Yine yeni yeniden 8 Mart!
8 Mart yaklaşırken, kamusal alana dönük eylemlilik üzerinden her sene rutine binen çeşitli tartışmalar yapıladursun bir de ekstra bu sene yürüyüşlerin yapılıp yapılamayacağı ve bu yürüyüşlere müdahalenin şiddetinin ne kadar olacağı üzerine konuşuyoruz. Muhtemelen bu yazıyı okurken hep birlikte deneyimlemiş olacağız.
Seçin Tuncel
Beden/cinsellik politikası yapan kişiler arasında da bu sene yine performansa dayalı bir eylemlilik olacağını düşünüyor ve bunu içten içe büyük bir umutla bekliyorum. Sansür ve muhafazakârlık LGBTİ toplumu/hareketinin öncelikli alanlarından, bu nedenle de politikasının odağına bundan mustarip olsa da biricik politikasını heteroseksüellik üzerinden kurmuş kişilerle sıklıkla yaşanan tartışmaların bu sene de devam edeceğini düşünüyorum. Bu durumdan dolayı bu metni, bu tartışma üzerinden yazmaya karar verdim.
HER GÖRDÜĞÜN LUBUNYAYI; AVRUPALI, BEYAZ, EŞCİNSEL ERKEK SANMAK
LGBTİ hareketinin tek bir kimlikten oluşuyormuş gibi algılanmasının nedenlerinden biri toplumsal homofobi. Diğer bir sebep ise, hak savunuculuğu yapan heteroseksüellerin çevrelerindeki, özellikle de yoldaşı olan bireylerin, LGBTİ olması ihtimalinin akıllarına dahi gelmiyor oluşudur.
Özellikle homofobi ve transfobi meselesinde, diğer sistem eleştirileri gibi kendimizi azade görmemiz ve kimliğimizi ezilen olarak tanımlamamızın yeterli olduğunu düşünmek eksiklerimizden birisi. Muhalif kişilerle bir araya geldiğimizde hepimizin bir arada karşı koyacağı, büyük bir iktidar ve tek bir güçle karşılaşıyoruz. Hatta bu gücün bir de cinsiyetinin tanımlandığını görüyoruz. Öyle ki burada bazen, kendimizi ‘biricik’, geri kalan hareketleri de hayatın renkleri olarak görüyor oluşumuz sorgulanmalı… Mesela Gezi İsyanı’nda “annelerimiz” söylemi veya “LGBTİ’ler de gezicilere destek oldu” ifadesi gibi..
Kimliği yerinden etmek ve Queer imkânları düşünmek
'HANGİ HAKTAN, HANGİ AYRICALIKTAN VAZGEÇTİN?'*
Buraya belki de cinsel yönelimi ve cinsiyet kimliğini de eklersek eleştirdiğimiz sistem içinde dışarıya sorduğumuz soruları kendimize de yöneltmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Mesela kadınların ekonomik olarak sömürülmesi meselesinde -evet, evet biliyorum, dünya kaynakları erkeklerin elinde- birlikte erkelere sorduğumuz soruların her kadın tarafından herkese ayrı ayrı sorulması gerektiğini düşünüyorum. Ne demek istiyorum? Bir lezbiyenin veya biseksüel kadının, aile kurumunu reddetmesi ve evliliğe karşı koyması neticesinde birçok heteroseksüel feministten ayrıldığını düşünüyorum. Ailesini ve evliliği reddetmesi nedeniyle içine düşeceği güvenliksiz hayatı göze alamayıp, aslında istemediği bir evliliğe zorlanması ve bu evlilik neticesinde yaşadığı tecavüz… Yalnızca heteroseksüel kadınların sorunları üzerinden gerçekleşecek politik örgütleme bu kadınların sorunlarını dışarıda bırakmaz mı?
Lezbiyenlere bu vasıtayla bir duyurum olacak dayanıştığınız heteroların altınları hiçbir zaman size geri dönmeyecek. Düğünlerde takılan altınlardan bahsediyorum ama bunu genişletebiliriz, hastalıkta ve sağlıkta heteroseksüellere sunulan aile desteği ne yazık ki bizim çok sahip olduğumuz bir olanak değil. Bu nedenle ben hem erkeklerden hem onlarla yoldaşlık yapan hetero kadınlardan da alacaklı olduğumu düşünüyorum.
İKİLİK, İKİLİKLERİMİZ..
Lubunya hareketinin merkezine kendi yaşadığı sorunları ve kendini koyan onun dışında kalanları hareketin içinde yardımcı figüran gibi görenlere karşı mücadele etmek ise hepimizin görevi. Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliklerimiz egemen bir kimliğe ait olmasa bile biz o egemen kimliklerin dayattığı seksizmi içselleştiriyoruz. Bazen açıktan çeşitli küfürlerle hortlayan bu seksizm bazen de şiddeti kamusal alanda görülen şiddet üzerinden tanımlamamızla ortaya çıkabiliyor ve hareketin dilini ve söylemini etkiliyor ne yazık ki.
Bunları tartıştırdığımız alanların varlığını hatırlatmak için bu vesileyle bu sene altıncısı düzenlenen feminist forum çağrısını sizinle paylaşmak istiyorum.
“Ütopya; “hem hiçbir yerdir hem de iyi bir yerdir”. Kelime olarak bile büyülüdür, kusursuz bir dünya arzusunu, o hiç susmayan çağrıyı seslendirir; özgürlüğün can düşmanlarına inatla… Sömürü ve tahakküme inatla… Çeşitliliğin, bizlerin varlığının inkârına inatla… Özgürlük de kendisini anlatırken ütopyaları ziyaret sık eder aslında, çünkü tahayyül edildiği sürece özgür bir dünya; her vakit direnenler çıkacaktır ortaya…
Ütopyaların tarihini gayb âlemine kadar takip eden Ernst Bloch “umudun geçmişteki gelecekten boy atması” olarak görür ütopyayı. Hülasa, anaerkinin unutturulan deneyimlerinde bulunduğu kadar, geleceğin taslaklarında da bulunur aynı düş. Dahası çelişkili yaşamın ortasında şimdinin tinidir ütopya…
Edebiyatta, sanatta, sinemada olduğu kadar, gündelik hayatta da var olur. Emeğimizi sömüren patronlar, hakkımızı gasp eden simsarlar, tacizin, tecavüzün aklandığı mahkemeler, homofobikler, transfobikler, linç güruhlarını üstümüze salan egemenler ve sokaklardaki kedi evlerine bile düşmanlık beslemeyi marifet bilenler varken; yorucu günün ortasında bile tüm bunların olmadığı bir dünyayı düşlemeye başlar insan.
Asuman Susam: 'Cinsiyet belaydı!'
Böylesi bir “gündüz düşüyle” tetiklenir özgürlük arzusu, ütopik olanın politik tesiri böyle çıkar ortaya. Distopyalar da eşlik edecektir bu çağrıya. Yılgınlığa kapılırsak olabilecekleri haykırmaya, kötünün de kötüsüyle karşılaşmamıza engel olmaya…
Bu yüzdendir ki; ütopyalarımızı tartışacağız bu yıl Feminist Forum’da! Patronların, pezevenklerin, devletlerin, ataerkinin ve kötülüğün inadına…
Programı buradan görebilirsiniz.