Mehmet Güreli: Aşk konuşmam, çünkü tek kişilik değil

Mehmet Güreli ile yeni albümünü konuştuk. Güreli, "İnsan zekâsına çok inanan biriyim, bazı şeyleri yakalıyorlar. Senin deyişini onlar hissediyor. Zaten hissettikleri için seni buluyorlar. Belki sonra başka şeyler de hissediyorlar" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Deniz Durukan [email protected]

DUVAR - Mehmet Güreli’yi müzisyenliğinin yanı sıra yazar, yönetmen, ressam ve yayıncı kimliğiyle de tanıyoruz. Tüm bu alanlarda birçok önemli işe imza atıyor Güreli. Bir bütüne varma, büyük resme bakma arzusuna tekabül edebilir bu çok yönlülük, ama bundan daha fazlası söylenebilir. Sanatı içselleştirmek, onun birçok alanıyla farklı sokaklara girip derinlere inmek ve anlamı tekrardan büyütmek, dönüştürmek de var bunun içinde.

Usta bir denemeci olduğunu da söylemek gerek. İçindeki tüm bu parçaları birleştirdiğinizde Mehmet Güreli’nin bütününe varıyorsunuz. Müzik de onun en önemli parçası. Mesela, geçtiğimiz günlerde çıkardığı yeni albümü 'Zamboni Sokağı'; anlamı büyütmenin ve bu yeni dünya düzeninde unutturulan birçok güzel duygunun, değerin tekrardan hatırlatılması anlamında biricik bir çalışma. Müziğin, edebiyatın yani sanatın tüm inceliklerini okuyabileceğiniz, birçok değerli müzik insanının çok emek verdiği berrak bir çalışma 'Zamboni Sokağı'. Madem öyle; yeniden keşfetmenin, yazılan, çizilen, çekilen, her şeyi okumanın elzem olduğu bu zamanda yola çıkmanın tam zamanı. O halde Mehmet Güreli’ye kulak verelim…

Zamboni Sokağı, Mehmet Güreli, 2017. Zamboni Sokağı, Mehmet Güreli, 2017.

Siz farklı sanat disiplinleriyle uğraşıyorsunuz. Dolayısıyla çok yoğun bir çalışma temposu içindesiniz. Gündelik hayatın pratikleriyle aranız nasıl?

Gündelik hayat diye bir şey yok bende. Sende de öyledir. Ya bitirilecek bir filmin işleriyle uğraşıyorumdur ya bir resimle veya yeni bir melodi peşindeyimdir. Bunları yaparken gün içinde okuduğum kitaplar da ayrı. Zaman aldatıcı bir şey. Saatle ölçülebilecek bir şey değil. Bizim yapacaklarımızla yapmadıklarımız arasında gidip gelen bir şey.

Zamanla ilgili meseleniz var hep sizin…

Yapacağım işlerin listesini tuttuğum bir defterim var. İlk başta 56 film vardı, şimdi altmışı geçti. İçinde kısa film de var, belgesel de biyografi de… Çoğunu yapamadım, belki de hiç yapamayacağım. Herkesin cebinde çekemediği filmler vardır. Zaman; geriye dönüşler, ileriye sıçramalar ve başka yazarların dünyalarında dolaşmalarla hepsi iç içe geçmiş bir labirent gibi. Zaman yetmedi, şunu yapamadık diyeceğimiz hiçbir şey yok. Neyin zamanı gelmişse, onun gelmiştir. Bu Shakespeare’in sözüdür. Demek ki bunu yapmam gerekiyordu.

Peyami Safa’nın 'Selma ve Gölgesi' kitabından uyarladığınız 'Gölge' filmini çekmiştiniz. Şimdi bildiğim kadarıyla yeni bir film geliyor…

Evet, Salâh Birsel’in 'Dört Köşeli Üçgen' kitabından uyarladığımız filmi çektik. Montajını yapıyoruz şimdi. Salâh Birsel, o romanı yazarken ben odasında dolaşıyordum. 7 yaşındaydım. Bu da bir hikâye, ama filme hiç yansımadı. Benim hikâyem ayrı, bütün bunlar bizim kendi, küçük tarihimizin, kendi aramızdaki ilişkilerin toplamı. Onları bir yere bağlamaktan ziyade, sürdürmek gerek.

Bir de sürprizlerle dolu hayat, her gün yeni bir şeylerle karşılaşıyor, yeni şeyler öğreniyorsun. Mesela bir yazarı okurken bir başka yazarla tanışıyor, onun kitabına dalıyorum ya da bir yerde bir filmin adı geçiyor, onu merak ediyor, izlemenin yollarını arıyorum. Bazen buluyorum, bazen bulamıyorum… Hayatta kendi kendime söylediğim bir şey var; çalışmayı seviyorsun, buna devam et.

