Dersim'in Ermeni kızları nerede?
Kazım Gündoğan ile Dersim'in Kayıp Kızları'nı ve Vank'ın Çocukları'nı konuştuk. Ermeni çocukların hikayelerini belgeselleştiren Gündoğan, dinlediği bir tanıklığı şöyle anlatıyor: "Aslında biz Aslıhan teyzeyi Dersim'e, köyüne götürmek istedik fakat ciddi sağlık sorunları vardı. Onun yerine kızı Zeynep'i götürdük. Annesinin doğduğu ama büyüyemediği, katliamların yaşandığı dağları, çeşmeleri gezdi, ağladı. Oradayken annesi her akşam arıyordu "Doğduğum yer nasıl? Çeşme vardı oralarda duruyor mu?" diye sormak için. Zeynep, insanların altında katledildiği ceviz ağacından birkaç çiğ ceviz götürüyor sonra annesine. Aslıhan bundan çok etkileniyor. Zeynep diyor ki "Ben attı zannettim..." Aslıhan teyze öldüğünde Zeynep sandığının içinde buluyor bu cevizleri... Aslıhan teyzeyi kaybettiğimizde,cenaze bir camiden, 'Müslüman Fatma Yavuz' olarak kaldırıldı."
Kazım Gündoğan ile son belgesel filmleri Vank'ın Çocukları'nı konuştuk. Yönetmenliğini Nezahat Gündoğan'ın yaptığı belgesel Cumhuriyet'in ilk yıllarında Dersim'de yaşayan Ermenilerin yaşadığı zulmü anlatıyor. Gündoğan, tanıklıklar üzerinden anlattıkları belgeselde, Ermenilerin sürgünlerini ve devletin asimilasyonlarını anlatıyor. Vank keşiş ailesinin çocuklarının yıllar sonra birbirini bulduğu belgesel, halklar tarihine işleniyor. Gündoğan, "Kadınlara ve çocuklara ne oldu sorusunu sorduğumuzda, kadınların çocuklarla ilgili konuşmak istemediklerini gördük. Bunun nedenini daha sonra anlayacaktık: Çoğu çocuğunu boğmak, öldürmek, suya atmak zorunda kalmış. Yerleri belli olmasın, hepsi ölmesin diye" diyor.
Vank'ın Çocukları projesi nasıl başladı?
Vank'ın Çocukları aslında Dersim'e dair 2004'ten beri başlattığımız çalışmanın dördüncü ayağı. 2005'ten itibaren de Dersim 1937-38 İsyanı üzerine bir çalışma başlattık. Biz, orada, yaşlı insanlara barajlarla ilgili sorular sorarken, insanlar 37-38 Olayları'nı anlatma ihtiyacı hissediyorlardı. Bugüne, yarına dair sağlıklı bir cümle kuramıyorlardı. Biz insanların bu geçmişteki çözülmemiş meselelerde takılı kaldıklarını görmüş olduk. Öğrenmek istedik, '38 Olayları buradaki insanların duygu ve düşünce dünyasında neymiş?'
37-38 Olayları, başlangıç noktanız oldu diyebiliriz...
Evet, 'Neden isyan edildi? Nasıl oldu?' gibi sorular sormaya başladık. 2007'ye kadar yaptığımız çalışmalarda, insanların yüzde 96'sı kendilerinin bir isyanda bulunmadıklarını, devletin gelip onları sistemli bir biçimde katlettiğini söylediler. Biz de yıllarca isyan biliyorduk, devletin resmi kayıtlarında öyle ve Kürt Tarihi Tezi'nde de öyleydi... Bizim referansımız Kürt Tarihi Tezi'nin Dersimi'ydi. Onları yeniden inceledik. Baktık ki gerçekten çok abartılı ve yaşamda karşılığı olmayan şeyler... Zaten devletin resmi tarih tezi yalanlar üzerine kurulu bir tez. Katliamı, soykırımı haklı göstermek için oluşturulmuş son derece planlı bir kurgu.
