Kültür ne işe yarar? Bourdieu Frankfurt Okulu'na karşı

Dünyayı eşitsizlik mi yönetiyor, yoksa basitlikte eşitleniyor mu insanlık? Tabii bu iki anlatının ikisi de karanlık bir şimdi ve gelecek tahayyülü sunuyor okuyucusuna.

Google Haberlere Abone ol

Armağan Öztürk*

Toplumsal eşitsizlikler toplumlar kadar eski. Eşitsizlik ve toplum arasındaki ilişki o kadar köklü ve derin ki, eşitlikçi bir toplumu düşünmek çoğu kez politik ütopya kıvamında bir radikalizmi gerektiriyor. İnsanlar arasındaki eşitsizliğin doğal olmadığını düşünen Rousseau’dan, toplumsal eşitsizliği sınıf kavramı üzerinden sosyal-ekonomik örgütlenme biçimiyle açıklayan Marx’a, kapitalist toplumlardaki çok katmanlı ilişkisellik için sınıfı tek başına yeterli görmeyen Weber’den, dezavantajlı kesimler için ek eşitlikçi tedbirler alarak özgürlüğü ve adaleti korumaya çalışan Rawls’a kadar sayısız düşünür toplumsal eşitsizlikler üzerinde kafa yordu.

Bu yazının öncelikli amacı siyaset felsefesindeki yoğun eşitlik tartışmalarını parantez içine alarak kültür ile eşitlik arasındaki ilişkiyi yorumlamak. Ekonomik ve sosyal eşitsizlikler apaçık bir şekilde ortada. Peki, kültür hayatımız bu eşitsizlikçi zeminden ne kadar etkileniyor? Mesela toplumsal tabakalaşma kendiliğinden bir şekilde kültürel bir farklılaşmayı beraberinde getiriyor mu? Yoksulun kültürünün bittiği yerde mi başlıyor zenginin kültürü? Yoksa sosyal-ekonomik eşitsizlikleri kültür hayatı için yeniden düşündüğümüzde karşımıza büsbütün farklı bir manzara mı çıkmakta?

Bu her biri birbirinden ağır soruları bir noktaya doğru yoğunlaştırdığımızda karşımıza iki önemli tez çıkıyor: Ben bu iki tezi modern sosyoloji okumalarında ciddi bir ağırlığı olan Bourdieu ile 20. yüzyıl düşünce tarihine damgasını vurmuş Frankfurt Okulu düşünürlerinin birbirine taban tabana zıt iki argümanıyla ilişkili bir şekilde tartışmak istiyorum. 

Bourdieu sosyolojisi pek çok açıdan Durkheim’ı hatırlatıyor. Tabii Durkheim’la karşılaştırıldığında sağ siyasete ve pozitivizme çok daha mesafeli bir duruşa sahip bir düşünür. Frankfurt Okulu kadar apolitik değil. Yine de entelektüel meydan okuyuşlara, kamusal aydın tipine ve dar anlamda politikaya karşı doğal bir düşmanlığı var. Son kertede Sartre’ın anti-tezi gibi bir şey Bourdieu’dan miras kalan içerik. Türk okuyucusu onu habitus kavramı üzerinden tanıyor daha çok. Habitus, bireylerin sosyalleştiği süre içerisinde içselleştirdikleri idrak, değerlendirme ve eylem şablonlarının toplamına işaret etmekte. Her eylem ve davranışın ayrıca düşünülmediğini, insanların çoğu kez dahil oldukları habitusa uyduklarını, bu nedenle aktör değil de fail olduklarını anlatıyor habitus kavramı. Ona göre bireyin bilinci yarı otomatik bir bilinç. Bu kavramın işaret ettiği durumun rasyonellik ve özgürlükle çeliştiği açıkça ortada.

Düşünürün kavrama yüklediği anlam zamanla yumuşamış. Habitus’un ilk kullanım biçimlerinde determinizm iması çok daha kuvvetli. Kısaca nesnel yapıların özneyi belirlediğini söylüyor Bourdieu bize. Tabii zamanla öznenin kendi rolünü düşünmesi ve dönüştürmesine olanak tanıyan bir içeriğe doğru habitusun biçim değiştirdiğini ve basitçe “akışkanlık” olmaktan çıktığını söyleyebiliyoruz. Ama bu hali bile tehlikeli. Çünkü Bourdieu sosyolojisi habitus, kültürel sermaye, simgesel şiddet ve ayrım gibi diğer kavramlarla birlikte düşünüldüğünde oldukça katı bir toplumsal tabakalaşma tasarısı sunuyor izleyicisine. 

Bourdieu sosyal eşitsizliklerin kültür üzerinden yeniden üretildiğini düşünüyor. Bu temel iddiayı iki tez üzerinden ayrıntılandırmak mümkün: Birinci tez bağlamında rahatlıkla söylenebilir ki, okullar cumhuriyetçi ideolojinin iddia ettiği gibi eşitlikçi ve demokratik kurumlar değiller. Çünkü toplumdaki sınıf ayrımı okulda kültürel açıdan yeniden üretiliyor. Alt sınıflardan gelen ve kültürel sermayeleri yetersiz olan çocuklar okulun dayattığı sözde evrensel kültür tarafından tahakküm altında tutulmakta. Bu düzen içerisinde toplumsal farklar akademik farklara dönüşüyor. Okulda kurumsal bir içerik kazanan liyakat ideolojisi küçük burjuvazi ve işçilerin burjuva sınıfının hakimiyetine rıza göstermesine yol açmakta. Özetle okulda yürütülen eğitim ya da pedagojik eylem aslında bir simgesel şiddet biçimi. Bu şiddete maruz kalan çocuk ve genç bireyler eşitsizliği doğallaştıran bir habitus içerisinde ıslah ediliyor. Düşünürün eğitim ve kültür üzerinden yaptığı eşitsizlik çözümlemesinin Althusser’in Devletin İdeolojik Aygıtları adlı metindeki argüman dizinine çok benzediğini not ederek ikinci teze geçebiliriz.