'GÖLGELERE İHTİYACIMIZ VAR'

Defalarca sizinle bir araya geldik, ama fark ettim ki hiç aşk üzerine konuşmamışız.

Aşkı konuşmam, çünkü tek kişilik bir şey değil bu. Ancak yaratılar üzerinden aşkı konuşabiliyorum. Öbür türlü olanı sadece beni ilgilendirmediği, diğer kişiyi de ilgilendirdiği için, konuşmamayı bir saygı göstergesi olarak görüyorum. Genel olarak aşk nedir dersen, 'vermek'tir. Şarkı söylediğim zaman insanlara bakın sizi seviyorum diyorum. Sevmediğim bir şeyi sunmam. Bu birine kötü bir şey dinleteceğim, okutacağım veya seyrettireceğim kaygısından doğuyor. O yüzden resimlerim ve yaptığım diğer her şey üzerine çok çalışıyorum.

Bazen verdiğiniz şeyin karşılığının çok geç geldiğini düşünebilirsiniz. Beklemediğiniz anda sokakta çok özel insanlar bana gelip güzel şeyler söyleyebiliyorlar. Herkesin gelip bir şeyler söylemesinden daha iyi. Zaten herkesin gelip söyleyeceği bir şey yoktur. Özel olan insanlar sana gelip fısıldarlar. Güzel olan bu. Dokunmak. Mesela Billy Wilder, Alman sinemacı Ernst Lubitsch için 'o bir şeye dokunduğunda başka bir şey olur' der. Bir yönetmen için söylenebilecek en güzel övgüdür bu.

Peki albüme gelelim, mesela 'Zamboni Sokağı' şarkısına bakalım mı?

O bir hikâyeydi, sözleri Görkem Yeltan’a ait. O şarkı Görkem’in şiiriyle benim konuşmalarımın toplamı. Fakat basına farklı yansıdı. Görkem’ in anlattığı hikâyeyi değiştirip söylemişim gibi bir durum çıktı ortaya. Belki de ben tam anlatamamış olabilirim. Zamboni Sokağı’nın hikâyesi eski. Görkem’in yazdığı şiirle bu hikâye birleşti aslında. O şarkı, geçmişimdeki bütün kaybolmuş değerlerin toplamı haline geldi. Zamboni Sokağı İtalya, Bologna’da bir sokak. Bir tek o gerçek. Bizim bir sokakta geçen hikâyemiz aslında. Görkem bunu çok güzel yazdı, içine başka şeyler de kattı. Yaratmak böyle bir şey. Çoğul bir durum.

Görkem Yeltan ile. Görkem Yeltan ile.

Görkem Yeltan’la çok uzun zamandır beraber çalışıyorsunuz. Bu anlamda bütünleşmişsiniz.

Görkem’le rollerimiz değişiyor ama yolculuğumuz devam ediyor. Mesela o masal yazıyor ben resimliyorum, ben şarkı yapıyorum o söz yazıyor… Bunlar hep iç içe geçmiş şeyler. Bazen benim ağzımdan bir cümle kaçıyor alıp onu da kullanabiliyor. Onun söylediklerini ben şarkıya dönüştürebiliyorum. Bir film çekiyorum, o filmde oynuyor, o bir film çekti, başrolü bana verdi. Bizim yaptığımız şey aslında birbirimizin yanında bulunmak, yani birbirimize eşlik etmek. O ne yaparsa Mehmet gel diyor, ben ne yaparsam Görkem gel yanımda ol diyorum. Dünyada bunun çok örneği var.

Gölge imgesi sizin için önemli. Yaptığınız her işe yansıyor. Kuşkusuz resim sanatıyla uğraşmanızın da etkisi var. Ama bundan daha fazlası diye düşünüyorum. 'Gölge’nin birkaç açıklaması olabilir. İçimizde bastırdıklarımızla, maskelediklerimizle yüzleşmek diyelim. Nihayetinde bütünleşmek ve olgunlaşmak olarak da değerlendirilebilir. Buradan Jung’a kadar gidebiliriz.

'Film Noir' tarzına özel ilgim var. Orada kameramanlar, ışıkçılar hep beraber resim yaparlar benim kafamda. Oyuncuların üzerine düşen gölgelerden tut, konuşmalar bile başka birinin cümlesinin tekrarı gibidir. Andersen’in 'Gölge' diye bir hikâyesi vardır. İnsanın gölgesiyle olan ilişkisini anlatır. Bu eski bir tema. Başka açıdan çift kişilikle ilgili temaları, felsefeyi, edebi şeyleri de getiriyor akla. Peyami Safa’nın 'Selma ve Gölgesi' de böyle bir romandı. Orada bazı şeyler açıklanmıyor gibi görünse de (filmde de öyle), aslında açıklanamayacak yüzlerce hikâye var dünyada. Gölgelere ihtiyacımız var. Çünkü anlamı bütünleştiren ögeler var. O nedenle anlamı daha da büyük.

Filmini çektiğiniz 'Dört Köşeli Üçgen’de de aynı gölgelerle ilgilendiğinizi düşünüyorum. O hikâyede gözlemci var, herkesi izliyor. Dışarıdan içeriye bakıyor. Gölgeleri görüyor yani.

'Dört Köşeli Üçgen' konu itibariyle Selma ve Gölgesi’nden farklı ama anlamı bütünleştiren ögeleri düşündüğünde, anlam büyük. İç ve dış meseleler var. Kim bu gözlemci mesela? Hegel’in bir sözü var; 'iç dıştır' diye. Diyalektiğin de parçalanması bu. Çok uzun meseleler bunlar. Ama heyecan verici.

Söylemek istediğim, seçimlerinizin belli bir karakteri var. Ya da bölünmeler yoluyla bütüne varma diyebiliriz buna…

Zaman içinde bu hale geldim. Bölüne bölüne sonunda iki kişi olma yolunda ilerliyorum. Aslında bölünmekle değil, çizgiyle ilgili bir şey bu. Bir filmi seyrederken, bir görüntüyü düşlerken, yazıya dökmeden önce müzik geliyor. İlham anlamında söylemiyorum. Şimdi burada bu melodi olur anlamında bir şey. Dolayısıyla o görüntüyü daha önceden yaşamış gibi çekebiliyorum. Sinema da bu bence.

Yazı da öyle değil midir? Sen yazarken tam bilmesen de, hikâyedeki adamın nereye gideceğini yavaş yavaş düşünürsün ama yazı ilerlediğinde bir bakmışsın adama köşeyi döndürmüş, başka bir kente getirmişsin. Sonra dönüp nereye geldim diye baktığında geldiğin yeri hayal etmeye ve çizmeye başlıyorsun yeniden. O zaman gerçekler yetmiyor, yeni yeni sokaklar bulmaya çalışıyorsun. Mesela Prag’a gitmiyorsun ama Prag’ı hayal ediyorsun. Kafka’nın gezdiği sokaklarda onu buluyorsun. Bir okur olarak onu keşfediyorsun. Dolayısıyla aynı zamanda ben hem okurum, hem seyirciyim, hem de dinleyiciyim.

mehmet-gureli

Peki Zamboni Sokağı’ndaki Pinokyo’ya bakalım mı? Herkesin cebindeki Pinokyo’ya…

Pinokyo’yu deşmeyelim bence. Pinokyo herkesin bildiği bir şey gibi görünse de, o şarkıda Pinokyo’nun anlamı bir kez daha ortaya çıkıyor. Bazı şeyleri boş bırakmak gerekir. Bazı yönetmenler filmlerinde belirsizlikler bırakırlar, ben de bazen hikâyelerde anlaşılmaz gibi görünen sisli şeyleri severim. Okur da seyirci de dinleyici de bizle beraber düşünmeye başlıyor o bıraktığınız belirsizlik payında.

İnsan zekâsına çok inanan biriyim, bazı şeyleri yakalıyorlar. Senin deyişini onlar hissediyor. Zaten hissettikleri için seni buluyorlar. Belki sonra başka şeyler de hissediyorlar. Sen ne kadar güçlüysen okur da o kadar güçlü.

Okurun seçimi de önemli…

Evet, okur çok iyi seçim yapıyor. Hatta bunu yıllara yayarak yapıyor, mesela anneannenin sevdiğini sen de seviyorsun. Yemek gibi. Anneannem gibi yemek yapan biri oldu mu hemen onun yanına gidiyorum. O kokuyu alıyorum. Yemek yapmak da bir sanat. Yürümek de koşmak da bir sanat. Susmak ve bakmak da sanat.

Yanında susarak durabileceğin kişi de önemli.

Sen tabii Samuel Beckett’i tanımıyorsun. Tanısan mesela, röportaja gidip iki saat yanında susarak dursan öyle düşünmezsin… Beckett, Cervantes ve Rilke üzerine film düşünüyorum…

Bu üç ismin özel bir nedeni var mı?

Her dakika yanımda olmaları… Mesele Rilke’den bir dize okuduğumda o gün iyi geçer. Beni onarıyor. Müzik dinlemek de böyle. Sokağa çıktığımız zaman kafamızda ne kadar güzel düşünce varsa, o kadar mutlu olabiliriz. Bize istedikleri kadar kötü davransınlar, değiştiremezler. Sadece bana yapılan değil, dostlarıma, sevdiklerime yapılan kötülükler de var hayatta, onların da direnmeleri buna bağlıdır. Benim dostlarım zaten o özelliklerinden dolayı dostlarımdır.

Haklısınız. Direnmek, yaptığınız işin en iyisini yapmakla da olur…

Başka bir misyonumuz yok. Fazla da abartmayalım. Korkunç bir iş için gelmedik dünyaya. Yaptığımız işlerle yardımımız olur mu diye geldik. Bu melodiler belki bir yerlerde vardır, bilmiyorum. Belki de bunları ortaya çıkarmak için geldik. Bizden önce gelenler de bize güzel şeyler sundular. Bizi beslediler, ellerindeki her şeyi bize verdiler. O yüzden buralardayız.

Albümde 'Une Ballade Contre Les Amours' şarkısının sözleri Salâh Birsel’e ait…

Onun Haydar Haydar kitabındaki Bir Gazel Sevilere adlı şiiridir. O şiirin İngilizce çevirisi Fransızca başlıkla ABD dergisinde yayınlanmıştı. Sözlerde bazı değişiklikler de yapmıştım ve bunun iznini Salâh Birsel’den almıştım. İstediğini yap demişti bana. Ben zaten onun editörü de olmuştum vakti zamanında. O benim hocam, dayım, dostum, her şeyimdi.

Dayılar önemlidir yeğenler için…

Salâh Birsel olunca daha da önemli oluyor tabii. Onun odasında dolaşmak bile mucizedir. Ben şanslı bir çocuktum ki onunla yaşadım. Fransızca dergiler vardı. Dil bilmezdim ama resimlerden, büyüdükçe de onunla yaptığımız sohbetlerden sinemayı öğrendim. On yaşında yönetmen olmaya karar verdim. Bunun için hâlâ çalışıyorum. Çünkü öyle çabucak olunacak bir şey değil yönetmenlik. Oldum diyemezsiniz hemen.

Sokağa çıkmak bu bir anlamda, değil mi? Farklı sokaklara gitmek, bir yola çıkış hali. Şarkılar da o farklı sokaklara gitmenin yolu.

Birbirini çağıran şeyler bunlar. Hayata ne için geldi dediklerinde arada bir gözüm parlasın bu yeter bana. Yaptığım işler için bunu söyleyebilirim.

Hayat üzerine konuşalım mı?

Hayatı biraz deneme gibi düşünüyorum. Salâh Birsel’den sonra denemenin ne kadar büyük bir zenginlik olduğunu öğrendim. Dolayısıyla, hayatın da bir deneme gibi yaşanması gerektiğine inandığımdan, birçok hikâyeyle uğraşıyorum. Müzik yetersiz geliyor diyemem, müzik her şeye hakimdir, edebiyat, sinema, resim de her şeye hakimdir. Bunlar hepsi kaynaştığında ortaya müthiş bir koku çıkıyor.

Birbiriyle alakasız isimleri sevmemi eleştirirler. Yüzlerce sevdiğim yazar var. Bunların hepsi büyük bir zenginlik. Şanslı olmak bu. Şansızım diyenlerin, şanslı olanlardan öğrenecek şeyleri var. İşte söylediğin o sokaklara sapmayı tavsiye etmek gerek. Okumayı birçok yazardan öğrendim ama yazmayı kimden öğrendim, bilmiyorum. Öğrenmek başka bir şey. Öğrenmenin sürmesi gerek.

Okuma görgüsü diye de bir şey var…

Olmaz mı? Resme bakmak diyorlar mesela; resmi okumak, filmi okumak, kitabı okumaktır aslında. Kelimeleri çoğaltmak lazım. İnsanların hiç bilmediği bir kelimeyi önlerine koymak gerek. Ve o kelimeyi öğrenmeliler. Kalkmayı da öğrenmeliler insanlar o koltuklardan. Sokağa çıkmalı, o kelimenin peşine düşmeliler. Mesela Hakkari’de bir çocuk var, ona sormak için o kelimeyi, yola çıkmak gerek.