Kürt Tarihi Tezi'nin hatalı olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Nuri Dersimi'nin söylediklerinin de problemli olduğunu gördük. Hakikatı ortaya çıkarmak için bu yola çıktık. Sorularımızı değiştirerek bu katliamın nasıl olduğunu inceledik. Bu dönemde, 1930'larda dünyadaki ulus devletlerin inşa süreçlerini de inceledik. Dünyada da ırka dayalı ulus devletlerinin hemen hemen hepsinde bu tarz uygulamalara gidildiğini gördük. Bu Kemalistlerde de İttihat ve Terakki'den gelen bir anlayış olduğu için, aslında Kemalistler İttihak ve Terakki'nin düşüncelerini devletleştirdiler. 1925'ten itibaren de Türkiye'de yaşayan herkesi, Türk ve Sünni İslam'a dahil etmek için planlı çalışmalar yaptılar.
DERSİM MESELESİ YALNIZCA 1937-1938 İLE SINIRLI DEĞİLDİR
Meselenin öncesini nasıl okumalıyız?
Dersim meselesi, 1925'te Şark-ı Islahat planı ile başlayan ve 1937-38'de de fiili askeri harekata dönüştürülen bir süreçtir. Yani 37' ile açıklanacak bir olay değil. Bu proje üzerinde adeta bir laboratuvarda çalışılıyormuş gibi hazırlanılmıştır. Yani bir inanç ya da etnik köken topluluğunun, hepsini ya da bir kısmını sistemli bir şekilde öldürmek, onların yaşam alanlarını ortadan kaldırmak, onların asimilasyonunu gerçekleştirmek, onların kendilerini yeniden üretebilecekleri tüm olanakları ortadan kaldırmak ve bir toplumun çocuklarını başka bir topluluğun çocuklarına nakletmek...
Bunlar aslında 1948'de Birleşmiş Milletler insanlığa karşı işlenmiş suçlardaki ilk 5 maddedir. Bu maddelerin dördünü Dersim'de görüyoruz. Fakat bir toplumun çocuklarını başka bir topluluğun çocuklarına nakletmek meselesine dair bir belge yoktu. Biz de bunun peşine düştük. Dedik ki '72 yıl sonra bu meseleleri konuşacağız ama öyle bir şey yapmalıyız ki; gerçekten kimsenin bu durumu reddemeyeceği bir şey bulmalıyız.'
'Çocukların peşine düşme' fikri doğdu...
Evet, baktık ki bütün savaşlarda, katliamlarda, soykırımlarda, çocukların ve kadınların üzerinde uygulanan farklı bir politika varsa, o sürecin niteliğini belirliyor. Çünkü şöyle düşünülüyor 'erkekler isyan ettikleri için öldürüldüler, Ermeniler için de aynı şeyi söylüyorlar, ama onlar da öldürdü, öyle öldüler gibi...
Peki kadınlar ve çocuklar ne yaptı?
Bu soruya yanıt veremiyorlar. Dersim'de kadınların, çocukların, savunmasız insanların 7'den 70' katledilme durumu var. Mağaralarda, ormanlarda, samanlıklarda üstelik de zehirli gaz kullanarak öldürüldüklerini gördük ve bunun peşine düştük.
'ÇOĞU ÇOCUĞUNU BOĞMAK, SUYA ATMAK ZORUNDA KALDI'
Tanıklık edenler konuşuyorlar mı?
Kadınlara ve çocuklara ne oldu sorusunu sorduğumuzda, kadınların çocuklarla ilgili konuşmak istemediklerini gördük. Bunun nedenini daha sonra anlayacaktık: Çoğu çocuğunu boğmak, öldürmek, suya atmak zorunda kalmış. Yerleri belli olmasın, hepsi ölmesin diye.
Bu dehşet bir şeydi ve buna tanıklık eden insanlar önce konuşmak istemediler.
Konuşmak istememe sebepleri neydi?
Çünkü kendilerini de suçlu hissediyorlardı. Biz de sağ kalanlara ne olduğunu sorduk. Tek tük kaybolanlardan bahsettiler, 'teyzemi götürdüler, komşunun kızını götürdüler, sonra biri geri geldi...' gibi. Bunun peşinde çok net gördük ki bir toplumun çocuklarını, yani, Kızılbaş Alevilerinin, Zazaların, Kürtlerin, Ermenilerin, genel olarak Dersimlilerin çocuklarını sistematik olarak sünni İslam'a ve Türklüğe dahil etmek için bir politika geliştirmişler.