Bourdieu kültürel eşitsizliği açıklarken sadece okulun işlevine değinmemektedir. Ona göre sınıflar arası ayrım pratiği eşitsizliğin yeniden üretiminde en az pedagojik eylem kadar önemlidir. Düşünüre göre alt sınıflar üst sınıfları taklit eder. Tabii taklit başarıya ulaşsa bile alt sınıfın elde ettiği şey üst sınıf kültürü değil, elde edilen zevkin indirgenmiş bir biçimidir. Yine de kültürün taklidi üst sınıflar için bir tehdittir. Üst sınıfların bu tehdide yanıtı ise ayrım stratejisinde somut bir içeriğe bürünür. Ayrım hem sahip çıkılan yeri hem konulan mesafeyi anlatır. Bourdieu’nun, Veblen’in aylak sınıf sosyolojisinden ödünç aldığı bu kavram bize, bir kültürel pratik yaygınlaştıkça veya bir tüketim alışkanlığı popülerleştikçe üst sınıfların onu terk ettiği gerçeğini anlatır. Yani ona göre eşitsizliği ortadan kaldırmak olanaksızdır. Alt ve orta sınıflar burjuvaziye doğru hamle yaptıkça, burjuvazi ilgi duyulan kültürel pratiği terk ederek bu saldırıyı etkisiz kılar. Önce radyo dinler. Radyo yaygınlaştıkça televizyona geçer. Televizyon avamın malı oldukça sosyal medyayı kullanır. Kitleler sosyal medyaya yığılınca orada da sessizleşir.

Bourdieu’nun sözleri çok açıktır. Toplumsal eşitsizlik kültür hayatında kendini yeniden üretir. Peki, ya yanılıyorsa düşünür? Frankfurt Okulu düşünürlerinden Adorno ve Horkheimer’ın kültür endüstrisi kavramlaştırması ve Marcuse’un tek boyutlu insan argümanı bize Bourdieu’dan bambaşka bir hikaye anlatmakta. Eleştirel kurama katkı sunmuş bu düşünürler araçsal aklın modernliği belirlediği ve şeyleşmenin habis bir ur gibi tüm toplumu sardığı kanaatindedir. Kültür endüstrisi boğazına kadar yabancılaşmaya batmış modern dünyanın temel dinamiğidir. Kültür endüstrisi koşullarında kitle iletişimi sosyal gerçekliği denetler. Dağıtım teknikleri rasyonelleşir, seri üretim kültür ürünlerini standart hale getirir. Bir kez bu yola girildiğinde düşük sanat ve kültür yüksek kültürü işgal eder. Kültür endüstrisi kültürü nesneleştirdiği ölçüde tüketici de değişmez bir zihniyetin, anonimleşmiş bir kitlesel bakışın taşıyıcısı haline gelir.

Frankfurt Okulu düşünürlerine göre yaşadığımız dünyadaki en büyük sorun kültürel vasatın seri üretimle bilinçsiz bir toplum yaratmasıdır. Reklam tüketilen nesneleri belirler, nesneler ise özneleri. Kültür endüstrisi koşulları insanlara eğlenceyi, kayıtsızlığı, düşünmemeyi ve direnmemeyi dayatır. Bilinçsizlik, yüzeysellik, manipülasyon derin ve anlamlı her şeyi tüketir.

Bourdieu ve Frankfurt Okulunu peş peşe okuduğumuzda yaşadığımız dünyaya dair derin bir ikilem içerisinde kalırız. Bu, hangisi haklı kıvamında basit bir yarış değil şüphesiz ki. Nasıl bir dünyada yaşadığımız sorusuna anlamlı bir yanıt vermeden kendimizi korumamız ve mutlu olmamız mümkün değil. Bourdieu bize eşitsizliğin hikayesini anlatır. Sınıfsal farklar okul ve kültür aracılığıyla yeniden üretilir. Ama Frankfurt Okulu başka bir tehlikeye işaret eder. Popüler kültür iyi, derin ve anlamlı olan her şeyi paramparça etmekte. Dünya büyüden arınıyor ve herkes için sıradanlaşıyor. Daha açık konuşalım. Dünyayı eşitsizlik mi yönetiyor, yoksa basitlikte eşitleniyor mu insanlık? Tabii bu iki anlatının ikisi de karanlık bir şimdi ve gelecek tahayyülü sunuyor okuyucusuna. Çünkü eşitsizliğe yapılan vurgu özgürlüğü anlamsızlaştırıyor. İnsanlar birbirine eşit değilse ve asla olmayacaklarsa özgürlük koca bir yalana, dev bir yanılsamaya dönüşüyor. Diğer hikaye de korkunç. Frankfurt Okulu düşünürleri eşitliğin bir şekilde gerçekleştiğini, hemen herkesin bilincini kaybederek bir basitlik cehenneminde birbirine eşitlendiğini düşünmekte.

Peki ya umut? Bu iki cehenneme karşı, gerçek bir kurtuluş, hepimiz için cennete ulaşma ihtimali tümüyle saçma mı?

*Doç. Dr. Artvin Çoruh Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü.