ÇIN: Tarihle yüzleş veya maskelemeye devam!
Yekta Kopan, 57. Venedik Bienali’ni yazdı: Bienal'in en çok konuşulan işlerinden biri Cevdet Erek imzalı “Çın” oldu. Bir fırsat bulursanız gidin görün derim. Başkalarının konuşmalarını dinlemektense, kendi iç sesinize kulak verin. Dünya giderek daha kötü bir yer oluyor. İnsanlıktan geriye sadece bir çınlama kalacak...
Yekta Kopan
57.Venedik Bienali’nin açılış günü.
Bir gün öncenin güneşli havası yerini uzun yürüyüşlere uygun bir serinliğe bırakmış durumda. Tam anlamıyla “bienal koşturması”na uygun bir gün. Vaporetto’dan Arsenale durağında inip Sale d’Armi’ye yönleniyoruz hemen. Cevdet Erek’in “Çın” adını verdiği çalışmasını görmek için sabırsızlanıyoruz çünkü.
Sınırların kaldırıldığı komşu pavyonların içinden-kenarından ulaşıyoruz Türkiye Pavyonu’na. Bir ülkeden diğerine geçen transit yolcuyuz sanki. Duvarların-sınırların olmadığı bir dünya tahayyülüyle başlıyoruz yolculuğa. Bir köşede uluslararası basının sorularını yanıtlayan Cevdet Erek’i görüyorum. Heyecanla bir şeyler anlatıyor. Çok kalabalık. Ama önceliğim açılışa kimlerin geldiğini incelemek değil. Bir an önce kendimi “Çın”ın içine bırakmak istiyorum.
İşlemesiz-süssüz ahşap iskelenin orta yerinde duruyorum. Karşımda bir tribün var. Hayalimde doluyor tribünün sıraları, gözler var üstümde. Ülkenin bitmek bilmeyen inşaatlarından birinin içindeyim, bir futbol stadyumunun orta noktasındayım, antik bir tiyatronun sahnesindeyim, ağaçları budanıp bankları tektipleştirilmiş bir parkın renksizliğindeyim, bir arenanın orta yerindeyim.
ZİHNİMDEKİ GÖRÜNTÜLER...
Zihnimde iki görüntü canlanıyor.
İlki çocuk yaşımda babamla Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda gittiğimiz bir maç. Tuttuğumuz takım gol atınca sevinmemiz, sevincimize öfkelenen üst tribündekilerin üstümüze tükürmesi, babamın “Çocuk olmasa gösterirdim” demesi, araya girenler, yumruklar, küfürler... Kutuplaşmanın en popülist temsilinin yıllar öncesinden kalan görüntüsü.
İkinci görüntü ergenliğimden. Pink Floyd’un efsanevi Pompei konserini Betamax video kaydı olarak izlediğim gün. Roger Waters’ın kocaman gonga vuruşu, David Gilmour’la Rick Wright’ın bakışmaları, Paris stüdyo kayıtları bölümünde uluyan köpek, Nick Mason’un bagetini düşürüşü, püsküren lavlar, ses ve görüntü deneyleri... Geçmişimden şimdiki zamanıma çektiğim bir hafıza çizgisi.
Görüntüler, örüntülere karışıyor. Kişisel tarihimle yüzleşiyorum. “Çınların içinden geçtikçe, çınlamaların tümü kulak çınlamasına karışıyor.” Kamusal alanın sınırları ile seslerden oluşan bir hafızanın orta yerinde duruyorum.
'ARAMIZA SINIRLAR KOYAN MUKTEDİRİ HİSSEDİYORUM'
Cevdet Erek’in antik tiyatro-stadyum referanslarıyla yarattığı atmosferin hemen arkası tel örgülerle sınırlanıyor. “Geçiş yok, misafir tribünü kapatılmış, tel örgülü harabe.” Tel örgülerdeki asma kilitlere bakıyorum. Geçiş yok. Önce bir “öteki” yaratan, sonra da aramıza aşılamaz sınırlar koyan bir muktedirin varlığını hissediyorum. Engeller, yasaklar, sınırlar, kuşatmalar, baskılar...