Bu politika nasıl uygulandı?
Bunu iki biçimde uyguluyorlar: O dönem, harekat sürecinde, Elazığ'da bir kız enstitüsü var. Burada yatılı bir okul açarak Dersim'in kızlarını buraya yolluyorlar. Bu okulda kızlara Türkçe öğretip, iş öğretip 'öztürk' kültürüne kazandırmış oluyorlar. Bu böyle bir uygulama. Daha sonra o okula Sıdıka Ağalar diye bir müdür atanıyor. Dersim'deki kızların öyküsünü anlattığı 'Dağ Çiçeklerim' adlı bir kitabı var, orada olayları kapsamlı bir biçimde anlatır. Bu işin 'yasal' yolu...
'RÜTBELİ ASKERLERE ÇOCUKLAR PAY EDİLİYOR'
Gayri yasal yolu nasıl oluyor?
Rütbeli askerlere çocuklar pay ediliyor. Biz en başta bunu 'Çocuklar ortada kalmıştır, devlet sahiplenmiştir ya da vicdanlı askerler almıştır' diye yorumladık. Ama değil, yukarıdan emir geliyor, 'Her subay bir ya da iki kız çocuğunu evlat edinecek, onları öztürk kültürüne kazandıracak' deniyor.
Zoraki bir uygulama... Sonrasında neler yaşanıyor?
Bu katliam sürecinde Elazığ'da ve Erzincan'da iki toplama merkezi açılıyor. Sağ kalanlar bu katliam merkezlerinde toplanıyorlar. Orada sağlıklı ve güzel kız çocuklarını seçiyorlar, onlara göre sağlıklı ve güzel olmayanları ayırarak kara vagonlara dolduruyorlar, Çanakkale'ye, İzmir'e kadar her istasyonda birkaçını devlet memurlarına teslim ediyorlar. Bu istasyonlarda bırakılan çocukların öykülerine odaklandık ve gördük ki devletin sistemli, merkezi bir politikasıymış bu. Kadınların hepsi kayıt altında tutuluyormuş.
Kaç çocuk bırakılıyor bu istasyonlarda? Kaçına ulaşabildiniz?
Türkiye'nin 30 ilinde, pek çok ilçesinde ve yurtdışında bu insanlardan yaklaşık 300 kişinin öyküsünü şu ana kadar kayıt altına aldık. Bu öykülerden "İki Tutam Saç: Dersim'in Kayıp Kızları" adlı filmi yaptık. Yaklaşık 150 kadar öyküden de "Dersim'in Kayıp Kızları (Tertele Çenequ)" adlı kitabı İletişim Yayınları'ndan çıkardık. Sonra tabi Türkiye'de Dersim tartışmaları başladı. Bu tartışmaları başlatan Dersim'in Kayıp Kızları adlı belgesel film oldu ve 72 yıl sonra ilk kez gazetelerde Dersim manşet oldu. Biz 72 yıldır konuşulmayan bu kayıp kızları gündeme getirince, Dersim tekrar konuşulmaya başlandı ve siyasetçiler, akademisyenler bu konu üzerine daha kapsamlı çalışmalar yapmaya başladılar.
'KURUNUN YANINDA YAŞ DA YANDI'
Ermenilerle ilgili olarak o dönemin Alevilerinin de, Kürtlerin de onları sahiplenmediği gibi söylemler var. Bu sizce nasıl bir durum?
Bu Ermenilere yönelik bir şey değil. Bunu Doğan Şahin dile getirdi. Dersim Soykırımı 1937-38'de yaşandı ve hiç kimse bunu daha sonra gündeme getirmedi. Türkiye'deki Aleviler bunu bir Kürt kalkışması olarak değerlendiriyorlar çünkü cumhuriyet, devlet öyle diyor. İngilizlerin desteklediği bir Kürt isyanı olarak görüyorlar. 'Medeniyete karşı çıktılar ve kurunun yanında yaş da yandı' gibi bir bakış açısı mevcut. Böyle olunca, cumhuriyetçi Aleviler Dersim'i sahiplenmiyor.
