenecek gibi büyük konu başlıkları.

Bu açmazla baş edebilmek için Türkiye’nin “kültür ve geleneğine” uygun destekler konuşuluyor. Özellikle ikinci ve üçüncü çocuk için nakdi teşvikler, kira ve kreş desteği; kadınlara doğum izninde kademeli artış. Kadınların kucağına çocuklar yakıştırılıyor ancak bu çocukların nasıl taşınmaya devam edeceği konusu açıkta kalıyor. Çünkü odakta kadın var ama amacın kadın istihdamının devamlılığı olmadığı açıkça görülüyor. Yani kadınların kucaklarına bebekleri yakıştıracak uygulamalar kadınların bakım emeği/ görünmeyen emeği üzerinden biçimleniyor. 

Eşitlikçi bakışın gerektirdiği ebeveyn izni uygulaması, babaların aktif katılımı, yarı zamanlı çalışma hakkı; garantili ücretli izin ve tekrar kadınların işgücüne katılımını sağlayacak başlıklar, kadınların kariyer yaralanmasına yönelik çözümler göremiyoruz. Böyle olunca mevcut koşullarda planlamanın Güney Kore deneyiminden öteye gidemeyeceğini öngörmek için kâhin olmaya gerek yok!

* Doç,Dr. Marmara Üniversitesi, İktisat Fakültesi