Tribünü tırmanmaya başladığım anda, zihnimdeki Pompei görüntüleri coşuyor. Vezüv’ün patlamasıyla bütün halkı lavların altında kalan bir coğrafya. Muhafazakar dil, Pompei halkının yaşam tarzı nedeniyle “ceza kesildiğini” söyler. O taşlaşmış bedenlere bakıp bunu söyleyecek kadar taşlaşmış yürekler var. Onların yazdığı hikayeye tarih diyoruz belki de. “Geri tepmeleri duy, hatırla, tarih” Dünyanın dört bir tarafında yükselen muhafazakarlığın hafıza kaydını tutan Pompei. Çocuk yaşımda bir dergide görmüştüm o taşlaşmış bedenlerin fotoğraflarını. Kimilerinin ağzı açıktı, çığlık atar gibiydiler. Belki de o günlerin bilgisiyle, bugünleri fısıldıyorlardı bize.
Tam o anda, Cevdet Erek’in tribünlerin üstüne yerleştirdiği 35 kanallı ses kompozisyonunu duymaya başlıyorum. Fısıltılar, fısıltılar. “Kaligrafi yerine insan sesi.” Kulağımı yaklaştırıyorum hoparlörlere, ses içime işliyor. Biraz uzaklaşınca, başka bir hoparlörden gelen sesle karışıyor cümleler: “Ya ya ya / şa şa şa”
Sesler. Küçük müzik cümleleri. Bir gitarın iniltisi. Bir şiir dizesi. Ve bir çınlama. Çınnn! Çınnn! Çınnn!
Erek’in mimari müdahalesinin en belirginleştiği an, izleyiciyi bir ses kompozisyonunun içinde çaresiz bıraktığı o an. Mimari yapının içinde kaçış noktalarınız var, her ne kadar kamusal alanın sınırı bir tel örgüyle muktedir tarafından belirlenmiş olsa da. Ancak seslerden oluşan bir hafıza evreninden kaçma şansınız yok.
Hoparlörlerin hemen önündeki basamağa çöküp kalıyorum bir süre. İç içe geçmiş sesler, açılış günü katılımcılarının fısıltılarına-kahkahalarına karışıyor. Seslerden oluşan bir evrendeyim. Gözlerimi kapatıyorum bir süre. Ama hoparlörlerden gelen ses gözlerimi hemen açmam gerektiğini hatırlatıyor bana: “Bir ülkeyi temsil eden bir birey, bir bireyin sesi, hırıldıyor...”
Bir yanda gösteri dünyasının arenası, öte yandan yükselen faşizmin tel örgüleri. Bir yanda bellek yolculuğu, öte yanda bir unutma bahçesi. Bir yanda komşu pavyonlarla iç içe geçen bir kamusal açıklı, öte yanda asma kilitlerle sınırlanan bir evren.
Tribünün hemen kenarındaki rampadan iniyorum. Bir yandan engelli ziyaretçileri düşünürken, bir yandan da Venedik’in dar sokaklarına, köprülerindeki iskelelere selam veren rampanın sonunda sığınacak bir köşe buluyorum kendime. Kişisel tarihimde çıktığım yolculukta tek eksiğim kaldı; Cevdet Erek adıyla tanışmama neden olan “Mi Kubbesi” durağı. Yani Nekropsi ile tanışmam. Ankara’dan İstanbul’a göçtüğümde aldığım ilk kasetlerden biridir “Mi Kubbesi”. Ne zaman, nerede, nasıl dinlediğim bana kalsın. Fısıltıyla. “Ya ya ya / şa şa şa”
Cevdet Erek imzalı “Çın” 57.Venedik Bienali’nin en çok konuşulan işlerinden biri oldu. Daha da konuşulacaktır. Bir fırsat bulursanız gidin görün derim. Başkalarının konuşmalarını dinlemektense, kendi iç sesinize kulak verin.
Dünya giderek daha kötü bir yer oluyor. İnsanlıktan geriye sadece bir çınlama kalacak...