Aleviler devletin yanında diyebilir miyiz?
Burada aslında bir Kızılbaş soykırımı olmasına rağmen, Aleviler bundan bihaber.
Kürtlerin bakış açısı nedir?
Kürtler ise şöyle düşünüyor: Bu Kızılbaşlara yönelik bir şey, Kürtlere değil. Onlar da bu bakımdan sahiplenmiyor. Böylelikle bu mesele ortada kalıyor. Daha sonra hakikat ortaya çıkınca, Ermeniler kendi cephelerinden, Türkiyeli demokratlar ve Kürtler bu konuyla ilgili tartışmaya başladılar.
Bu tartışmaların getirisi oldu mu? Devletin özür dileme girişimleri oldu mu?
Özür dilemenin bir prosedürü var, bu şekilde dilenmez. Tabi ki Dersim'in konuşuluyor, tartışılıyor olması, yıllardır dile getirilmeyen meselelerin konuşulması kıymetli. Bu şekilde özür dilemek yaralı toplumun yarasını kanatır anca. Daha incitici bir yaklaşımdır, devlet sorumluluğuyla ele alınan bir şey değil. O bakımdan Dersimliler de Türkiye kamuoyu da bunu kabul etmedi.
300'e yakın öykü dinlediğinizi söylediniz. Birinci, ikinci ve üçüncü kuşağın bu duruma tepkilerinin ve hissettiklerinin farklı olduğunu bir konferansta belirtmiştiniz. Bu insanların öyküleri arasında sizi en çok etkileyen hangisi oldu?
Dersim'in Kayıp Kızları'ndan ve Dersim tartışmaları başladıktan sonra "Hay Way Zaman" adlı bir film yaptık. Hay Way Zaman aslında bir 'travma, bellek ve itiraf' filmi. O dönem oralarda askerlik yapan kişilerin itirafları yer alıyor ve aynı zamanda da bir yüzleşme filmi. Altın Portakal'da, Uçan Süpürge'de ve Bosna'da ödüller alan bir belgesel film oldu. Hay Way Zaman ile Dersim akademi dünyasının daha da ilgilendiği bir konu oldu, travma, bellek ve yüzleşme konularıyla ilgili de makaleler yazmaya başladılar.
'ERMENİLER HEM 1915'i YAŞADILAR HEM DE 1938'i...'
Dersim'in hakikatlerinden biri de Ermeniler'in yaşadığı zulüm... Ermeni halkının görmezden gelindiği söylenebilir mi?
Dersim'i çalışıyorken oranın hakikatını açığa çıkarmak bakımından oradaki kültürleri, etnik kimlikleri, inanç kimliklerini görmezden gelmek gibi bir yaklaşım olamazdı. Dersim'deki çok eski halklardan biri olan, 200 yıl o topraklarda yaşamış Ermeniler hem 1915'i hem de 1938'i yaşıyorlar. Dolayısıyla biz Dersim'de sağ kalmış Ermenilerin öyküleri üzerine yoğunlaştık ve burada da 1915 Soykırımı'ndan sonra, çeşitli biçimlerde sağ kalan Dersimli Ermeniler olduğunu gördük.
Bazılarına göre, 'Orada hiç Ermeni yoktu, onlar başka yerlerden geldi' vs. Böyle bir şey yok. Orada 1000 yıllık tarih var. 1915'te bu Ermenilerin bir kısmı katliama uğruyor, özellikle Mardin bölgesindekiler katliamı fiziksel olarak da yaşıyorlar. Ama daha içeridekiler, daha iç kesimdekiler, devlet oralara giremediği için, hayatta kalabiliyorlar. Orada hayatlarına devam edebiliyorlar. Ama cumhuriyetle birlikte, bu hıristiyan topluluklara yönelik şiddet ve baskı oluşuyor. Orada alevileşmiş Ermenilere yönelik özel bir baskı uyguladıklarını, Ermenilikleri nedeniyle biz tespit edemedik. Genel olarak Aleviler ne yaşıyorsa, Ermeniler de aynısını yaşıyorlar.
Ermenilerin yaşadığı zulüm yalnızca din üzerinden mi şekilleniyor?
Hıristiyan olarak kalanlara yönelik özel baskı politikaları uygulanıyor, onların sürgüne gitmesi isteniyor. Bir kısmı da 1930'lara kadar sürgün ediliyor. 1938 geldiğinde, orada 1915'ten sonra kurumsal varlığını sürdürebilen tek manastır var, diğerleri yakılıyor ya da din görevlisi olmadığı için işlevsiz kalıyor, o da Surp Garabet Manastırı. 1938'e kadar papazıyla, din görevlileriyle orada kurumsal varlığını sürdürüyor, hıristiyan yurttaşlara hizmet veriyor. Bazen bu din görevlileri diğer köylerdeki hıristiyanlarla buluşuyor ve dinlerini yaşıyorlar.
'SÜREKLİ İSLAMLAŞTIRMA POLİTİKALARI UYGULANIYOR'
Ermeniler inançlarıyla da baskıya uğradılar diyebiliriz.
Aslında mesele tek tanrılı dinler meselesi. Mesela Ermeniler Hıristiyanlığı 301 yılında kabul ediyorlar, dünyada devlet olarak bunu yapan tek toplum Ermeniler.
Kralları Pagan inancını redderek tek tanrılı bir din olan Hıristiyanlığı seçiyor. Bunun üzerine Pagan inancını benimseyen Ermeniler Dersim'de, Erzincan'da büyük isyanlar çıkarıyorlar. Kral on binlerce Pagan Ermeni'yi öldürtüyor. Daha sonra Hıristiyanlığı kabul etmeleri için Kızılbaşlara da aynı baskı uygulanıyor ve bu süreçte o coğrafyaya İslam giriyor. Dersim Kızılbaşları da aslında Paganlar fakat İslam'ı seçiyorlar. Dolayısıyla Dersim Kızılbaşlığı bir İslam meselesi. Mesela Bektaşiler, Mevleviler, Anadolu Alevileri İslam'ı kısmen kabul edip korunmak için İslam deme ihtiyacı duymuşlar ve devletle, Osmanlı'yla uzlaşmışlar.
Osmanlı'dan sonra da kıyımların devam ettiğini biliyoruz...
1514 bir dönümdür aslında, yani hilafetin Osmanlı'da en güçlü olduğu dönem. İslam, Yavuz ve Kanuni ile birlikte, daha politik, daha doğrudan ve daha inançları asimile eden ve kendi deyimleriyle 'ıslah programlarıyla' bunu yapan, bir şekilde, Müslüman olmayan herkesi müslümanlaştırmayı hedefleyen bir süreç olarak karşımıza çıkıyor. Ermeni meselesi tartışılırken 1915'ten geriye gitmiyoruz. Oysa 1700'lerde 1800'lerde inanılmaz kırımlar var Ermenilere yönelik. 1500'lerdeki Ebu Suud efendinin takvalarına bakın, 'bu Kızılbaşlar sapkın inançlara sahiptir, bunların İslam'la hatta Şiilik ile hiçbir alakaları yok, bunlar puta tapıyorlar' şeklinde ifadeler var.
Karşımıza sürekli bu insanların islamlaştırılması projeleri çıkıyor. Anadolu'nun diğer yerlerinde, katliamlardan, soykırımlardan geriye kalanların asimilasyonu var. Bir örnek vermek gerekirse 1514'ten 400 yıl sonra Kenan Güven Dersim'de mezar taşlarını söktürüyor.
Evet bu da aynı zihniyetin ürünü. Ve bu Osmanlı'da defalarca yapılıyor. En son 1826'larda olması lazım, Osmanlı Dersim'i Nakşibendi Tarikatı'na havale ediyor. Bu tarikata devlet bütçesinden paralar veriliyor, 300 özel Kuran basılıyor ve Müslüman misyoner eşliğinde oraların islamlaştırılması çalışmaları yapılıyor.Fakat bunu başaramıyorlar, halk kendisini koruyor.
'1826 YILINA KADAR 'ALEVİ' KAVRAMI YOK'
Bu asimilasyon çalışmaları Alevileri sünnileştirmeyi başarabildi mi?
Öncelikle Alevilik kavramına bakalım derim. Bazı araştırmacıların bu konuyla ilgili iddiaları şu: 1826'ya kadar Alevi kavramı yok, Kızılbaş var. Osmanlı tarih defterlerinde de Alevi kavramı yok. Mehmet Ali Ünal'ın konuyla ilgili bir kitabı var "Osmanlı Müesseseleri Tarihi" adlı, burada da Kızılbaş olarak karşımıza çıkıyorlar. Fakat 1800'lerden itibaren adım adım Alevilik kavramı, İslam'ın içine Şiiliğe yaklaştırılarak çekiliyor. Tüm bu süreçler Dersim için, meselenin sadece Cumhuriyet Dönemi meselesi değil, bir İslam, aynı zamanda da bir hilafetçi İslam meselesi olduğunu gösteriyor. Burada islamlaştırılmamış tek bir toplum var: Dersim.
Ulus Devlet anlayışının bir parçası da tek din değil midir?
Kemalistler ulus devleti inşa ettiler. Ulus ve ırk ön plandaydı ve İslam da bunun çimentosu oldu. Tayyip Erdoğan bunun tersini yapıyor: İslam ön planda: Türk köken ise çimento. Mustafa Kemal Atatürk birinci meclisi iki imamın Kuran okumasıyla açıyor ve karşı olduğu şey hilafetçi İslam, yoksa İslam'a karşı değil. Tekke ve zaviyeleri kapatıyor, yerlerine Diyanet İşleri Başkanlığı'nı kuruyor, Sünni ve Hanefiler dışındakileri ötekileştiriyor. Bu yüzden ötekiler İslam düşmanı ya da dinsiz diye algılanıyorlar.
Ve tarih 1937- 1938 Dersim Tertelesi'ne devriliyor...
Harekatla ilgili karar 4 Mayıs 1937'de alınmıştır. Liderler yakalanır, 300 kişi öldürülür, ondan sonra idamlar başlar, idam edilirler ve Kemal Atatürk der ki "Bu harekat yetmez oraya temizlik harekatı yapmak lazım". Bunun üzerinde İsmet İnönü'yü görevden alır ve yerine Celal Bayar'ı getirir. 1938'de de 7'den 70'e uygulanan soykırım yaşanır.
İşte burada 1948'deki Birleşmiş Milletler'in belirlediği kriterlerdeki tüm maddeler devletin belgelerinde var. Hepsi şimdiye kadar Dersim belgelerinde var. Fakat biz hep 'isyan' gözüyle baktığımız için bunları algılayamadık. Bu araştırmalar süreci bizi başka bir bakış açısıyla okumaya sevk etti.
'KENAN EVREN'İN EŞİ DE DERSİM'İN KAYIP KIZLARI'NDAN'
Peki bu araştırmalarınızı kabul ettirebildiniz mi?
Tabii ki. Bizi meclise davet ettiler, bu araştırmalarımızı kayıt altına aldılar. Örneğin Kenan Evren'in eşi de bir 'Dersim'in kayıp kızları'ndan... Dersim'in Kayıp Kızları kitabında etraflıca bu konu var. Günümüzde devlettekilerden, akademisyenlerden, bürokratlardan, diplomatlardan çok sayıda kişinin anneleri 'Dersim'in kayıp kızları'ndan. Biz bu kayıp kızları da bulunca aslında soykırımın tüm ayaklarını tamamlamış olduk ve Dersim meselesi tartışılmaya başlandı.
Özellikle barış sürecinde medyada fazlaca yer aldı. Kamuoyunun tepkisi nasıldı?
2010 yılında bu tartışmalar, medyanın gündemindeyken, hem failler hem de mağdurlar bunları izlediler. Örneğin bizi 'Benim dedem de orada görev yapmıştı, sonra eve küçük bir kız çocuğu getirmişti', 'Bizim de halamız kayıp' şeklinde arayanlar oldu.
İzmir'den öğretmen bir kadın bize ulaşmıştı 'Benim annem de Dersim'in kayıp kızlarından, televizyonlarda akrabalarımızı arıyoruz fakat annem galiba Ermeni' diye.
Öykü şu: 2010 yılında filmde de geçen Zeynep annesinin bakımını üzerine almak için annesinin kimlik bilgilerini çıkaracak. Bakıyor, çıkmıyor. Çünkü kimlikte baba adı Öğüt, anne adı Havva. Sonra annesinin geçmişe dönük kimlik dökümüne ulaşıyor. Burada baba adı Agop anne adı Havas. Annesi silip bu şekle getirmiş. Tabii ortalama bir Türk milliyetçisi, eğitimci Zeynep sarsılıyor.
Annesine anlatıyor durumu 'dedemin, ninemin isimleri başka çıktı' diye.
'HAYIR BEN ERMENİ DEĞİLİM'
Bunun üzerine annesi panikle 'Hayır ben Ermeni değilim!' diye tepki veriyor. Zeynep sonra 'Anneciğim ne fark eder, sen Ermeni de olsan, Türk de olsan bizim annemizsin' diyor. O güne kadar da annelerini Fatma diye biliyorlar. Sonra Zeynep soyadı olan Kiremitçihan'ı araştırmaya başlıyor, Londra'dan bir kadınla iletişime geçiyor 'Galiba sen bizim kaybolan halamızın kızısın' diye...
Bu bilgi bize geldiğinde hemen olay yerine gittik. Aslıhan teyze Isparta'da yaşıyor. Zeynep de bize, Dersim'in Kayıp Kızları'nı çekenlere ulaşmaya çalışıyormuş, derneklerle falan uğraşmış pes etmiş. Benim haberim olunca ben buldum onu, gittik görüştük.
Filmi izleyemeden hayatını kaybediyor... Vank ailesine de buradan ulaşıyorsunuz...
Evet... Kayıt altına alındı tüm gerçekler. Biz onun Vank'lı olduğunu, oradaki keşiş ailesinden biri olduğunu öğrenince, Vank üzerine, keşiş ailesi üzerine çok kapsamlı bir araştırma yaptık. Bir baktık ki öykü çok başka...
Bu ailenin 1938'de Vank'ta fotoğraflarını çekiyorlar, sonra da 1 saat içerisinde hepsini kırıyorlar. O çocuklar ve üç beş yaşlı saklanarak hayatta kalıyorlar. Bu insanların da kimisi Konya'ya, kimisi Bolu'ya gönderiliyorlar. Halasıyla ve 3 erkek çocuğuyla ormanda buluyorlar Aslıhan teyzeyi, ama o zaman harekat bitmiş. Öldürme süreci yok. Toplayıp, sürgüne gönderme aşaması. O yüzden sağ kalabiliyorlar zaten, yoksa doğrudan 4'üncü ordunun girdiği dönem herkesi öldürüyorlar. Bir tek insan sağ kalmıyor. Ama bu 3 çocuk sağ kalıyor: Nişan en büyüğü, sonra Abgar ve Murat. Nişan 11 yaşlarında, yaralı. Anne bunları buluyor ve Aslıhan'la birlikte götürüyor. Aslıhan'ın babası ve ailenin bir kızı daha kurtuluyor. Baba Agop ve kızı Ziverta Bolu'ya gönderiliyorlar fakat Aslıhan, halası ile Konya'ya gönderiliyor. Orada, hem Kızılbaşlar hem de özellikle Ermeniler için özel bir süreç işliyor.
'3 KARDEŞ: ALEVİ, HIRİSTİYAN, MÜSLÜMAN'
Nasıl bir süreç?
İlk olarak Türkleştirme. Nişan'ın adı Alişan yapılıyor, Abgar'ınki Abdullah, Murat Murat olarak kalıyor... Bunları Konya'da bir köye veriyorlar ve bir süre sonra çocukları zorla müslümanlaştırıp, kelime-i şehadet getirtip zorla sünnet ediyorlar. Bu arada bir tane 55 yaşlarında bir Ermeni daha var, onu da sünnet ediyorlar ve böylelikle bu insanlar müslümanlaşıyorlar. Alişan daha çok Alevilerle kaldığı için Alevi gibi yaşıyor, Abdullah Bolu'da yaşadığı için 5 vakit namazında olan birine dönüşüyor, Murat ise 70'lerde Fransa'ya gittiği için yeniden Hıristiyan oluyor.
3 kardeş: Alevi, Hıristiyan, Müslüman...
Aslıhan'ı da orada bir yüzbaşına evlatlık veriyorlar, sonra yüzbaşının tayini çıkıyor ve Aslıhan'ı bir nüfus memuruna veriyor. İşkenceler, sokakta kalmalar... 13 yaşındayken 35 yaşındaki Türk ve Sünni bir adamla evlendiriliyor. Kelime-i şehadet getirip Müslüman yapılıyor. Daha sonra inanılmaz olaylar yaşıyor ve en son Zeynep'in babası ile evleniyor. Diğer evliliğinden de çocukları var. Ermeniliğini çocuklarından gizliyor.
"Galiba ben Kürdüm, bana Kürt kızı derlerdi" diyor hep soranlara. Aslında biz Aslıhan teyzeyi Dersim'e, köyüne götürmek istedik fakat ciddi sağlık sorunları vardı. Onun yerine kızı Zeynep'i götürdük. Annesinin doğduğu ama büyüyemediği, katliamların yaşandığı dağları, çeşmeleri gezdi, ağladı. Oradayken annesi her akşam arıyordu "Doğduğum yer nasıl? Çeşme vardı oralarda duruyor mu?" diye sormak için. Zeynep, insanların altında katledildiği ceviz ağacından birkaç çiğ ceviz götürüyor sonra annesine. Aslıhan bundan çok etkileniyor. Zeynep diyor ki "Ben attı zannettim..." Aslıhan teyze öldüğünde Zeynep sandığının içinde buluyor bu cevizleri... Aslıhan teyzeyi kaybettiğimizde, cenaze bir camiden, 'Müslüman Fatma Yavuz' olarak kaldırıldı.
Bir vasiyeti var mıydı peki?
Yoktu, zaten Ermeniliğini hiçbir zaman tam olarak kabul etmedi. Bu arada kız kardeşi Ziverta'nın öyküsü de farklı. Ziverta'nın da ismi "Elif" olarak değiştiriliyor. Ziverta'yı Dersimli bir Alevi ile evlendiriyorlar. Bolu'da çocukları oluyor, daha sonra ailesiyle Dersim'e geri dönüyor. Onun kızı da Kadriye. Ziverta 'Agop'un kızı' olduğunun bilinmesine rağmen, Alevi kimliği ile hayatını sürdürüyor. Ermeniliğini inkar etmiyor. Aslıhan ve Ziverta kardeşleri buluşturamadık ama Kadriye ve Zeynep bir araya geldi.
Bolu'ya gönderilenlerden bir de Garo'nun kızı Sultan var.
O da 13-14 yaşlarında bir Alevi ile evlendiriliyor. Sultan, Vank'ı diğerlerinden daha çok hatırlıyor aslında, 10 yaşlarında çünkü o zaman. Tekrar Dersim'e de döndüğü için, oradaki mekan, kültür ve ilişkiler nedeniyle hafızasında daha diri kalıyor yaşananlar. Bir de Sultan konuşabiliyor, Aslıhan'ın konuşacak kimsesi yok. Sultan, Aslıhan ve Ziverta ile amca çocukları. Sultan'ın da bir kız kardeşi var, o da Alevi biriyle evleniyor.
Onun adı da Give...
Ahmet Ak anlatıyor filmde. Biz böylelikle o keşiş ailesinin tüm üyelerini çıkardık ve bu insanlar Vank'ın Çocukları olarak tarihe geçtiler.
Dersim'in Kızları, Vank'ın Çocukları...
Kafamızda birçok konu var. Etnik ya da inanç topluluklarından haksızlığa uğramış, yok edilmiş, geride izleri kalmış insanların peşine düşeceğiz. Biz bu izlerin peşinde, 'arkeolojik kazı' yapmayı, iğneyle kuyu kazmayı çok seviyoruz... Şimdilik bu serüveni dünyaya anlatma, filmi izleyicilerle buluşturma çabamız var. Umarım tarihin karanlığında kanamakta olan bu yaralar gün yüzüne çıkar da, insanlığın aklı ve vicdanı devreye girer. Belki bu travmaları biraz da olsa tedavi edebiliriz. En azından bir yüzleşme süreci yaratabiliriz.